30 Ağustos 2009

Üç-ü-müz!

Pek çok sevgili günlük.

Ben bu satırları yazarken sen bunların hiçbirisini hissedemeyeceksin. Çünkü yoksun, hayalimde yarattığım bi' şeysin. Diğer tüm günlüklerim gibi, oradaki buradaki şuradaki, hala kitaplığımda duran annemin hediye ettiği anartarlıklı mor tüylü günlük gibi. Bir anne, kızına neden kilitli günlük hediye eder ki? Fazla fesat bir insanım, mutlaka anahtarın bir kopyası annemdedir diye. Aslına bakarsan öyle meraklı bir anne de değil, ben hemen hemen her şeyi ağzımdan kaçırıp söylediğim için...Gizli iş çevirememekten veryansın ettiğim zamanlar oldu, sigaraya başladığım zamanda bile annemin karşısına geçip 'anne ben sigara içiyorum' demiştim, gizli içmeyi beceremediğim için. :)

Dün yine kocaman bir gün boyunca evdeydim. Ondan önceki gün ve bir ondan önceki gün de. Zaten Ankara'dan büyük abim gelmişti kuzenler vesaireler derken hep dışarıda ve bir şeyler yapar haldeydik. İşleri yoğunmuş beyfendinin, ertesi gün yepyeni şeyler planı yaparken -en azından ben kendi kendime lunaparka gideriz diye plan yapmıştım- bi' baktım bizimki bilet almaya gideceğiz diyor. Cuma akşamı yol ettik, gitti. Gara kadar gitmedim sevmem veda olaylarını, zaten giderken de şebeğe vurdum içimdeki acıyı. Annem arkasından su dökmeyi unuttuk dedi, tükürdüm. Al sana su dedim. Geri döndü, şöyle bir gülümser gibi biraz da burukça baktı. Baktı, bakıştık. Öyle işte. Gitti. Ertesi akşam da onun bir küçüğü, benim bir büyüğüm ortanca abi kişisi İstanbul'a gitti, yine kaldım mı tek çocuk! Hayır bakkala gidiş gelişler sorun oluyor ondan yani tüm derdim. Yoksa gitsinler yaşasınlar hayatlarını, ben yıllardır onlar üniversitede okurken de yalnızdım hep. Canım sıkkın olduğunda abimin kapısını tık tıklayıp derdimi anlatamamaya ve ona sarılıp ağlayamamaya alışmıştım. Sonra hem tek çocuk olma olayı da güzel. Güzel mi? Taş olurum taş! 

Biz, hepimiz, üçümüz bir fotoğrafın içindeyken, o fotoğraf daha anlamlı..Üçümüzün olduğu kahvaltı masaları, üçümüzün aynı anda dinlediği müzik, üçümüzün aynı anda güldüğü espiri..Üçümüzün olduğu şehir...Biliyorum fazla bencilim..

Dün odamı topladım, sonra odamı dağıttım. Kendime şaşabiliyorum böyle durumlarda, görünürde yaptığım pek bir şey yok ama oda 1 saat içinde eskisinden daha dağınık bir hale gelebiliyor. Odanın tam odak noktasında durup şöyle bir etrafa bakıyorum, ''Allahım ben n'aptım!'' diyorum. Şu sıralar hiç tahammülüm yok dağınık olmaya, etrafımda bir şeyler dağınık durunca ben de doğru orantıda dağılabiliyorum. 'Bırak dağınık kalsın' felsefesi depresyon tetikleyen bir unsurmuş. Oda ve etraf sürekli düzenli dursun, ben düzenli durayım, iyi olayım, iyi olmalıyım. İyiyim..İyiyim..Ben çok iyiyim..Yalandan kim ölmüş?

18 Ağustos 2009

Pus.

Çok geniş bakıyorum şimdi dünyaya. Öyle böyle değil, tam kuş bakışı halindeyim. Milyarlarca insandan sadece birisiyim, gogıl örtde yükselir gibi, zum yapar gibi kendimi buluyorum. Kendimden kaçıyorum, başka hayatlara odaklanıyorum, sonuç yok. Herkes kocaman bi' hiç. Fişi çekiyorum, siyah bir ekranız. Kimse kimseden biraz daha füme değil mesela. Varoluş çizgimi zorluyorum, ucundan azıcık ısırıp çizginin öte tarafına geçme arzusundayım. Oysa zormuş kendinden başka bir boyuta geçmek. Karşıda yine kendimi bekler görüyorum, kendimi... Her ne kadar tatsız bir karşılaşma olsa da, mevcut bir 'karşı kaldırım' olsa da kaçsam telaşındayken, samimiyetsizce selamlaşıp, sarılıyoruz. Yapacak koca bir hiç varken önümüzde, oturup düşleşiyoruz. Yoruluyoruz. Sonuç; biraz griye çalıyor hüzünlerimiz. Yavaş yavaş aydınlanıyoruz, biz aslında hiç oluyoruz diğer tüm insanlar kadar...

İntihara meyledecek olsak etrafta sadece elektrik kabloları var, tartar mı acaba hüzünlerimizi? Ağır gelir mi kararsızlıklarımız, bi' kılıfa giremeyişlerimiz, kimlik bunalımlarımız, duygusal semptomlarımız, uykusuzluklarımız, diş ağrılarımız, can sızılarımız, yalanlarımız ve yalnızlıklarımız? Bir anda, sadece bir anda kaldırabilir mi bir elektrik kablosu tüm bunları...Akıma bağlayıp, elektro şok mu uygularız kendimize de kendimize geliriz? Hangi yol daha kestirme, en acısız hangi türden varoluşun sonuna geliriz? Bi' mumu üflemeyi beceremeyip, koca bir samanyolunu söndürebilir miyiz? Sorulara her cevap veremeyişimizde, bir çentik daha atılır mı bacaklarıma usturayla? Çok kanıyor, yapma..Yapma! Canım acıyor, yapma...

'Boşver milyarlarca insanı' dedim. Birinci çoğul şahıs imajıma benzin döküp yakıyorum, faili ben oluyorum bu serüvenin de. Kitapları açıp, satır satır ikinci tekil şahsımı arıyorum. Okunacak tek bi' cümle kalmadığında nereden o anda geldiğini bilmediğim demirbaş düşü alıyorum uykusuzluğuma. Puslu bir havası olmasa, inanacağım bu kez gerçek olduğuna. Her şeyin orijinaline yakınını imal etmeyi bilen biz insanoğlu, düşlere ellerini uzatamıyor. Uzatmasın! Biliyorum, kirli eller. Hiçbir zaman ellerini yıkamıyor düş kıran, can yakan çoğul şahıslar. Her samimiyetsiz el sıkışmada bir diğerine bulaşıyor, amansız bir virüs gibi. Sonrası, aldatmalar..Sonrası, yalanlar. Sonrası, bencillik..Ve sonrası aşksızlık.

'Sık dişlerini, sarıl düşlerine kızım' dedim. Sözümü dinledim. İlk defa kendi sözümü dinledim. Dişimi sıktım, düşmana diş biledim. Sarılacak düş aradım, pusun içine batmıştım. El yordamıyla kendimi ararken başka bir eli tuttuğumda anladım, kirliydi elleri...Kirlendim..

Artık o kadar da masum bi' kadın değilim.

06 Ağustos 2009

Kafa pası.

Gece olup üzerime bir şey oturunca ve biraz da karamsar bir hava esince fırtınaya çok çabuk kapılıyorum. Sanırım kendimle olan sorunlar en çok şu zamanlarda çılgıncasına atağa geçiyorlar. Gerçek nedir? Gerçekliğin içinde olmak nedir? Bu yalanlar bize ne kadar çok acı verir düşünmekteyim.

Huzursuzluk akıyor aslında buram buram odanın duvarlarından. Ve ben kendim dahil her şeyin üzerine kırmızı bir çizgi çekiyorum. Düşünmemek için çabalarken, aslında ne kadar da düşünen bir zaman içinde kaldığımı görünce sanırım kendime daha fazla kızıyorum. Kendine çok kızmanın bir şey ifade etmeyeceğini çok öncelerden öğrendim, fakat hayatımdaki insanlara kızmaya da kıyamıyorum. Hem ne kadar gerçekler ki? Aylardır kapalı bir odanın içinde, gerçek olmayan ne kadar şey varsa hepsini hayatımın bir köşesine iliştirerek yaşıyorum. Taşıyorum, belki de şimdi taşıyorum kendimden.

Sürekli huzursuz bi' portre çizmek, iki kelam ettiğim her insanın mutlaka huzursuz olması da koyuyor bana. Hele ki biraz biraz değer verdiklerimde görünce aynı şeyleri..Of ne acıdır ki ne kendim için ne de onlar için bir şeyler yapamıyorum. Belki de beni şu yaşam tarzının karşısında bu denli aciz kılan tek şey 'elden bir şey gelmemesi'

Şu sıra insanların beni kırmasına çok fazla müsaade ediyorum, hani belki denizde boğulurken az biraz çırpınır yüzmeye çalışırsın ya ve aslında nafiledir hepsi. Ne kadar çırpınırsan o kadar boşadır aslında, kolunu bacağını yorduğunla kalırsın. Taa ki birisi gelip seni sarana kadar suyun içinde. Boynuna doladığın elleri ile kendini de onu da boğabilme ihtimalin yüksektir. Bu yüzden boğulan kişiye arkadan müdahale etmeli der, can kurtaran bildirgeleri. Korktuğum şey oluyor, bu kez ben çırpınan birisine sarılıyorum kurtarmak için, sanırım biz beraber boğuluyoruz. Nerede boğulduğumuzu bilmeden. Aslında gerçekler gün gibi ortada, kabul edemeyişlerimizse sadece alışkanlıklar. Aslında alışkanlıklar da değil, yalnız kalma korkusu biraz da. Ne acıdır ki sarılan tarafın sadece benim oluşum biraz da fazla yoruyor beni. Sanırım çözülüyorum artık, şu kısma kadar anlattığım şeyler beni bile tatmin etmiş değil.

Kaybetme korkusu?! Şu zamana kadar yoğun biçimde yaşadığım bir şey değildi, aslında bazı şeyleri delicesine umursayan birisi de değildim. Ya da içimden umursayıp dışımdan da umursamıyor havası verip çok da fazla suya sabuna dokunmadan umursamazlıklarımla yaşayıp giderdim. Ama uzun zamandır ilk defa bir şeyi fazlasıyla umursadım. İnsanoğlu garip yaradılışlı bir şeymiş, karşımdakinin gün geçtikçe garipleşmesiyle birlikte bu söylemin aslında ne kadar da gerçek olduğunun farkına vardırıldım. Görünüşte anlatılamayan, dile gelemeyen şeyler var evet. Sanki bir yanımız hep derin bir sırrın içine batık olmak zorunda. ''Susmalıyız'' telkini veriliyor sürekli, ilahi bi' güç tarafından. Genellikle gizemli olmak daha cazip kılar ya karşındakini. Şu durumun bu kadar gizeme ve belirsizliğe bürünmesi artık fazlasıyla canımı sıkmakta. İlk defa bir şeyi, tanıyıp bitirip tüketme hevesindeyim. Aslında tükenmesin de isteğindeyim, hatta kaybetmek korkusunun bir versiyonu da tükenmek üzerinde dolanıyor. Tükenilebilir olmam da cabası. Belki bir hayatın her şeyi olmak istemekle aşırı derecede bencillik yapıyorum, şu zamana kadar olan düşüncelerimin hepsiyle çelişiyorum. Sanırım bir şeyleri terk etmem gerekli. Gidememek de daha acı bir şey. Ya her şey benim anladığım gibi değilse? Bir şeyleri anlamadığım bariz; ama bana artık bir şeyler anlatılmadığı sürece anlayabilecek zamanlarda da değilim. İnce ince anlatılmalı her şey. ''Bak aslında böyle..'' diye başlayarak... Ancak o zaman daha fazla şey yapabilirim. İnsanoğlu garip yaradılışlı demiştik ya hani, benim isteklerim ve anlama çabam da insanoğlunun parelelinde ilerliyor. Ben çok anormal bir şey istemiyorum, artık karşımda o anlatmadan benim her şeyi anlamam gereken birisi olsun istemiyorum.

Zamanlama hatasındayım yine. Sabırla beklerken, kendimden taşmaktan korkuyordum.
Biliyorum..Susmalıyız. 

-Olur.

05 Ağustos 2009

Kabuk-Glop!

Kabuğumun içinden sıyrılmaya başladım. Sanki kırılıyor yavaş yavaş ve ben kırıkların içinden açılıyorum dünyaya... Ya da her hareketliliğin sonunda olduğu gibi kendimi kandırıyoruz. Bilmiyorum.

Nasıl uyuduğumu bilmeden, sabah 09:30'da uyandım. Saate bakacakken üzerimdeki sersemlikten saat kesin şöyle bi' 14:00 falan olmuştur diye düşündüm. Ama çok çok erken olduğunu görünce acayip keyiflendim. Gerçi uyku bölünüp, bi' daha uykuya düşünce daha fazla uyuyorum ama hiçbir şey yatakta 180 derece döndükten sonra yeniden uyumanın tadını veremez diye düşünüyorum. Özellikle saatimi kurup, bir daha uyuduğum zamanlarımı biliyorum. :)

Dedim ya çok uyunuyor diye, akşam 5 gibi uyanarak yine 13 saat uyuma başarısını gösterdim. Yatakta öyle sersemce dururken, bi' kalkıp kahvaltı etsem sonra da odamı toplasam hatta eşyaların yerini değişsem diye düşünürken birden elimde elektrik süpürgesi çılgınca odamı temizlerken buldum. Yatağın yerini değişip pencerenin önüne aldım, odanın dikdörtgen şekli kare oldu sevimli de oldu. İki gün önce perdeleri indirmiştim, onlar yıkanmış. Perde asmak her zaman işkence oldu benim için, nefret ederim hatta. Merdivenden düşme korkum var, perdeler de oldukça uzun ve iki parça fazla olmasından dolayı ayrı bir işkence olayı. Temizlik olayı bitince gözüm askılığın üzerindeki fanusa takıldı -aslında glopmuş adı sonradan öğrendim- Yıllaaaar yıllar önce bi' gün kuzenlerimle sahildeyken, sokak lambasının üzerinde olan kenarından çıkıp aşağıya doğru sarkan, bildiğimiz sokak lambası tepesi işte. Kuzenin omuzlarına çıkıp, var gücümle onu oradan koparmaya uğraşmıştım epey bir, sonra da eve getirmiştim. O sıralar belediyeye ait tüm şeyleri çalma odaya koyma hastalığım vardı -park yapılmaz levhaları, buradan otobüs geçmez levhası, doğal gaz çalışması levhası vs- onu oradan alış amacım da odamdaki ayaklı askılığın tepesine koyup, askılığa da duy ve ampül takıp yapay bir sokak lambası ambiyansı yapmaktı ama aradan geçen üç yıl içerisinde hiç de öyle bir çalışmam olmadı. Bu akşama kadar! :)

Akşam 20:00 sıralarında elektrikçiye gittim, tam kapanıyordu! Şanslıymışım, alacaklarımı aldım.
Ha yazayım da, yarın bir gün siz de seyyar bir gece lambası yapacak olursanız, aklınızda olsun :)
-1 adet erkek fiş. (adına neden erkek fiş deniliyor bilmiyorum)
-Elektrik Kablosu ( Boyutunu siz ayarlayın)
-1 adet duvar duyu (İnşaat duyu, montelik duy gibi de isimleri var)

Fişin ucunu, pense yardımı ile ayırıp kablodan soyuyoruz. Birini erkek fişin içinde olan iki yere bağlıyoruz -vidayı açıp, kabloyu yerleştirip tekrar vidayı sıkıyoruz- aynı işlemi duya da yapıyoruz. Al sana mis gibi lamba.

Eve döndüm. Babam da evdeydi, hazır o varken ben uğraşmayım dedim verdim eline, monte ettik ama askılığa çakma işlemi biraz zorladı ama neticesinde ortaya enfes bi' şey çıktı. Lambayı yakıp, tüm ev ahalisi karşısına geçip aval aval bakıp ''Vallahhh ne de güzel olduuu yavvv'' deyip durduk :p

Benimse uzun zamandır yapmak isteyip, sürekli ertelediğim bir şeyi yaptığım için içimde böyle bir kıpırdama oldu. Acaba, acaba, acabaa kii sıyrılıyor muyum kendimden yavaş yavaş. Bir şeyleri düzeltme, yeniden yapma, yeniden başlama, çalışma hevesi ve azmi gördüm kendimde. Umarım, yalan bir heves degildir. Çünkü er ya da geç bir yerden başlayacaktım. Küçük görünse de buradan başlamak da iyi ama be!


04 Ağustos 2009

Sonunda.. :)

Uzun uğraşlar sonucunda müzik olayını da çözmüş bulunmaktayım, blog işte şimdi istediğim gibi oldu! :) Aslında çok basitmiş de sanırsam pek kendimi vererek uğraşmadığımdan olsa gerek gayet komik haller içerisine girerek bitirdim. Listedekiler elbette favorilerim, çok fazla yabancı müzik dinleyen birisi olmasam da araya birkaç tane serpiştirdim. Olayı da çözdüğüme göre, zaman içinde liste güncellenir mutlaka. Böyle mutlu mesut, müzik dolu bir günlük serüvenini de yaşar giderim.
Merak ettiğim konu şudur ki, ne kadar süre yazacağım buraya. Ben ki kaç site terk-i diyar etmiş çoğu yazısını -evet çoğu!- kopyalayamadan ayrılmış kişiyken, burayı ne kadar süre için yer yurt edineceğim kendimi merakla izliyorum. Savruk ve dağınık yazmaya çalışmanın, bunları bir arada toparlayamamanın acısını sanırım yaşlandığımda hissedeceğim. Henüz pek gencim(:p), zaten hiçbir zaman eşyasını/malını koruyup kollayabilen birisi de olamadım. Ama yakın zamanda, bir gece gizlice operasyona çıkıp sağdan soldan toplamaya çalışacağım yazıları, eğer ki vakti zamanında benim Zekirdek günlüklerimi halihazırda kaydetmişler varsa ne çok mutlu olurum bir bilsen! Olsun lütfen..Lütfeeen!

Kerahat vakti diye bir şey öğrendim ben. Aslında biliyordum da, o vakitlerde uyunmayacağını bilmiyordum. Dün kuzenimle öğlen uykusuna yatıp akşam 5 gibi uyandığımızda söyledi. Meğersem o vakitle ilgili bir şeyler varmış. Şimdi birebir yazabilecek kadar engin bilgiye sahip değilim ama kuzenimin verdiği bilgiye de güvenirim. Derlermiş ki, ''Kerahet vakti uyumayın, uyursanız da uyandığınızda aklınızı kaçırmadığınıza şükredin'' Yani bu süreç akşam 5 ile 9 arasına takabül etmekte ve beynim de parçalar birbirine yerleşmekte. Genelde o saatlerde uyuyup uyandığımda bende afedersin bir salaklık bir salaklık. Sanki uyku değildi uyuduğum, harpten çıkmış gibi bi' bitkinlik, gördüğüm kabuslar da tuzu biberi hikayesi..Zaten çok sağlıklı uykusu olan birisi değilim, bu kerahat vakti olayı beni derinden etkiledi. 'Aklını her an kaçırmaya' müsait bir bünye iken, ister misin bir uyanıyorum aklım yok benim! Tamam şakaydı. Uyumayacağım artık bu saatlerde, lakin şeytan dürtmekte ve ben -Cüneyt'in değimiyle- yatağımın çağrılarını meşgule vermekteyim. :)

Hal.

Gökyüzünden tanıdık tanımadıkk tüm kelimeleri toplayıp ceplerime dolduruyorum. Benden taşıp, bana ağır gelecekleri ana kadar toplayacağım. Beynimdekilerle birlikte birleştirdiğimde, yavaş yavaş dudaklarımdan saçılacak gibi oluyorlar.
"Durun..Durun" diyorum. "Yazacağım!"

Bilinçaltının acı ile dağlandığı çok ince sınırdayım. Ya yaşanılanları anbean tekrar hatırlayıp sınırlarımı ve göz pınarlarımı zorlayacağım ya da unutma aşamasındaki tüm sancılara diş sıkıp dayanacağım. Güzel anıların tek bi' tuşla silinmesi umudundayım, sırf bundandır ki ne kadar kötü şey varsa olmuş ya da olabilecek olan hepsine itina ile yoğunlaşıyorum. Ama unutturmuyor hiçbir şey güzellikleri.

Sağ yandan bir hayatın akıp gittiğini anlamak için süper zeka olmaya gerek yok. Oysa o hayat akıp giderken sen suyun içinde inatla kıyıdan sarkmış bir dala tutunup akışla birlikte sürüklenip gitmezsen hem suda sabit durduğun için üşürsün, zaman sonra morarır dudakların suyun yüzeyinden yansıyan suretinden bile fark edersin, hem de doğal dengeyi bozup kendi dengene de meydan okursun. Şimdi hem dudaklarım mor hem de sabit duruşumda meydan okuyorum yanımdan hızla akıp giden yeni bir hayata. Direniş gücümün kırılmasıyla, yalnızlık oranının hiçbir alakası yok. Öyle de böyle de direniyorum, tezat bir şekilde takdir edilesi ama aynı zamanda acınası bir hal içinde. Ama bu azimle her hal kendi içinde dayanış kudretine göre derecelendirmeye maruz kalıyor.

1)Tam tekmil direniş gücüne geçen hal,
2)Usanmayan hal,
3)Susamayan hal,
4)Yorulan hal,
5)Aniden gaza gelip ''Biraz daha dayanabilirim'' deyip ''Aslında bu hayat çok güzel. Kuşlar kelebekler, aha bahar da geldi laylaylay..''diye düşünen pozitif insan hali,
6)Kendini kandırdığını ve hepsinin aptal bir gözlük olduğunu fark edince, halinden hal beğenmeyip yeni haller arayışına giren hal.
7)''Tamam artık ne olacaksa olsun'' deyip pes ediş-kabulleniş-umursamayış sürecine giren hal, (5. halden farkı, kendini kandırış değil, inanmak)
8) Hal kelimesinin sürekli tekrarlanıp anlamının yitirilmesinden dolayı ''Hal'' sürecinin sona erişi..

İlk beş maddeyi geçtiğimiz iki ay içinde yaşadım, tükettim ve bitti. Şu an tüm bunları yazarken 6. ve 7. madde arasında gidip geliyorum. İşin en kötüsü 6'dan 7'ye geçerken yaşanılan psikolojik süreç insanı ani bir yıkılışa sürüklediğinden, aynı derecede ani bir düşünceyle ''boş verme'' eylemine dönüşeceğinden tetikteyim. Geçiş evrelerinin bayağı bir sancılı olduğunu bildiğimden ne kadar az hasarla geçebilirsem bir dönemden diğerine sonraki ''yeni hal arayıp bulma'' aşamasında ortaya çıkabilecek olan hallerin çeşitliliği ve akla yatkınlığı daha somut oluyor. Ve yeni evreye geçtiğimizde yani 7. evre en uzun ve en boşvermişlik olduğundan sanıyorum kendimi kendimden rahatça uzaklaştırabileceğim, beyin fırtınalarımın ve özlemlerimin ''keşke şöyle olsaydı..'' gibi ah ediş vah edişlerimin olmayacağı dönem olmasından mütevellit heyecanla geçişi beklenmektedir.

Netice itibarıyla annem hep der ki; ''İnsan kendisinin doktoru olmalıdır..'' :)

Yeni bir sürece hoş geldiniz, lütfen düşüncelerinizi şu dolaba kilitleyiniz.
Umursamazlık kemerinizi takıp, mutlu düşlerinize yaslanınız.
Kabullenişe geçiyoruz.

Kabussuz uykular.