15 Aralık 2009

Uyksuzluk hezeyanları.

Evet, doğru uykusuzdum. Uykunun içinde uykusuzluğu yaşıyordum. Belki bir düşünceye takılı kalmasaydım uyuyabilirdim. Saate bakınca sinirlendim, uyumalıydım; çünkü uykusuzdum...

Bir düşünceye takılmaya görsün beyin, bir hayal, belki bir kavuşma sahnesi. Belki de birine bir şey anlatıyorum beni biraz daha fazla anlasın diye. Bir sahneden bir sahneye, üstelik bir öncekini tamamlayamadan. ''Hadiii baştan alıyoruz'' dedikten sonra, yine bir yerde dağılıyor...'Düşünmek' başlı başına bir zaman öldürücü oluyor, zamanın en asabi saniyesi oluyorum bir anda. Geriye kalanlarsa hiç düşünülmemiş sayılıyor. Her başa alış, belki de saatler sürüyor...Geniş bir banda yayılıyor gibi her şey, içinde kaybolduğun bir dehliz gibi. Ne öncesini biliyorsun ne de sonrasını. Tam manasıyla, kendini yarı uykulu düşüncelerin içinde unutmak, uyutmak. Kimi zaman rüyaya dalıp, uyanıp, yine aynı şeyi düşünmek. Rüyanda bile belki de..Bazı rüyalar hatırlanmaz, bilirsin sen de.

Her hareketimin beynimde cümleler haline gelmesi doğru, ağır çekim. Rahatsız edici. Çok fazla şişirilmiş bir botun toplu iğneyle delinmesinden sonra yavaş yavaş hava kaçırması gibi. Bilsen, patlasa belki daha çabuk bitecek içindeki hava. Böyle durgun bir fısıltı hem zaman hem de düşünce kaybı oluyor çokça. Ve his sahibesini oldukça yoruyor, zaman sonra da işkenceye dönüşüyor eylemlerin cümleye vurulma isteği.

Saçlarımı çok sıkı bağlamış olmamın tüm bu hislerle etkisi elbette olamaz, buna bağlamak saçma; ama tokayı zorla da olsa düğümlenmiş saçın içinden çıkarıp salıp, on parmağımı da saçıma daldırıp masaj yapmak biraz iyi geliyor sanki. Parmak uçlarım beynime doyup, sanki düşünceleri kıpırdatıyor. Açlığını kahve içmeye tercih edecek kadar boş vermişim, hatta yeniden uyuyabilme umudu taşımama rağmen daha ayağıma terliklerimi giymeden üzerime hırkamı geçirip mutfağa çıplak ayaklarla dalıp suyu ısıtacak kadar sorumsuzum. Bazen en çok böyle ayılmayı seviyorum. Soğuk yüzeyin, sıpsıcak yataktan çıkmış çıplak ayaklarla beynime şiddetli sinyaller göndermesini. Bayılan birisine tokat atmak gibi, havale geçiren bir çocuğu soğuk küvete sokup ayıltmak gibi.

Odanın havasızlığı mutfaktan çıplak ayaklarımla dönünce ayaklarıma çarpıyor önce. Pencereyi açıp önünde biraz durmak hiç bu kadar iyi gelmeyecek. Zaten bilirim ki, soğuk hava daha çabuk dolar odaya. Havanın kar soğuğu tadında olması ve dün geceki rüzgarın da kendinden vazgeçmemiş olması şaşırtıcı değil; ama kahve sıcak...Saat 04:32!

Bu hissi biliyorum, durgun ama çoşmaya hazırlanan bi' su gibi, damacanadan şişeye su doldururken basıncı çok verince şişeden taşacak su gibi, içildiğinde direkt mideye soğuk soğuk gidip içi gıcıklayacak su gibi...Üzerine benzin serilmiş, yanmaya müsait su gibi. Uçak kazası gibi, durgunluğa isyan edip avaz avaz bağıracak cesareti bulamayıp, içten dağılan onca cümlelerin sonuna gereksiz bir sürü ünlem döşemek gibi!!!

Kendimden rahatsız oluyorum bazen. Bazenlerden biri işte. Felaket zamanı sessizliğimden, fırtına önceleri dinginliğimden. Her şeyi biliyormuşum, her şeyi anlamışım ve kahretsin ki her şeyi kabullenmişim duruşumdan. Oysa dünya, her gün her saniye kendine şaşırtacak şeyler bırakmalıydı bende. Oysa ben, bu kadar anlamışlık içinde kendime 'hayret' edecek yeni şeyler görmeliydim. Felsefe de buydu zaten 'Hayret etme' dürtüsü. Tüm rahatsızlığım, bu kadar tepkisiz oluşum. Kapı açılsa, hiç tanımadığım garip giyimli biri gelip bana sille tokat gireşek olsa sanki o gittikten sonra hiçbir şey olmamış gibi kahvemin son soğuk yudumunu içip, bardağı sessizce yerine koymak için insanüstü bir çaba harcayacağım. Saçımı düzeltip, şarkıyı değiştireceğim.

Uykusuzdum, oysa uyumaya çok ihtiyacım vardı. Uyandım, aklımda bir sürü düşünce vardı. Karnım açtı ve kahve içmeliydim. Belki biraz ağlamalıydım, canımın gerçekten acımasını hissetmem lazımdı, bünyeyi diri tutan bir şeydi bu. En çok bunu biliyordum; ama uykusuzdum. Düşündüklerimi ve düşünemediklerimi paketleyip, pulsuz adressiz nereye gideceğini bilmeden yollamalıydım. İnsanlığa armağan olmalıydı çelişkilerim.

Saçlarımı saldım, çorap giymedim, aynaya bakmadım, yaklaşık 1 litre su içtim, Nazan Öncel dinledim, hiç ağlamadım, dişimi sıkmadım, bir parça huzur bulamadım, çok düşündüm. Uyumalıyım.

07 Ekim 2009

Eksik düşünmek.

Aslında hepimiz kendi küçük kafamızda yarattığımız küçük ve kimsesiz karakterleriz. Uyumluyuz söz gelimi, gece olunca kendimizi tüm diğer insanlardan soyutlayıp aslında hüzünlerimizi alırız koynumuza. Saçlarını okşayıp, gözü yaşlı masallar anlatırız. Mutlu sonu olmayan.

Hayatın Yeşilçam filmleri gibi olmadığını anladığımda çok küçüktüm. İyiler kazanmıyordu her zaman ve 'kazanmak' nedir henüz öğrenememiştim. Kötülere kâr kalanlar iyilerden çalınmıştı hep. Son gülen hep iyi olmuyordu benim masalımda, son ağlayan hep iyi oluyordu. İyi gülmek, çok gülmekse sadece Polyanna'nın kahraman oldugu masallardaydı. Giriş-gelişme-çözüm olayı farklılaşmış hep karışma-karışma-karışma olarak ilerliyordu. Başlangıçlarım bile karışıktı, buna çözüm bulmalıydım. Ama yeni bir karışım daha uydurmaktan öteye gitmedim. Bilerek yapmadım, gidemedim. Çok samimiyim, bana inanmalısın.

Dünyanın ne kadar hızlı döndüğünü fark edemiyordum ben de tüm insanlar gibi. Ancak bulutları izlediğimde dolunayın önünden salınarak geçtiklerini görünce dönebildiğini hissettim. Aslında sadece bulutlar ilerliyordu ve bu gecenin tek mutlululuğu buydu. Dışarıda bir şeyler oluyordu, insanlar ellerinde alışveriş poşetleri ile evlerine gidebiliyordu. Çocuk arabalı bir kadın markete girip yeşil elma alıyordu, mandalina mevsimi gelmişti. Hava soğuyordu, bu şehre sürekli yağmur yağıyordu ve ben hiçbir yağmurla arınamıyordum. Sorun da buradaydı. Arınamayışlarım, kendi karmaşalarımla buluşunca istenmedik bir insan oluyordum.

Sınırları vardır insanların. Bir şeylere göre çizdikleri. Dayanabilme kudretleri, dayanamama kudretsizlikleri, alışkanlıklar, düşünceler, felsefeler ve yıkılmayı bekleyen başka felsefeler. Düşüncede herkesin bir sınırı vardı. Misal alıp başımı gidemiyorum çok uzun zamandır. Neden? Sınırlarım varmış çünkü benim. Gözüm döndüğünde öldüremiyorum sinirlendiğim kişileri, geçmişimden kalanları. Neden? Çünkü sınırlarımız var hâlâ az biraz korkum ve insanlığım var içimde. Aslında ben hiç insan olmak da istemiyorum.

Bazen eksik düşünüyorum biliyorum, eksik düşünmeyi hiç düşünmemeye yeğlerdim inan bana. Sorun da şurada: artık düşünmemek gibi bi' faaliyetim yok. Eskisinden daha çok düşünüyorum ve hepsi eksik. Birleştiremiyorum. Böylesi daha kötü. Filmlere inanmak istiyorum, bir gün beynimi, hafızamı ve hayatımdaki her ögeyi sildirebilecegim bir anın olmasını diliyorum. Hepsi bu. Fazlasıyla yorgunum.

02 Ekim 2009

Çamur.

Bizim içinde yaşamaktan bıktığımız hayatlarımız var. Anlamını unutttuğumuz nefes alışlarımız..Her uyanılan sabaha lanet ettiren bunalımlarımız var, güneş ışığının tenden geçip yüreği yaktığını hissettiren anlarımız. Bizim sanrılarımız var Tanrı'dan sıyrılmış. Yorgunluklarımız var, nefes alışın bile külfet sayıldığı..Yorgunluklarımız var can yakan, cümlelerden bile dağılan yorgunluklarımız..Sızılarımız var, ince ve sık dokunmuş bir kazak gibi üzerimizden çıkarmadığımız. Yaz gününde kışı, kış gününde de yine kışı yaşatan soğuk rüzgarlarımız var. Duş alınıp sokağa fırlamışçasına hasta olunası. Öksürüklerimiz var, ses kısıklıklarımız. Hayata biriktirdiğimiz balgamlarımız var, sökülüp atılmayan. Çatallı yollar. Takılıp düşüyoruz üzgün halimize. Yüzümüz düşüyor. Hiçbir fotoğrafta gülmüyor yüzlerimiz, yüzüm ellerimin arasında. Ellerimde kan, yüzüm kırmızı...

Affet, mutlu edemedim kendimi.

Yoksunuz kendimize, acisiz. Yarına dair içimizde taşıdığımız bi' mutlu an yok. Hep kendimizi kandırıyoruz kavis çize çize ömrümüzde. Üzerine tepemele doldurduğumuz, alalacele yan komşudan kapılıp gelinmiş mutluluklarımız yok. İnancımız yok bizim, inandığımız şeyler de çamurdan bir puta tapmak gibi. Yağmur yağıyor ve biz, tüm köy, aptal gibi kalıyoruz öylece. Put eridiğinde aslında ne kadar salak olduğumuzu anlıyoruz. Salağız evet. Bunu anlamak için de yağmurun yağmasını bekliyoruz. Çamurdan hayallerimiz var. Mevsim sonbahar. Üstelik bu şehire de her sabah yağmur yağıyor bana benim ne kadar salak olduğumu anlatmaya bayılırcasına. Çamur kalıyorum, çamurlanıyorum.

Affet, beceremedim yaşayabilmeyi.

Tadını çıkarmadım hiç. Üzerini örttüm hep korkuların... Şizofren yanımın üzerini örttüm içimdeki paranoyak bir kadınla. Bir gece tüm kadınlar öldü. Bölündüm. Güçlü imajım, gülen imajım, asla ödün vermediğim sabit sert duruşum. Yıkıldık işte. Yağmur yağdı, salaktım. Çamurdum. Ellerim de kanlıydı ve yüzüm kırmızıydı üstelik. ''Vakit tamam seni terkediyorum''lu şarkılar dinledim, söyledim. Bir bir terk ettiğim kadınlar vardı içimde zira. Nefret ettim.

Affet..İçimdeki tüm her şeyden nefret ettim...

15 Eylül 2009

''Hepsi Hepsi Hayat Nasıl Olsa''

Gün aymayacak günlükcan. Bayacak, bayacak, bayacak.
Beni takip et, bayacağım tümcelerimle seni de.

Aslına bakarsan dünün bu günden çok fazla bir farkı yok. Eğer ille bir fark bulacaksak, dünden daha huysuzum ve kafam karışık. Sorgulama duvarlarımı zorluyorum yine. Ayrıca yine bildiğin gibi uyku düzeni denilebilecek ve sadece varsayımda olan aslında düzensizlikten ibaret şeyi yıktım geçtim. Şuur kayması dedikleri şey tam anlamıyla budur diye düşünüyorum. Bundan ötesi olmaz. Olsa da bu kadar tepetaklak etmez, edebilemez. Kudreti yetmez. Yetebilemez. Uzatma!

Her doğum günümde olduğum gibi, huysuzum aksiyim, problem insanım, sağa sola öfke saçanım. Yeni diş çıkaran bir bebek gibi, yine bir yılı devirmenin huzursuzluğu bu. Geçen yıldan daha kötü olması da cabası. Aslında, dışarıdan baktığında her şey enfes görünmesi daha fena, damarlarına pollyanna zerk edilmiş ve ruhunun da pollyanna tarafından ele geçirilmiş birisinin fırçalarından sonra kendimde değişen hiçbir şey olmadı. Sadece biraz daha öfkelendim. Eğer yine ille bir fark arıyorsan al sana fark. Zaten günlerdir uyamadığım bölük börçük uykular ve bitemeyen, bitmeyeceğine de artık tüm kalbimle inandığım böbrek ağrılarım yüzünden çekilmez bir gün daha işte.

Güneş'in ve Neptün'nün burcum üzerindeki etkilerini bilemiyorum şu an; ama eğer Neptün'den geldiğini sandığım ters açılar yine beni çileden çıkaracaksa ve Ay'ın konum itibariyle yansıdığı evrelerimden hangi birisini alt üst ediyorsa, lütfen boyut atlatın bana. Son yazdıklarımı tamamen salladım, hiçbir şey anlamıyorum bu gezegen olaylarından. Ama eğer anlıyor olmam bana bir şeyler katacaksa, ters yansımalardan ve Neptün etkilerinden sıyrılabileceğim bir hayat sunulacaksa bana -ki bu hayat kahve ve sigaranın var olduğu herhangi bir gezegende de olabilir- ben öğrenirim her şeyi, kabülümdür! Dün yine elektrik süpürgesini kandıramadım, binip üzerine uçup gidemedim başka bir gezegene. Neymiş, kablosu kısaymış...

Hani tırnağın bir kenarı pürüzlenir, kırılır ve dokunduğun her yere takılır ya. Mutlaka törpülemen gereklidir ya da tahribat çok fazla ise kesmelisin en kökünden. Öyleyim ben şimdi. Bir çok pürüzüm takılıyor sağa sola. Takılıyorum alabildiğine ve verebildiğim kadar öfke veriyorum tüm her şeye. Ne törpülenebiliyorum, ne de kesilebiliyorum kökümden. Her takılışta, kökümden kopup kanama tehlikesi yaşıyorum. Belki de bir tırnağın etten ayrılması söz konusu olacak bende de ve daha çok acıyacağım.

'Gülmek ve ağlamak kardeştir' diye bir önerme vardı, kim bunları kardeş yapmış bilemiyorum ama iyi ki de yapmış. Çünkü ne kadar dibe batacak olursam olayım, bir dengesi oldu bunun hep. Belki de hâlâ aklıma mukayet olabilmem bundandır. Dün gece tam 00:00 dolaylarında, ben tam da hüzün moduma basıp, 'Bir yıl daha gitti, bitti' deyip buruşuk dudaklarla bir şeylere el sallarken, genelde sürekli kapalı olmasına rağmen açık unuttum telefonuma bir kaç mesaj geldi. Böyle dakik insanları seviyorum, gözleri saatte ilk ben kutlayacağım telaşına girdikleri için:) Tam mesajlara odak halindeyken, gelen bir mesaj 'Sykpe'yi aç' :) Gönderen: Pınar. Öpebilirim!:)
Şanssızlık şudur ki, tam 00:00 dolaylarında Msn lanetlendi ve iletiler gidip gelmemeye başladı. Herkesin iletisinde 'Yazdıklarım gitmiyo! Aptal emesen!' tarzı veryansın cümülleri vardı. Koştum gittim, skype'ye. O sırada yine beni Pınar'la birlikte Skype'de bekleyen Cüneyt emesen iletişimsizliğine çare bulup, emesenin resim yapma yerinden bana bir şeyler yazıp acilen skype'ye gelmem için beni tehdit ediyordu. Sonra birbirinden şeker iki insan sesi doğum günümün ilk dakikalarını şenlendirdi. Teletabi olup, sarıp sarmalamak istedim. Her ne kadar, durgunluğum epey bir fark edilip Pınar'cımdan bir güzel fırça yedikten sonra 'Gadalarından alayım' diye bir şarkı eşliğinde geceyi şenlendirdik. Sonrası işte o her zamanki tatlı ve koyu bir muhabbetin en dibine girip, kah kah kahkahalar attık. Zaman zaman duygusal havaların estiği ve nöbetleşe şebekliklerle havayı savuşturduğumuz üf üf üf üflediğimiz keyifli bir doğum günü kutlaması oldu. İnsanın sevildiğini bilmesi güzel de, böyle kendinden başka birilerini kendin gibi fazla fazla sevmesi çok çok daha güzel :) Bence bu 'kader' işini biliyor, gülmek ve ağlamak kardeş.

Doğum günümde henüz aldığım ilk hediye de Cüneyt ve Pınar'dan geldi. Çizimin Cüneyt'e ait olduğu mükemmel bir tablo :p -Dilimin dışarıda olmasına bakmayın, cidden çok beğendim hatta bir süre blogumun bir köşesinde dursun, gözüme çarptığı her an mutlu olayım istiyorum- Özellikle elinde kırmızı uçurtma tutan kızın saçlarının birebir benim saçlarım gibi uzun ve kıvır kıvır olduğu ayrıntısı çok hoştu. Bu zamana kadar aldığım en anlamlı doğum günü hediyesi diyebilirim. Resmi bile bu denli mutlu etmişken, gerçeği kim bilir ne kadar büyük bir mutluluk olurdu. Ama karar verdim, kırmızı bir uçurtmayı hayallemek daha keyifli. Beklemek ve yaşamak için beklemeye değer bir şeylerin olduğunu bilmek...

Kutlu doğum haftası bir hafta boyunca kutlanmayacak elbet, sanki gece 00:00'da balkabağı olacak gibiyim. Peri masalı gibi değil ama bir garip içim. Süpriz yapmayı beceremeyen bir anne-babaya sahip bir evlat olarak kendi pastamın siparişini de kendim verdim ya, ölsem de yiyecek gam bulamayacağım bir yaş olacak benim için..Sanırım yani..Umutluyum..

Veeeee.. Doğum günlerimin kemikleşmiş, hem gücüm hem güçsüzlüğüm, umudum, hayat özetim, dudak titremem, cesaretlenmem ve yenilenmeme neden olan bir şarkı ile bir günlüğün daha sonuna gelirken...Eeee ööö sonuna gelirken? Geldik işte son.



07 Eylül 2009

Duvar kızıl.

Bu odanın dördüncü duvarıyım. Benim üzerime asılıyor, ucu sivri raptiye ile tüm notlar. Hepsinde bilindik serzeniş var. Kendimden geriye, kendimden kalan, kendimi boğan ve kendime destek. Hayır yalan söyledim hepsi ama hepsi köstek.

Uykular var, can almaya meyilli. Ve uykuların da bonusları, kabusları var. Can yakmaya yeminli. Dallanıp budaklanıyoruz olduğumuz yerde, dağlanarak. Bir yakarış tutuluyor geceye, gecenin hiç umurunda değiliz halbuki. İçimden uzunca bir cadde inşa ediliyor, tuğlaları bi' yerlerden çalınıp dizilmeye çalışılmakta. Eksik kalıyorum hep kendime, geç kalıyorum. Biraz daha erken uyanabilirsem eğer, daha iyi nefes alabilirim.

Çıplak ayaklarımla banyo fayansına değdiğimde hissediyorum kendimi, aslına bakarsan banyo paspasının üzerine ölür gibi uzanmak bu sahneyi daha orijinal kılsa da, balkon ağlamaya çok müsait. Çam ağaçlarından huzursuzluk sarkıyor sivri sivri. Ruh denen şey, uçmakta..

Geçenlerde, pencereden bakarken çok garip bir isteğe kapıldım. Uçmak istedim birden, ayaklarım yere basmasın istedim. Kollarımı açıp, kendimi bırakasım geldi öylece boşluğa. Uçarken bi' rüzgar çarpsın suratıma, belki biraz üşürüm, belki adrenalin salgılanır, korkarım. Bir şeyler olmalı, yapmalı. Böyle sabit duruşlar çok can sıkmakta. Sinir ve huzursuzluk nöbetlerinden birisiydi, biraz daha düşünseydim ve aklıma mukayet olamasaydım ramak kalmıştı. Parmak uçlarımda yükselmiştim zaten. 

Dinleyebildiğim en sert şarkıyı dinliyorum, uzun süredir böylesi dişlerimi sıkmamıştım. Sözler veriyorum, sözler alıyorum, sözler dinliyorum, sözler söylüyorum, sözler önemsiyorum, sözler yaralıyor, sözler yakalıyor..Gözlerim çok ağrıyor, ağlayamama ağrısı bu.

Üzerimde bi' lanet var ve ben bundan sıyrılamıyorum.

''Bir ben bulanıyorum kızıla, bir bulanıyor kızıl bana..''

06 Eylül 2009

Kısa böyle bi' şey.

-İki gündür kendimi dışarı atıyorum. Canım çıkana kadar yürüyorum. Yeni bi' yöntem bu.
-Kafam eskisinden daha boş. 'Boş' kavramının içi çok dolu.
-Makyaj yapmaya ayrı, temizlemeye ayrı üşeniyorum.
-'Kırıklarını aldırdım saçlarımın' diye şarkı yazacağım. Teoman'nın şarkısından daha güzel olacak.
-Kuaförlerden nefret ediyorum.
-Artık saçlarıma aşık değilim.
-Pencere açık uyuya kalmak çok acı verici bir şey, boynum çok ağrıyor. Bunun yanı sıra, odama girip üzerimi örten ama pencereyi kapatmayı akıl edemeyen ebeveynlerime selam ederim.
-Algımın seçiciliğinde sadece bebekler var şu sıralar. İlk bakışımda gülümseyişlerine hayranım.   -Yolda yürürken bu kadar aklı beş karış havada olmam iyi bi' şey değil. Bir araba altında kalmam ya da iri cüsseli bir adam tarafından ezilebilmem an meselesi olabilir.
-Bazen içi boşaltılmış bir beden gibiyim.
-Genellikle korkağım şu sıralar. Her şeye aşırı tepki verebiliyorum. Koridorda rastladığım herhangi birisine, 'neden sessiz geliyosun! korkuyorum bee korkuyorumm!'' diye çıkışabiliyorum. Tabii çığlık atıp, irkildikten sonra aklım başıma geldiğinde.
-İlk defa kendi hür irademle resmen alışveriş yaptım.
-Ramazan geldiğinden bu yana 1 tane bile atom yemedim. Şimdi düşününce fark ettim.
-Hava soğuk mu sıcak mı diye düşünce kargaşasına düşmekten bıktım. Bir üşüyorum, bir sıcaklıyorum. İnce giyinsen dert, giyinmesen ayrı bir dert.
-Sürekli kitap aldığım ve oturup 'ne olacak bu memleketin hali' diye saatlerce muhabbet edip çay üzerine çayla keyiflendiğimiz sahaf İsmail Abi dükkanını kapatmış. Zaten her muhabbetin bir köşesine iliştirdiğimiz not vardı; ''Bu millet okumuyor be Üstat..''
-Hayatımdaki insanların mutlu haberleri ile çok fazla mutlu oluyorum. Bugün çok mutlu oldum bir şeye.
-Aklıma yine saçlarım geldi, hüzünlendim.                                                                                            -Özlediğim çok şey var.
-Üzüldüğüm çok şey var.
-Umursamamaya çalıştığım çok şey var.
-Kahve içmeliyim.
-Yaşasın Magnum Duble Çikolata.
-Çok kibar bir hanımefendiyim. Kibar ve nazik olmak gerçekten çok güzel, herkes size çok nazik davranıyor. İnce bir ses tonu ve gülümseyen bir yüzle;

*Merhaba, bir tane West İce alabilir miyim?
**Tabi ki efendim. (gülümseyen bir yüzle)
*Çok teşekkür ederim, iyi akşamlar. Kolay gelsin. (Kolay gelsin demek çok önemlidir bakın)
**Teşekkür ederim, iyi akşamlar.

-Yolda karşılaştığım bir bebeği severken annesi ile göz göze gelip ona gülümsemek ve 'Maşallah' ve türevi şeyler söyledikten sonra annesinin suratınındaki gülümsemeyi görmek çok mükemmel bir şey. Yaşasın hiç tanımadığınız insanlarla gülüşmek. Pozitif yayıyor evrene.

02 Eylül 2009

Eylül.

İç ses: '' Neyin var yine, neyedir bu kırgın halin. Saçlarının dağınıklığından aynaya yansıyan tüm şüphelerin, içi öylesine doldurulmuş düşüncelerin.. Sahi..Neyedir öfken ?''

Nereden gelme bu yorgunuk hissi bilmiyorum, 'hiçbir şey' yapmama hali daha önce beni hiç bu kadar paslandırmamıştı. Birkaç şarkı geçiyor yaşamımdan, ince ince kırılıyorum henüz neye kırıldığımı bile bilemeden. Sonra Cezmi Ersözvari bi' hayatı anlamışlık çöküyor üzerime, biraz yorgun biraz pes etmiş. Henüz 21'ime bile girmiş değilim oysa. Olmak istemediğim kadar küçüğüm, bazen kaldıramayacağım kadar çok büyük.

Adını anmaktan korkutuğum duygularım var, küllüğe serpiştiriyorum, odaya serpiştiriyorum kendimi. Dumansız tüm hava sahalarına inat, yoğun bir duman altılıkta boğuyorum kendimi. Perdeler hep kapalı, pencere yarım açık. Yetmiyor nefeslerimiz, yetmiyor. Ben yetmiyorum nefesime...Durgunluğumdan bayılmış bi' halim var, vallahi bilerek değil. Bilerek yapmıyorum..Çok sorum var benim aslında, çok fazla sorum.

Kafamda bi' hikaye var, kafamda mı aslında bilemiyorum, gerçek de olabilir. Olmayabilir de...Bilemiyorum işte, her neyse. Güzel, çok güzel. Benim saflığım çirkin kalıyor..Gerçek olması için hiç etmediğim kadar dua ediyorum. Kimi zaman çok inanıyorum, kendimden daha fazla inanıyorum bu masala. Bir an, derin düşünmeye başlayınca, bu masal en büyük umutsuzluğum oluyor. Sonra bir düşünce dehlizi ki sorma gitsin, acı bile çektiğim oluyor düşün.

Sonra bi' şarkı geçiyor yaşamımdan, bir düşünce havalanıyor odanın sigara dumanı havasızlığına. Ki çoğu zaman en ince ve en gereksiz düşüncelerimle kendimi yerle bir edişim yine sahnede. Aniden yerle bir oluyoruz. Biz..Biz kimiz?

Bilmeyi istediğim çok şey var, sanıyorum ki kendimden başlamalıyım önce. Ama ruhum için en kritik aya girdik. Eylül aylarını ne kadar sevsem de bir o kadar sancılı geçer benim için. Bir kere, hüzne döner bu şehir. Şarkılar, şiirler ve filmler daha çok kahreder. Ve ben dünyaya gelirim her Eylül ayında..Daha çok sorgulama, daha çok yanlışa batma ya da battığı yanlışları fark edip düzeltme yolundayken bi' kere daha batma. Her defasında 'bata çıka' çok şey öğrendiğini sanıp '88 Eylül'üne geriye dönme. Bomboş levhayım hep.


30 Ağustos 2009

Üç-ü-müz!

Pek çok sevgili günlük.

Ben bu satırları yazarken sen bunların hiçbirisini hissedemeyeceksin. Çünkü yoksun, hayalimde yarattığım bi' şeysin. Diğer tüm günlüklerim gibi, oradaki buradaki şuradaki, hala kitaplığımda duran annemin hediye ettiği anartarlıklı mor tüylü günlük gibi. Bir anne, kızına neden kilitli günlük hediye eder ki? Fazla fesat bir insanım, mutlaka anahtarın bir kopyası annemdedir diye. Aslına bakarsan öyle meraklı bir anne de değil, ben hemen hemen her şeyi ağzımdan kaçırıp söylediğim için...Gizli iş çevirememekten veryansın ettiğim zamanlar oldu, sigaraya başladığım zamanda bile annemin karşısına geçip 'anne ben sigara içiyorum' demiştim, gizli içmeyi beceremediğim için. :)

Dün yine kocaman bir gün boyunca evdeydim. Ondan önceki gün ve bir ondan önceki gün de. Zaten Ankara'dan büyük abim gelmişti kuzenler vesaireler derken hep dışarıda ve bir şeyler yapar haldeydik. İşleri yoğunmuş beyfendinin, ertesi gün yepyeni şeyler planı yaparken -en azından ben kendi kendime lunaparka gideriz diye plan yapmıştım- bi' baktım bizimki bilet almaya gideceğiz diyor. Cuma akşamı yol ettik, gitti. Gara kadar gitmedim sevmem veda olaylarını, zaten giderken de şebeğe vurdum içimdeki acıyı. Annem arkasından su dökmeyi unuttuk dedi, tükürdüm. Al sana su dedim. Geri döndü, şöyle bir gülümser gibi biraz da burukça baktı. Baktı, bakıştık. Öyle işte. Gitti. Ertesi akşam da onun bir küçüğü, benim bir büyüğüm ortanca abi kişisi İstanbul'a gitti, yine kaldım mı tek çocuk! Hayır bakkala gidiş gelişler sorun oluyor ondan yani tüm derdim. Yoksa gitsinler yaşasınlar hayatlarını, ben yıllardır onlar üniversitede okurken de yalnızdım hep. Canım sıkkın olduğunda abimin kapısını tık tıklayıp derdimi anlatamamaya ve ona sarılıp ağlayamamaya alışmıştım. Sonra hem tek çocuk olma olayı da güzel. Güzel mi? Taş olurum taş! 

Biz, hepimiz, üçümüz bir fotoğrafın içindeyken, o fotoğraf daha anlamlı..Üçümüzün olduğu kahvaltı masaları, üçümüzün aynı anda dinlediği müzik, üçümüzün aynı anda güldüğü espiri..Üçümüzün olduğu şehir...Biliyorum fazla bencilim..

Dün odamı topladım, sonra odamı dağıttım. Kendime şaşabiliyorum böyle durumlarda, görünürde yaptığım pek bir şey yok ama oda 1 saat içinde eskisinden daha dağınık bir hale gelebiliyor. Odanın tam odak noktasında durup şöyle bir etrafa bakıyorum, ''Allahım ben n'aptım!'' diyorum. Şu sıralar hiç tahammülüm yok dağınık olmaya, etrafımda bir şeyler dağınık durunca ben de doğru orantıda dağılabiliyorum. 'Bırak dağınık kalsın' felsefesi depresyon tetikleyen bir unsurmuş. Oda ve etraf sürekli düzenli dursun, ben düzenli durayım, iyi olayım, iyi olmalıyım. İyiyim..İyiyim..Ben çok iyiyim..Yalandan kim ölmüş?

18 Ağustos 2009

Pus.

Çok geniş bakıyorum şimdi dünyaya. Öyle böyle değil, tam kuş bakışı halindeyim. Milyarlarca insandan sadece birisiyim, gogıl örtde yükselir gibi, zum yapar gibi kendimi buluyorum. Kendimden kaçıyorum, başka hayatlara odaklanıyorum, sonuç yok. Herkes kocaman bi' hiç. Fişi çekiyorum, siyah bir ekranız. Kimse kimseden biraz daha füme değil mesela. Varoluş çizgimi zorluyorum, ucundan azıcık ısırıp çizginin öte tarafına geçme arzusundayım. Oysa zormuş kendinden başka bir boyuta geçmek. Karşıda yine kendimi bekler görüyorum, kendimi... Her ne kadar tatsız bir karşılaşma olsa da, mevcut bir 'karşı kaldırım' olsa da kaçsam telaşındayken, samimiyetsizce selamlaşıp, sarılıyoruz. Yapacak koca bir hiç varken önümüzde, oturup düşleşiyoruz. Yoruluyoruz. Sonuç; biraz griye çalıyor hüzünlerimiz. Yavaş yavaş aydınlanıyoruz, biz aslında hiç oluyoruz diğer tüm insanlar kadar...

İntihara meyledecek olsak etrafta sadece elektrik kabloları var, tartar mı acaba hüzünlerimizi? Ağır gelir mi kararsızlıklarımız, bi' kılıfa giremeyişlerimiz, kimlik bunalımlarımız, duygusal semptomlarımız, uykusuzluklarımız, diş ağrılarımız, can sızılarımız, yalanlarımız ve yalnızlıklarımız? Bir anda, sadece bir anda kaldırabilir mi bir elektrik kablosu tüm bunları...Akıma bağlayıp, elektro şok mu uygularız kendimize de kendimize geliriz? Hangi yol daha kestirme, en acısız hangi türden varoluşun sonuna geliriz? Bi' mumu üflemeyi beceremeyip, koca bir samanyolunu söndürebilir miyiz? Sorulara her cevap veremeyişimizde, bir çentik daha atılır mı bacaklarıma usturayla? Çok kanıyor, yapma..Yapma! Canım acıyor, yapma...

'Boşver milyarlarca insanı' dedim. Birinci çoğul şahıs imajıma benzin döküp yakıyorum, faili ben oluyorum bu serüvenin de. Kitapları açıp, satır satır ikinci tekil şahsımı arıyorum. Okunacak tek bi' cümle kalmadığında nereden o anda geldiğini bilmediğim demirbaş düşü alıyorum uykusuzluğuma. Puslu bir havası olmasa, inanacağım bu kez gerçek olduğuna. Her şeyin orijinaline yakınını imal etmeyi bilen biz insanoğlu, düşlere ellerini uzatamıyor. Uzatmasın! Biliyorum, kirli eller. Hiçbir zaman ellerini yıkamıyor düş kıran, can yakan çoğul şahıslar. Her samimiyetsiz el sıkışmada bir diğerine bulaşıyor, amansız bir virüs gibi. Sonrası, aldatmalar..Sonrası, yalanlar. Sonrası, bencillik..Ve sonrası aşksızlık.

'Sık dişlerini, sarıl düşlerine kızım' dedim. Sözümü dinledim. İlk defa kendi sözümü dinledim. Dişimi sıktım, düşmana diş biledim. Sarılacak düş aradım, pusun içine batmıştım. El yordamıyla kendimi ararken başka bir eli tuttuğumda anladım, kirliydi elleri...Kirlendim..

Artık o kadar da masum bi' kadın değilim.

06 Ağustos 2009

Kafa pası.

Gece olup üzerime bir şey oturunca ve biraz da karamsar bir hava esince fırtınaya çok çabuk kapılıyorum. Sanırım kendimle olan sorunlar en çok şu zamanlarda çılgıncasına atağa geçiyorlar. Gerçek nedir? Gerçekliğin içinde olmak nedir? Bu yalanlar bize ne kadar çok acı verir düşünmekteyim.

Huzursuzluk akıyor aslında buram buram odanın duvarlarından. Ve ben kendim dahil her şeyin üzerine kırmızı bir çizgi çekiyorum. Düşünmemek için çabalarken, aslında ne kadar da düşünen bir zaman içinde kaldığımı görünce sanırım kendime daha fazla kızıyorum. Kendine çok kızmanın bir şey ifade etmeyeceğini çok öncelerden öğrendim, fakat hayatımdaki insanlara kızmaya da kıyamıyorum. Hem ne kadar gerçekler ki? Aylardır kapalı bir odanın içinde, gerçek olmayan ne kadar şey varsa hepsini hayatımın bir köşesine iliştirerek yaşıyorum. Taşıyorum, belki de şimdi taşıyorum kendimden.

Sürekli huzursuz bi' portre çizmek, iki kelam ettiğim her insanın mutlaka huzursuz olması da koyuyor bana. Hele ki biraz biraz değer verdiklerimde görünce aynı şeyleri..Of ne acıdır ki ne kendim için ne de onlar için bir şeyler yapamıyorum. Belki de beni şu yaşam tarzının karşısında bu denli aciz kılan tek şey 'elden bir şey gelmemesi'

Şu sıra insanların beni kırmasına çok fazla müsaade ediyorum, hani belki denizde boğulurken az biraz çırpınır yüzmeye çalışırsın ya ve aslında nafiledir hepsi. Ne kadar çırpınırsan o kadar boşadır aslında, kolunu bacağını yorduğunla kalırsın. Taa ki birisi gelip seni sarana kadar suyun içinde. Boynuna doladığın elleri ile kendini de onu da boğabilme ihtimalin yüksektir. Bu yüzden boğulan kişiye arkadan müdahale etmeli der, can kurtaran bildirgeleri. Korktuğum şey oluyor, bu kez ben çırpınan birisine sarılıyorum kurtarmak için, sanırım biz beraber boğuluyoruz. Nerede boğulduğumuzu bilmeden. Aslında gerçekler gün gibi ortada, kabul edemeyişlerimizse sadece alışkanlıklar. Aslında alışkanlıklar da değil, yalnız kalma korkusu biraz da. Ne acıdır ki sarılan tarafın sadece benim oluşum biraz da fazla yoruyor beni. Sanırım çözülüyorum artık, şu kısma kadar anlattığım şeyler beni bile tatmin etmiş değil.

Kaybetme korkusu?! Şu zamana kadar yoğun biçimde yaşadığım bir şey değildi, aslında bazı şeyleri delicesine umursayan birisi de değildim. Ya da içimden umursayıp dışımdan da umursamıyor havası verip çok da fazla suya sabuna dokunmadan umursamazlıklarımla yaşayıp giderdim. Ama uzun zamandır ilk defa bir şeyi fazlasıyla umursadım. İnsanoğlu garip yaradılışlı bir şeymiş, karşımdakinin gün geçtikçe garipleşmesiyle birlikte bu söylemin aslında ne kadar da gerçek olduğunun farkına vardırıldım. Görünüşte anlatılamayan, dile gelemeyen şeyler var evet. Sanki bir yanımız hep derin bir sırrın içine batık olmak zorunda. ''Susmalıyız'' telkini veriliyor sürekli, ilahi bi' güç tarafından. Genellikle gizemli olmak daha cazip kılar ya karşındakini. Şu durumun bu kadar gizeme ve belirsizliğe bürünmesi artık fazlasıyla canımı sıkmakta. İlk defa bir şeyi, tanıyıp bitirip tüketme hevesindeyim. Aslında tükenmesin de isteğindeyim, hatta kaybetmek korkusunun bir versiyonu da tükenmek üzerinde dolanıyor. Tükenilebilir olmam da cabası. Belki bir hayatın her şeyi olmak istemekle aşırı derecede bencillik yapıyorum, şu zamana kadar olan düşüncelerimin hepsiyle çelişiyorum. Sanırım bir şeyleri terk etmem gerekli. Gidememek de daha acı bir şey. Ya her şey benim anladığım gibi değilse? Bir şeyleri anlamadığım bariz; ama bana artık bir şeyler anlatılmadığı sürece anlayabilecek zamanlarda da değilim. İnce ince anlatılmalı her şey. ''Bak aslında böyle..'' diye başlayarak... Ancak o zaman daha fazla şey yapabilirim. İnsanoğlu garip yaradılışlı demiştik ya hani, benim isteklerim ve anlama çabam da insanoğlunun parelelinde ilerliyor. Ben çok anormal bir şey istemiyorum, artık karşımda o anlatmadan benim her şeyi anlamam gereken birisi olsun istemiyorum.

Zamanlama hatasındayım yine. Sabırla beklerken, kendimden taşmaktan korkuyordum.
Biliyorum..Susmalıyız. 

-Olur.

05 Ağustos 2009

Kabuk-Glop!

Kabuğumun içinden sıyrılmaya başladım. Sanki kırılıyor yavaş yavaş ve ben kırıkların içinden açılıyorum dünyaya... Ya da her hareketliliğin sonunda olduğu gibi kendimi kandırıyoruz. Bilmiyorum.

Nasıl uyuduğumu bilmeden, sabah 09:30'da uyandım. Saate bakacakken üzerimdeki sersemlikten saat kesin şöyle bi' 14:00 falan olmuştur diye düşündüm. Ama çok çok erken olduğunu görünce acayip keyiflendim. Gerçi uyku bölünüp, bi' daha uykuya düşünce daha fazla uyuyorum ama hiçbir şey yatakta 180 derece döndükten sonra yeniden uyumanın tadını veremez diye düşünüyorum. Özellikle saatimi kurup, bir daha uyuduğum zamanlarımı biliyorum. :)

Dedim ya çok uyunuyor diye, akşam 5 gibi uyanarak yine 13 saat uyuma başarısını gösterdim. Yatakta öyle sersemce dururken, bi' kalkıp kahvaltı etsem sonra da odamı toplasam hatta eşyaların yerini değişsem diye düşünürken birden elimde elektrik süpürgesi çılgınca odamı temizlerken buldum. Yatağın yerini değişip pencerenin önüne aldım, odanın dikdörtgen şekli kare oldu sevimli de oldu. İki gün önce perdeleri indirmiştim, onlar yıkanmış. Perde asmak her zaman işkence oldu benim için, nefret ederim hatta. Merdivenden düşme korkum var, perdeler de oldukça uzun ve iki parça fazla olmasından dolayı ayrı bir işkence olayı. Temizlik olayı bitince gözüm askılığın üzerindeki fanusa takıldı -aslında glopmuş adı sonradan öğrendim- Yıllaaaar yıllar önce bi' gün kuzenlerimle sahildeyken, sokak lambasının üzerinde olan kenarından çıkıp aşağıya doğru sarkan, bildiğimiz sokak lambası tepesi işte. Kuzenin omuzlarına çıkıp, var gücümle onu oradan koparmaya uğraşmıştım epey bir, sonra da eve getirmiştim. O sıralar belediyeye ait tüm şeyleri çalma odaya koyma hastalığım vardı -park yapılmaz levhaları, buradan otobüs geçmez levhası, doğal gaz çalışması levhası vs- onu oradan alış amacım da odamdaki ayaklı askılığın tepesine koyup, askılığa da duy ve ampül takıp yapay bir sokak lambası ambiyansı yapmaktı ama aradan geçen üç yıl içerisinde hiç de öyle bir çalışmam olmadı. Bu akşama kadar! :)

Akşam 20:00 sıralarında elektrikçiye gittim, tam kapanıyordu! Şanslıymışım, alacaklarımı aldım.
Ha yazayım da, yarın bir gün siz de seyyar bir gece lambası yapacak olursanız, aklınızda olsun :)
-1 adet erkek fiş. (adına neden erkek fiş deniliyor bilmiyorum)
-Elektrik Kablosu ( Boyutunu siz ayarlayın)
-1 adet duvar duyu (İnşaat duyu, montelik duy gibi de isimleri var)

Fişin ucunu, pense yardımı ile ayırıp kablodan soyuyoruz. Birini erkek fişin içinde olan iki yere bağlıyoruz -vidayı açıp, kabloyu yerleştirip tekrar vidayı sıkıyoruz- aynı işlemi duya da yapıyoruz. Al sana mis gibi lamba.

Eve döndüm. Babam da evdeydi, hazır o varken ben uğraşmayım dedim verdim eline, monte ettik ama askılığa çakma işlemi biraz zorladı ama neticesinde ortaya enfes bi' şey çıktı. Lambayı yakıp, tüm ev ahalisi karşısına geçip aval aval bakıp ''Vallahhh ne de güzel olduuu yavvv'' deyip durduk :p

Benimse uzun zamandır yapmak isteyip, sürekli ertelediğim bir şeyi yaptığım için içimde böyle bir kıpırdama oldu. Acaba, acaba, acabaa kii sıyrılıyor muyum kendimden yavaş yavaş. Bir şeyleri düzeltme, yeniden yapma, yeniden başlama, çalışma hevesi ve azmi gördüm kendimde. Umarım, yalan bir heves degildir. Çünkü er ya da geç bir yerden başlayacaktım. Küçük görünse de buradan başlamak da iyi ama be!


04 Ağustos 2009

Sonunda.. :)

Uzun uğraşlar sonucunda müzik olayını da çözmüş bulunmaktayım, blog işte şimdi istediğim gibi oldu! :) Aslında çok basitmiş de sanırsam pek kendimi vererek uğraşmadığımdan olsa gerek gayet komik haller içerisine girerek bitirdim. Listedekiler elbette favorilerim, çok fazla yabancı müzik dinleyen birisi olmasam da araya birkaç tane serpiştirdim. Olayı da çözdüğüme göre, zaman içinde liste güncellenir mutlaka. Böyle mutlu mesut, müzik dolu bir günlük serüvenini de yaşar giderim.
Merak ettiğim konu şudur ki, ne kadar süre yazacağım buraya. Ben ki kaç site terk-i diyar etmiş çoğu yazısını -evet çoğu!- kopyalayamadan ayrılmış kişiyken, burayı ne kadar süre için yer yurt edineceğim kendimi merakla izliyorum. Savruk ve dağınık yazmaya çalışmanın, bunları bir arada toparlayamamanın acısını sanırım yaşlandığımda hissedeceğim. Henüz pek gencim(:p), zaten hiçbir zaman eşyasını/malını koruyup kollayabilen birisi de olamadım. Ama yakın zamanda, bir gece gizlice operasyona çıkıp sağdan soldan toplamaya çalışacağım yazıları, eğer ki vakti zamanında benim Zekirdek günlüklerimi halihazırda kaydetmişler varsa ne çok mutlu olurum bir bilsen! Olsun lütfen..Lütfeeen!

Kerahat vakti diye bir şey öğrendim ben. Aslında biliyordum da, o vakitlerde uyunmayacağını bilmiyordum. Dün kuzenimle öğlen uykusuna yatıp akşam 5 gibi uyandığımızda söyledi. Meğersem o vakitle ilgili bir şeyler varmış. Şimdi birebir yazabilecek kadar engin bilgiye sahip değilim ama kuzenimin verdiği bilgiye de güvenirim. Derlermiş ki, ''Kerahet vakti uyumayın, uyursanız da uyandığınızda aklınızı kaçırmadığınıza şükredin'' Yani bu süreç akşam 5 ile 9 arasına takabül etmekte ve beynim de parçalar birbirine yerleşmekte. Genelde o saatlerde uyuyup uyandığımda bende afedersin bir salaklık bir salaklık. Sanki uyku değildi uyuduğum, harpten çıkmış gibi bi' bitkinlik, gördüğüm kabuslar da tuzu biberi hikayesi..Zaten çok sağlıklı uykusu olan birisi değilim, bu kerahat vakti olayı beni derinden etkiledi. 'Aklını her an kaçırmaya' müsait bir bünye iken, ister misin bir uyanıyorum aklım yok benim! Tamam şakaydı. Uyumayacağım artık bu saatlerde, lakin şeytan dürtmekte ve ben -Cüneyt'in değimiyle- yatağımın çağrılarını meşgule vermekteyim. :)

Hal.

Gökyüzünden tanıdık tanımadıkk tüm kelimeleri toplayıp ceplerime dolduruyorum. Benden taşıp, bana ağır gelecekleri ana kadar toplayacağım. Beynimdekilerle birlikte birleştirdiğimde, yavaş yavaş dudaklarımdan saçılacak gibi oluyorlar.
"Durun..Durun" diyorum. "Yazacağım!"

Bilinçaltının acı ile dağlandığı çok ince sınırdayım. Ya yaşanılanları anbean tekrar hatırlayıp sınırlarımı ve göz pınarlarımı zorlayacağım ya da unutma aşamasındaki tüm sancılara diş sıkıp dayanacağım. Güzel anıların tek bi' tuşla silinmesi umudundayım, sırf bundandır ki ne kadar kötü şey varsa olmuş ya da olabilecek olan hepsine itina ile yoğunlaşıyorum. Ama unutturmuyor hiçbir şey güzellikleri.

Sağ yandan bir hayatın akıp gittiğini anlamak için süper zeka olmaya gerek yok. Oysa o hayat akıp giderken sen suyun içinde inatla kıyıdan sarkmış bir dala tutunup akışla birlikte sürüklenip gitmezsen hem suda sabit durduğun için üşürsün, zaman sonra morarır dudakların suyun yüzeyinden yansıyan suretinden bile fark edersin, hem de doğal dengeyi bozup kendi dengene de meydan okursun. Şimdi hem dudaklarım mor hem de sabit duruşumda meydan okuyorum yanımdan hızla akıp giden yeni bir hayata. Direniş gücümün kırılmasıyla, yalnızlık oranının hiçbir alakası yok. Öyle de böyle de direniyorum, tezat bir şekilde takdir edilesi ama aynı zamanda acınası bir hal içinde. Ama bu azimle her hal kendi içinde dayanış kudretine göre derecelendirmeye maruz kalıyor.

1)Tam tekmil direniş gücüne geçen hal,
2)Usanmayan hal,
3)Susamayan hal,
4)Yorulan hal,
5)Aniden gaza gelip ''Biraz daha dayanabilirim'' deyip ''Aslında bu hayat çok güzel. Kuşlar kelebekler, aha bahar da geldi laylaylay..''diye düşünen pozitif insan hali,
6)Kendini kandırdığını ve hepsinin aptal bir gözlük olduğunu fark edince, halinden hal beğenmeyip yeni haller arayışına giren hal.
7)''Tamam artık ne olacaksa olsun'' deyip pes ediş-kabulleniş-umursamayış sürecine giren hal, (5. halden farkı, kendini kandırış değil, inanmak)
8) Hal kelimesinin sürekli tekrarlanıp anlamının yitirilmesinden dolayı ''Hal'' sürecinin sona erişi..

İlk beş maddeyi geçtiğimiz iki ay içinde yaşadım, tükettim ve bitti. Şu an tüm bunları yazarken 6. ve 7. madde arasında gidip geliyorum. İşin en kötüsü 6'dan 7'ye geçerken yaşanılan psikolojik süreç insanı ani bir yıkılışa sürüklediğinden, aynı derecede ani bir düşünceyle ''boş verme'' eylemine dönüşeceğinden tetikteyim. Geçiş evrelerinin bayağı bir sancılı olduğunu bildiğimden ne kadar az hasarla geçebilirsem bir dönemden diğerine sonraki ''yeni hal arayıp bulma'' aşamasında ortaya çıkabilecek olan hallerin çeşitliliği ve akla yatkınlığı daha somut oluyor. Ve yeni evreye geçtiğimizde yani 7. evre en uzun ve en boşvermişlik olduğundan sanıyorum kendimi kendimden rahatça uzaklaştırabileceğim, beyin fırtınalarımın ve özlemlerimin ''keşke şöyle olsaydı..'' gibi ah ediş vah edişlerimin olmayacağı dönem olmasından mütevellit heyecanla geçişi beklenmektedir.

Netice itibarıyla annem hep der ki; ''İnsan kendisinin doktoru olmalıdır..'' :)

Yeni bir sürece hoş geldiniz, lütfen düşüncelerinizi şu dolaba kilitleyiniz.
Umursamazlık kemerinizi takıp, mutlu düşlerinize yaslanınız.
Kabullenişe geçiyoruz.

Kabussuz uykular.

03 Temmuz 2009

Yeniden.

Yıllardır şu taşınmaktan ve hep sıfırdan başlamaktan bıktım. (Blog meseleleri)
Sanırım gerçekten dağınığım, dağınığım çok dağınığım!
2008 yılında açıp bir heves yazmaya başladığım bloga şimdi başlamak şey olmuş. Nasip işte.
Saat 09:03 tasarım şu bu işi bitti, bir tek müzik listesi kaldı.
Lakin sinirlenmekteyim.
Uyuyacağım artık.

Hadi bakalım. Hoş geldim.