17 Ekim 2010
En büyük balık.
Sanırım bu hafta en çok eğlendiğim haftaydı. Kalabalık olmaya gittikçe alışıyorum, başlarda yaşadığım o 'uyum problemimi' aştım. Sınıf ortamının ve arkadaşlarımın bambaşka güpgüzel insanlar olmasından dolayı çok şanslıyım. Belki bu kadar güzel insanlarla beraber olmasaydık buraya bu kadar çabuk alışıp, bu kadar çok sevmezdik. Geçen gün aniden ciddileşen konuşmanın özeti buydu. Ben halen ileride mutlaka bu tadın bozulacağına inansam da, herkesin benim gibi düşünüyor olması çok güzel. Sonra dedik ki, şehrin çok bi' önemi yok -aslında var da o kadar değil- eğer o şehri güzel insanlarla yaşıyorsan ya da çok kötü bir yerde yanından mükemmel insanlar varsa cennettir.
Buraya gelmeden önce, daha önce burada okumuş birisiyle konuşurken ve şehir hakkında bilgi almaya çalışırken bana şunu söylemişti: ''eğer güzel bir arkadaş çevresine sahipsen, mükemmel bir şehir'' şimdi anlıyorum ne demek istediğini. Oda arkadaşlarımın neden o kadar da mutlu olmadıklarını ve benim mutluluğumla kıyaslayınca daha iyi anlıyorum.
Cuma günü, son zamanlarda gülmediğim kadar çok güldüm. Her zamanki mekanımız Promil Bar'da geçirilen acayip komik, bol espirili ve kahkahalı saatlerden sonra alkolün de verdiği gazla Kordon'a indik. Yine epey bi' kalabalıktı. Aniden gaza geldik ve koşmaya başladık. Neden koşmaya başladık bilmiyorum ama koştum epey bi'. Sahilde balık tutan amcalar vardı, amcanın birisinin oltasının misinası dolanmış onu çözmeye çalışıyordu. Biz de yanından dururken, adamın misinayı çözmek için resmen can vermesine dayanamayarak yanına gittik. Canan diye bir arkadaşla oltayı alıp çözmeye başladık. Bu bizim alkol testimiz gibi bi' şeydi. Ben hâlâ o kafayla o oltayı çözmeyi nasıl başardım bilmiyorum. Sonra ben amcaya dönüp ''Ben hiç olta atmadım, bir kere atabilir miyim?'' dedim, ''Tabii kiii'' dedi ve nasıl atacağımı anlattı. Diğerleri kıyıda durmuştu ve bize bakıyordu çapraz kısmımda kalıyorlardı. Makaranın misinasını önce parmağımla tuttum ve geriye çekip attım, parmağımı bıraktım. Lakin rüzgardan dolayı kanca bizimkilerin üstüne, karaya doğru gitti ve orda acayip bi' telaş oldu. Herkes can havliyle kaçışmaya başladı. Önce ne olduğunu anlamadım ama kanca kara boyunca gidiyor elimdeki makaradan misina açıldıkça açılıyordu. Okan, kancanın peşine düşmüş yakalamaya çalışıyor. Ben elimde misina gülmekten kıvranıyor bir yandan da oldukça geniş kütleli olan Efe'yi oltalamaya çalıştığım konusunda basın açıklaması yapıyorum: ''En büyük balık Efe'yi yakalayacaktım kiiii ihihihi''
Orada durup yarım saat boyunca güldük, sonra içinde bir sürü sarhoşun olduğu ufak bir halay çekip sessizce dağıldık.
Kendime not:
sonraki yazı; yumurta, motokros, merve, marina apaçileri ve Türk sinema tarihi.
08 Ekim 2010
Yeni kavramlar.
Önceleri bu kelime bana hep öğretmenleri ve memurları çağrıştırırdı. Sanki sadece onlar memleket değiştirmek zorundaydı. 'Hasret' kelimesinin arabeskliği ile memleket kelimesi birbirine iç içe geçen bambaşka şeydi. 'Gurbet' ise ağlamaklıydı, eski Türk filmi gibiydi çağrışımları. Ve nedense hapishaneler gelirdi aklıma. ''Sıla'' dediğimdeyse sessizlik oluyordu burada.
Gece boyunca memleket dedim, hasret dedim, gurbet kelimesi dudaklarımdan dökülürken ağlıyordum. Artık bunların hepsi yanyana geldiğinde annemi hatırlatıyordu bana. Annemin saçları, annemin kokusu. annemin her şeyi hep en güzel yapması. Memleket deyince babamın ''baba terlikleri'' geliyordu aklıma. Terliklerini her aradığında benim ayağımda bulduğu için kızmasını ''Kendi terliklerini giysene kızım, terlik mi almadık sana?'' diye azarlamasıydı sanki memleket. Yağmurlu Karadeniz gününün kasvetinin huzur vermesiydi en çok. Sessizliğe doymaktı bir de.
Uzak kavramı daha önce hiç bu kadar karmaşık olmamıştı. Bir şeyleri anlamlandırmaya çalışma kısmında ben nedense artık eksik kalıyordum; çünkü madem anlam veremiyorum o halde düşünmeyeyim diyordum bunaldığım vakitlerde. Artık gururuma dokunuyordu bu derece boş vermek. Sabah çıkıp, gün boyu derslere girip kafayı dağıtarak; gece yine aynı şekilde kalabalık bir grubun içinde sesimin ve sıkıntılarımın kaynayıp gittiği saatlerden sonra yurda giren en son kişi olarak daha çok boş veremezdim.
Artık bu şehrin daha büyük bir parçasıyım. Ya da artık bu şehir benim çok büyük bir parçam. Bu kadar kısa zamanda içime yer eden, denizine ve gemisine bakıp kaldırımında ağlayacak kadar çok bağrıma bastığım bi' yer. Caddelerinde üşüyerek delicesine koştuğum, güldüğüm, ana caddelerinden sıkılıp ara sokaklarını çözmeye kendimi adadığım, rüzgarlı soğuk; ama bana çok benzeyen bir şehir oldu burası...
23 Eylül 2010
Sorun yok.
Çok şeyin değişeceğini, bir şeylere uyum sağlarken sancılarımın artacağını biliyordum. Yeni sancılarımın olacağını, insanların beni yorabileceğini ve çok daha fazlasını. Bugün ''Neden suratın asık?'' diye soranlara dolu dolu gözlerle bakıp ''Mutsuzum'' deyip gerisini getiremeyişim de aslında tüm bunların bilincinde olmamdan. Evet, bunlar zaten yaşanacaktı. Her şey normal seyrinde gidiyor ve bugün çok mutsuzum.
Kafam yerinde olmadığından sürekli kayboluyorum şehir içinde. Bugün kendimi çok alakasız bi' yerde buldum ve sabah derse yetişemedim. Öğleden sonra dersim boştu geri dönerken yine kayboldum, oturdum ağladım ben de. Evet, burası çok büyük bi' şehir değil belki ama çok fazla karışık ve iç içe geçmiş her şey. Çok sıkışık her yer ve birbirine fazla benziyor. Üstüne bir de ruh halime yapışıp kalmış mutsuzluk ve salaklık olunca, ne yediğim yemeğin bi' anlamı oluyor ne de güldüğüm, konuştuğum bi'şeylerin.
Biliyorum en çok üç ay içinde her yerini avcumun içi gibi öğreneceğim bu şehrin de. Düzenimi oturttuğumda, çoğu şeyimi rutine bağladığımda çok daha keyifli olacak. O sebeple sorun yok şimdilik; ama bugün çok mutsuzum yine de.
20 Eylül 2010
İlk güne not.
Aynı şarkıyı belki bugün otuz üçüncü kez dinliyorum. Hiç ağlamadım. Sanırım biraz hızlı alıştım. Sabah gülerek uyandık oda arkadaşlarımla. Akşam biraz dudaklarım titredi, sonra balkona başka bir kız gelip muhabbet etmeye başlayınca geçti. Ben hiç ağlamadım. Canım yanmadı. Ve galiba burayı sevdim, ben hiç ağlamadım. Kalbim kırılmadı henüz...
Okul ve sınıf tahmin ettiğimden de iyidi. Aslına bakarsan, kafamda belli bir portre çizmemiştim. İnsanların çok iyi, çok güler yüzlü ya da çok sıcak olmasını beklemedim. Önce nasıl davranmam gerektiğini çok düşündüm. Sabah çok yorgundum, saçım başım dağınıktı, çok da umurumda değildi. Yine de gördüğüm herkese gülümsedim. Gülümsediğim herkes bana gülümsedi. Sonra garip bir hava oldu. Aniden bir kaynaşma ve enteresan bir diyalog şekli oluştu. Hani olur ya ''Yıllardır tanıyormuşum gibi'' hissi. Sonra iki saatlik boşluğumuzda sürü halinde sahile indik. İnsanların isimlerini ezberlemeye çalıştım, önemlidir insan isimleri çünkü. Bir insanın kulağına en aşina gelen şey kendi ismidir. Sonra güldük bol bol, göbekten güldük hem de. Güzeldi, kalbim kırılmadı hiç. Ağlamadım hiç.
Sınıf son dersten çıkıp yemeğe gitti. Oda arkadaşlarım da yurda geçmişti, mesaj atmışlardı. Ben de iki saat sonra gelirim dedim ama önce gidip sürpriz yapayım dedim. Odadan girince hoş oldu, sevindik. Sonra dün dolabımı cok dağınık yerleştirdiğimden, yeniden dolabımı yerleştirdik. Akşam yemeğimizi yiyip çıkacaktık, Refiye Abla yediğim en güzel arpa şehriyeli pilavı yapmıştı. (Arpa şehriyeli pilav görünce aklıma kimse gelmedi. Önceden gelirdi. Şimdi buraya yazarken geldi. Bu iyi bir şey bence. Ehehe) Sonra kızlarla çıkıp odamız için çöp kovası, kapı askılığı ve vileda aldık. Ben bugün yolları biraz daha çok öğrendiğimden kaybolmadan yurda geldik. Yurdun en geniş odasına sahip olduğumuzdan dolayı ayrıca mutluyuz ehehe. Özellikle uyumlu oda arkadaşlarına denk gelebilmek çok önemliymiş, kaldı ki çok şükür hiçbir pürüz şimdilik yok. Hatta tatlı bi' huzurumuz var...Bu sabah saatlerimizin alarmı aynı anda çalmaya başladı, sonra uyandık ve gülmeye başladık. Kahkaha atarak uyanmak güzel ki! Sonra yatağa oturup üşüyorumm diye bağırdım, dişlerim titredi. Göz bandım hala gözümde, yataktan bacaklarımı sarkıtmış, saçlarım bi' hayli dağınık durum çok daha komikti bence. Uyanınca komik olabiliyorum ben. Çirkin ve komik.
Şimdi en boş günlerim biliyorum. Derslerim başladığında aşırı bir yoğunluk olacak. Birkaç gün dinlenmem gerek sanırım, yarın derslerimiz boş. Okula gitmiyorum. Odayı temizleyeceğim. Annemin kızıyım çünkü rahat duramam. :)
Sanırım 'ilk gün'e dair daha çok şey yazılabilirdi ama ilk günmüş gibi hissetmedim hiç. Diğer güzel günlerimden sadece birisiydi ve cidden güzeldi..'ilk gün' anılarına bi' not düşüldü...Gülümsendi ve uykuya dalındı...
15 Eylül 2010
"Dileğini tutmuş sayar sonsuzdan geri"
Sandığın kadar mutlu değilim. Kendi doğum günlerimde mutlu olmayı beceremem; ama başka insanların doğum günleri bana daha çok heyecan verir. O insanı tanıdığım için, o güne borcum varmış gibi hissederim hep. Kendi doğum günümde ise alacağım çok şey varmış da hiçbirisini alamamışım gibi buruk olurum nedense. Evet, ben de her zaman daha fazlasını isteyen insanoğlundan birisi olabiliyorum böyle zamanlarda. Alacak-verecek muhasebesinde hep açık çıkıyor ve sinirleniyorum. İyi olmanın ölçütü nedir bulamadım bi' türlü. 'Göreceli herhalde' deyip boşvermeye çalışıyorum...
Geçmiş yaştaki yaşanan her şeyin bir gecede olduğu gibi önüme serilmesi ürkütücü olabiliyor böyle doğum günlerinde. Özellikle, geçirdiğim koskoca 21 yılda sanırsam en kötü yaş olması gelen yaş konusunda da tedirgin ediyor. 'Bir yıllık kalkınma planı' yapamıyorum bu yıl, çünkü geçen yıllarda tutmadığını görmek yeterince tecrübe edindirdi. Evren, cidden ona itina ve sevgi ile gönderdiğim mesajları yanlış anlıyor. Vişne diyorum, elma çıkıyor. Elma yemeyi cidden sevmiyorum. Muhtemelen elma da beni sevmiyor. Bu da evrenin 'Haddini bil' deme şekli galiba.
Kalbim geçen yıldan daha çok kırık; ama idare edebiliyorum (sanırım). Bu yaşımda geçen yıldan ve önceki tüm yıllardan daha fazla şey yapmam gerek. 3 gün sonra gideceğim, bilmediğim yeni bir şehir; yeni insanlar, beni inciltecek yeni insanlar, beni mutlu edecek yeni insanlar, beni şaşırtacak yeni insanlar...İnsanlar ve yeni. Ben ve yeni. Yeni bi' düzenin içinde ben ve insanlar. Yeninin heyecan vermesi değil bu defa, yeninin çok fazla düşündürmesi ve ara ara ürkütmesi. İnsanları seviyorum, insanları bazen sevemiyorum; ama en çok kendimi seviyorum. Kimi zaman bencilce seviyorum kendimi, başka insanları da sevmemin nedeni kendimi mutlu ettiklerinden. Onlara sarıldığımda, ellerini tuttuklarımda, omuzlarına yattığımda kendimi mutlu hissetmemden. Bu sebepten dünyanın en şanslı insanıyım ben. İşte o 'insanları' düşündüğümde kesinlikle daha çekilebilir bir akla sahip oluyorum. Salt sevgi ile ayakta durabiliyorum. Kendimi severek, onları severek...Hep daha çok severek ve elbette sevildiğimi hissederek.
Bu defa diğerlerinden farklı olarak 'kabullenişlerim' var. Eskiden hep ''Keşke o güne geri dönebilsem'' diye iç geçirdiğim zamanlarım oldu. Belki bir şeyleri değiştirebilirdim; belki bundan daha iyi olamazdım ama yine de değişebilirdi, neden olmasın? Olmasın. Olmamalı-ymış. Olamaz üstelik... Galiba büyüdükçe bu kabulleniş süreci daha çabuk ve daha az sancısız işliyor. Artık değiştiremeyeceğim şeyler yüzünden yorulmaktan, kalbimin sürekli kırılmasından ve yürümem gereken her yolun tersi istikametinde koşmaktan aşındım. Biraz daha fazla yaş geçtikçe, deneyimler, öğretiler ve çok dahası bana aşırı tepkisizlik verecek diye korkuyorum ara sıra. Gururumun her geçen gün kırılmaya alışması gerek; çünkü 'bu böyle' ve değiştiremiyorum. Artık değiştiremeyeceğim şeyler yüzünden de hırs yapmak saçma geliyor. ''Ne gerek var?'' dediğim durumlar artıyor...
Bir kitabı okurken, bir filmi izlerken hep sonunu merak eder ya insan. Aslında tüm kitabı sırf o sonu için okuyor olduğunun farkına varır. Ben de kendi sonumu merak ediyorum, kısa vadede bundan beş yıl sonra nerede olacağımı mesela. 16 yaşımdan bu yana her doğum günümde yazdığım gibi, beş yıl sonra bugün ne yazacağımı merak ediyorum en çok. Aslında bu merak, belki biraz kaygı, heyecan ve çok dahası, yeni bir yaşı kutlamak için; yeni bir yaşa daha yola çıkmak için yeterli nedenler. Sırf bu merak ve heyecanla, en sevdiğim ayakkabılarımla yeni yaşımdan başka yeni yaşıma koşuyorum.
15 Eylül kutlu olsun! :)
13 Eylül 2010
Odalar ve boşluklar.
Ben senin kim olduğunu biliyordum; ama sen 'kimin' sen olduğunu bilmiyordun. Sonra, ben senin aslında kim olmadığını anladığımda, aynı sokakta yan yana geçerken birbirini tanımayan iki insan anlamsızlığında sıkışıp kaldık. Ben uyurken dişlerimi sıkıyordum ve artık senin nasıl uyuduğunu bile unutmuştum.
Bir boşluk vardı, benden büyüktü. Sanırım ben zaman zaman o büyük boşluğun ta kendisi oluyordum. Sonra boşluk sana dönüşüyordu, ben senin boşluğun oluyordum ve dolaylı olarak benim en büyük boşluğum sen oluyordun. Kız çocuklarını seviyordum, insanları sana benzetiyordum, bankada sıra beklerken seni düşünüyordum, yaşlı insanlara yer verirken seni düşünüyordum; sen bir insanın vaktini yiyebilecek en akıcı şeydin çünkü. Otobüs gelmiyordu, yürüyordum; seni düşünüyordum. Sinirleniyordum, hızlı yürüyordum. Evime daha çabuk geliyordum.
Canım sıkıldığında kendime daha can sıkıcı şeyler yaratabiliyordum seninle birlikte. Kimi zaman bir şeylere öfkelenmem gerekiyordu; çünkü öfke beni her zaman diri tutuyordu. Belki fazlası yoruyordu. Dozunda sana kızdığımda, gün içinde kimseyi kırmam gerekmiyordu. Büfe yanlış sigara verse bile oflamıyordum ya da operatör mesajlarına o kadar da sinirlenmiyordum. Seninle alakası yok ama kendimi senin yüzünden kötü hissetmeyi seviyordum. Çünkü senden daha kötü hiçbir şey yoktu.
Bazı zamanlar balkonda oturup renkli rüzgargülünü izliyor, rüzgara hayret ediyordum. Rüzgargülü yön değiştiriyordu dönerken, bir sağa bir sola dönüyordu. Sonra senin varoluşunun hiçbir öznelliği kalmıyordu. Herhangi bi' şey oluyordun, ben seni mucizelerle kıyaslamayı seviyordum artık. Sen hiçbir zaman yeni bir mucize olamıyordun.
Biz aynı sokakta yan yana, öylesine geçen, birbirini tanımayan iki insan olduğumuzdan bu yana ben hep en kötü şeyleri hayal ediyordum. Kavga ederken, nasıl salonun camını kırdığımı; senin sinirlendiğinde ses tonunun beni yaraladığını, kapıları çarpışını...Sonra birbirimizi ayrı odalara kilitleyip saatlerce konuşmayışımızı. Hiçbir hayalde bile barışamadık biz. Sen kendini kilitlediğin odadan çıkmadın ve oradan başka odalarda sustun bana. Benim kapısını tıklatamayacağım, benden çok uzak odalardaydın.
Ben hâlâ aynı odada sana kızıyordum.
09 Eylül 2010
Mutlu insanlar şehrine gittim.
Meraba çok sevgili blog!
Bir hafta içinde sanırsam hayatımın en uzun yol programıydı. Bazen sıkıcı, bazen yorucu, uykusuz, kimi zaman da acayip eğlenceliydi. Ama her şeye değdi ve her şey sandığımdan da güzel oldu.
Samsun-İstanbul uçağına yetişememekten korkuyordum, uçak korkum hiç olmadı sadece uçağı kaçırma korkum oldu ona da yetişince keyiften dört köşeydim. Uçakta arkamda oturan iki kadının görümcesini, eltisini ve komşusunun koltuk takımı muhabbetini dinlemek zorunda olmak cidden kötüydü ama zor zamanlarımda elimin altında Uykusuzum olduğundan gülmemi içimde sıkıştırmak suretiyle geçirdiğim 1 saat 25 dakikalık yolculuktu. Arka koltuğumdaki kadınlar, uçak kazasız belasız indiğinde galeyana gelip alkışladı, benimse içimdeki uçağı kaçıran korsan tribim geçti gitti. Taksim'e ulaşmam 1.5 saati aldı. Acayip bir trafik vardı ve bir kere daha İstanbul'u neden sevmediğimi hatırladım. Daha havaalanına indiğim ilk dakikalarda bir taksici ve güvenlik görevlisi birbirine girdi. Dehşet bir kavgaydı, huzursuz oldum. Lanet olsun dedim içimden, insanlar neden böyle?
Planladığım gibi İstiklal'e indim. Derhal koşa koşa ıslak hamburger yemeye gittim. Acayip kalabalıktı, bir de referandum reklamlarından dolayı çok karışıktı her yer. Midem bulandı, hiç orada olmak istemedim. Abimin gelmesine daha vakit olduğundan, İstiklal'de yürüyüp biraz alışveriş yapayım dedim. Bu caddede daha önceden hem iyi hem kötü anılarım vardı. İyi olanları hatırlamaya çalıştım, daha az canım acısın diye; ama kötü olan anılar, iyi olan anılarımın hepsini dövdü ve başım önde buruk buruk yürüdüm. Kendimi uzun süre piç gibi hissettim. Gözlerim dolu doluydu, kalabalıktı. Midem bulanıyordu, fazla ses vardı, çok aydınlıktı...Gidip kocaman bi' milkşeyk aldım, üstümde beyaz hırkam vardı; üstüme döküldü. Birkaç alışveriş şeysine girdim, hiçbir şeyi beğenemedim. Sonra sıkıldım, o sıra abimin arkadaşı aradı beni almak için. Sen gelme buraya, ben gelirim dedim. Mecidiyeköy'e geçtim. Abim ve arkadaşıyla buluştum. Eve gittik, sonra bi arkadaşı daha geldi. Acayip eğlendim. İçtik, bol bol muhabbet ettik. Benim üniversiteyi kazanmamı kutladık.
Odanın içinde olan tek kişilik bi' koltuk negatifti. Ona oturan insan agresifleşiyordu. Sürekli koltuğa oturan insan diğerlerine bağırmaya çağırmaya başlıyordu. Gecenin bence en süper sahnesi buydu. Ve koltuğa oturan insan da sürekli değişiyordu nedense. Gece 2 gibi kocaman pizzalar söyledik. Pizzacı adresi yanlış aldı, kalın pizza dedik ince geldi, ödeme şeklini yanlış anladılar diye Dominos'a şikayet ettik. Hatta bariz pislik yaptık. ''Sizin gibi bir firmadan böyle bir yanlışlık beklemezdik'' diye. Uzun bi telefon trafiği oldu amaçsızca ve sarhoş biçimde bununla çok eğlendik.
Ertesi gün abimin arkadaşı, ben ve abim. Alışveriş için çıktık. Ben yine alışveriş yapmayı beceremedim. Benden gaza gelen abim ve arkadaşı bahaneyle alışveriş yaptı. Beşiktaş, Eminönü ve sonra Banliyö treni ile Olivyum'a geçtik. Geçen günlerde bi' arkadaşla banliyö treni muhabbeti yaparken ''Banliyö trenlerinde vazgeçtim zengin olmaktan'' demiştim. Yine dedim, uzun uzun güldük. 6 saat kadar orda kalıp, alışveriş yapmaya çalıştık. Hayatımda aldığım en güzel ayakkabıyı aldım. Ertesi sabah yağmur vardı, zaten gece yine geç vakitte sızmıştık. Öğlen 14.00 olmuş ama yataktan kalkasım gelmedi. Galiba İstanbul'u sadece yağmur yağarken sevebilirdim...
Abim süper güzel bi' kahvaltı hazırladı, sonra hep beraber çıkıp arkadaşını işe gönderdik. Ordan sonra da yine alışveriş yaptık. O gece Çanakkale'ye geçecektim, zaten de akşam oldu hemen. Gece otobüse bindim...4 yıl boyunca yaşayacağım o şehirle tanışmak için sabırsızlığımın doruk noktasıydı. Merak, bir sürü soru, yorgunluk, telaş ve biraz da heyecan vardı.
Yan koltuğum boştu, yayıla yayıla geldim. Otobüs feribota girdiğinde sabah saat 6:00'dı. Gökyüzü 'Sıçtın mavisi'ydi. Ay vardı, yıldızlar vardı en önemlisi mükemmel bi' deniz vardı. Büyülenmiştim. Tam da orada kalbim küt küt atmaya başladı. Otobüsten inip, feribotun üst katına çıktım. Tam burun tarafına oturdum. Üşüdüm, ensemden soğuk rüzgar girdi ve irkildim. Mest olmuştum bu üşümeyle. Keyiften içimden sımsıcak bi' şey akıyordu; ama dışım da üşüyordu. Not defterimi çıkarıp ''Dünyanın en güzel yerindeymişim gibi hissediyorum...Merhaba Çanakkale! Ben geldim!'' notunu düştüm.. Yanımda bi' adam oturuyordu, feribotun nereye gittiğini sordu. Bilmiyorum, ilk defa geliyorum dedim. Öğrenci misin? diye sorduktan sonra muhabbet etmeye başladık. Benim Çanakkale sınırları içinde muhabbet ettiğim ilk insan olması onu özel yapıyordu. Sistemden, üniversiteli olmaktan, sınavlardan ve Çanakkale'den tatlı bi' muhabbet ettik. Az önce bir şeyler yazdığımı gördüğünü söyledi. Evet dedim, her fırsatta küçük notlar düşerim kendime...Kendisinin de yazdığını söyledi, sonra edebiyattan ve yazmaktan muhabbet açıldı. Otobüsüme inerken, teşekkür ettim. Arkamdan ''Bunu da yazarsın!'' dedi ve güldü. Evet, evet yazacağım mutlaka! dedim, feribot kıyıya gelmişti. Koştum merdivenlerden indim. Başlangıç iyidi...Moral olarak 1-0 öndeydim ufak bir sohbet ile.
Servis kampüse doğru çıkarken, servisin içi benim gibi yeni kayıt yaptırmaya gelen öğrencilerle dopdoluydu. Herkes camlara yapışmış, kampüsün manzarasına bakıyordu. Cam kenarında oturuyordum, yüzüme o mükemmel deniz manzarasını gördüğümde bir sırıtış yapıştı gün boyu orada kaldı. Servis bizi en yukarıdaki fakültede bıraktı ve işte tam da en güzel yerindeydik manzaranın. Sanki günlerce çizilmeye uğraşılmış, en küçük hata dahi yapılmamış bir tablo gibiydi o anda boğaza doğru baktığım yer. ''Fotoğraflardan daha güzel..'' dedim kendi kendime. Saat erkendi ama kendi fakültemi arayıp bulmam gerekti önce. ''Nasıl olsa 4 yıl boyunca bol bol büyüleneceksin kızım burada, şimdi kaydı halletmen gerek'' dedim ve Güzel Sanatlar Fakültesi'ni aramaya başladım. Fakültemin rektörlüğü, en aşağıda olduğundan taş merdivenli bir yoldan epey yürüdüm; boğazdan rüzgar esiyordu, üstümde ince bir hırka vardı ve belki de daha önce üşümek hiç bu kadar keyifli olmamıştı. Salaklaşmış halde etrafımı izleye izleye rektörlüğe indim. Açılış saati 8'di. Birkaç öğrenci ve velisi vardı.
Merdivenlere oturdum, çantamın içinde bir poşette çikolata ve jelibon vardı onu çıkarıp yanıma koydum ve çantamda kitabımı aramaya başladım. Kocaman beyaz bir köpek aniden koşa koşa geldi, önce çantamı kokladı üstüme hopladı. Biraz kafasını sevdim. Sonra yan taraftaki çikolata ve jelibon paketini ağzıyla eşemeleye başladı, biraz uzağa gitti. Açamadı, geri yanıma getirdi. Sanki ''Açar mısın çikolatayı karnım çok aç!'' diyor gibiydi. Poşetin içinden çikolatayı açıp, verdim. Çok açmış gerçekten hepsini bir hamlede yedi. Sonra çantamda bir çikolata daha vardı, onu da açtım verdim. Su vardı, ondan da verdim. Hoplaya zıplaya kendisini sevdirmeye çalıştı, ayaklarımın dibinde yuvarlandı, kuyruğunu salladı durdu. Bence bu onun teşekkür etme biçimiydi. Çok da sevdim, sevindim. 2-0 öndeydim bence artık.
Karşıda kafe vardı, dışarıda da masaları. Gidip oturdum, not defterimi çıkardım. Bi' şeyler yazdım. Sonra benim geldiğim vakitlerde, bahçede dolanan kız ve annesi geldi oturdu. Yan masama bir kadın daha oturdu. Benden ateş istedi, kalkıp kendim yaktım. Çok samimi bir teşekkür etti, 'rica ederim' dedim. Gülümsedik. Apart reklamı yapan bir kız geldi, apartlar hakkında konuştuk. O sırada da kız ve annesi geldi yanımıza ve apartlar hakkında konuşmaya başladık. Onlar da yurt veya apart ayarlamamışlardı henüz. Biraz muhabbet ettik, sonra başka bir apart reklamı yapan birisi geldi. Sonra bir özel yurdun. ''İsterseniz hemen gidip gösterelim arabamız burada'' dediler, olur dedik. Merkeze yakın bir yurttu, kampüse de aynı şekilde. Kızla yaklaşık 1 saattir muhabbet ediyor, gülüyor ama henüz isimlerimizi bile bilmiyorduk.
''İsmin neydi?'' dedim, güldüm.
''Esen'' dedi güldü.
''Ben de Zerrin'' dedim güldüm ve memnun oluştuk tanıştık.
Özel yurdu ikimiz de beğenmiştik; ama yine de başka yerlere de bakmaya karar verdik. 3 kişilik odada 2 tane boş olan yataklara oturup birbirimize baktık ''Güzelmiş yaaa'' dedik. Odaları gezerken de, güzel olan her şeyde birbirimize bakıp gözlerimizle onay verdik. Bu ikimizin arasında kendiliğinden gelişen bir anlaşma şekliydi. Okula geri döndük, kayıtlar başlamıştı. Benim kayıt yaptıracağım yer en üst kattaydı, onunkisi de en alt katta. Yukarı çıkıp, dosyamı dolduruyordum. O sırada Esen elinde okul kimliği hoplaya zıplaya yukarı geldi. Dosyamı doldurmada yardım etti ve vesikalık resimlerimi kesip belgelere yapıştırdı. ''Benim yanıma mı geldin?'' dedim. -Ne kadar salakça bir soruymuş şimdi fark ettim ehehe- ''Eveet sana bakmaya geldim'' dedi. Dört katı benim için çıkmış olması sevindirdi. Kayıt bürosuna girip evraklarımı teslim edecekken kayıt yapan kadının sabah sigarasını yaktığım kadın olduğunu fark ettim. O da beni fark edince gülümsedi. ''Aaa sen mi geldin, hoş geldin'' gibi samimi bir bakışı ve tebessümü vardı. 3-0 önde hissettim kendimi. Belgelerimi aldı, hemen okul kimliğimi verirken gülümseyerek ''Hayırlı olsun Zerrinciğim'' dedi. Tekrar teşekkür ettim en sevimli halimle.
Kayıt işlerini hallettiğimize göre artık apartlara bakabilirdik. Kapının önünde bir sürü apartçı reklamı yapanlar vardı. Arabalarıyla götürüp, tekrar geri getiriyorlardı. Bir aparta daha gittik Esen ben ve annesi. Kampüs taraflarındaydı, bense merkezde bir yer istiyordum. Kaldı ki apartın olduğu muhit çok berbattı. İnşaatımsı bir yerlere girdi araba, Esen'e baktım ''Buralar ne yaa iğrenç'' der gibi. O da beni anladı ve evet öyle der gibi baktı. Aparta çıktığımızda orası da muhitten farklı degildi. Esenle suratlarımızı buruşturduk, kaçar gibi çıktık gittik. Okula dönüp, Esen'in daha önce aradığı başka bi' apartçıyla buluştuk. Onun da götürdüğü yer iğrençti. İsmi kesinlikle "hayvan bağlasan durmaz apartı" olması gerekti. Bize vereceği oda ahşap gibi, içeride kesif bir küf kokusu. Esen'e ''Ben burada yaşayamam'' der gibi baktım. O da ''Ben de'' der gibi baktı. Adam çok uzun lafa tuttu, sürekli kendisini övdü. Oradan eksi puan aldı benden, kendisini sürekli öven insandan kaçarım, korkarım ben. Birkaç apart daha baktık ama hiçbirisi bir diğerinden farklı değildi. O anda ben kafamda karar vermiştim ilk baktığım özel yurt olacaktı. Lakin Esen'in annesi özel yurdun fiyatına çok diyordu. Ve üzüldüm. Hatta nedense epey bir üzüldüm, ben özel yurda o kadar parayı verebilecektim; ama belki de o veremeyecekti. Otogara gittik. Biletlerimizi aldık. Esen annesine apart ve özel yurdun yemek ücretleri ile hemen hemen aynı fiyata geleceğini anlatmaya çalışıyordu. Ben de tabii. Aslında çok fazla karışmak istemiyordum; doğru olmazdı. Sonucunda elbette özel yurt daha kolaydı, sabah ve akşam açık büfe yemek bonusuydu.
Otogara gidip biletlerimizi aldık. Onlar öğlende Manisa'ya ben de 15.00'te İstanbul'a dönecektim. O sırada ben babamla konuştum, apartların iğrençliğinden bahsettim özel yurdun bana göre olduğunu söyledim. ''Sen öyle diyorsan öyledir, sana bıraktım'' dedi. Sonra Esen, "Ben gidince babamla konuşacağım sen yine de bizi aynı odaya ayarlamaya çalış'' dedi. Sevindim. Yurdu aradım, gelirsen bir daha ara ben seni aldırırım demişti yurt sahibi Fikret Amca. Acayip de tatlı bir amcaydı, hatta bizi yurtta karşılayan herkes çok tatlı ve sıcaktı. Yemek yapan kadın Trakyalıydı. Bize odaları o gezdirmişti. ''Em yapıyoz em yiyoz'' repliği aklımdan çıkmadı, eve geldiğimde de sürekli bu repliği tekrarlayıp güldüm. Çok tatlıydıııı yaa! Araba başka yere gittiğinden, Fikret Amca taksiye bin ben parasını ödeyeceğim dedi. Yok olur mu öyle şey ben öderim dedim. Taksiyle yurda geçtiğimde, kapının önünde herkes beni bekliyordu. Fikret Amca o arada derede parayı ödedi, karambole getirdi eheh. Sonra içeri geçip detayları konuştuk. Muhabbet ettik. Kaydı hallettik. Acayip sevdim oradaki insanları, ilk görüşmemiz olmasına rağmen onların da beni çok sevdiğinden emin oldum, ki çıkarken kadın beni öpüp öpüp sarılıp sarılıp öyle gönderdi. Yapmacık bir sevgi de değildi, kendimi ailemin içinde gibi hissettim birden. Esen'nin de bir ihtimal kayıt yaptırabileceğini söyledim, aynı odada olmak istediğimizi de ekledim. Hallederiz o işler kolay dediler. Sonra beni otobüse bineceğim yere bıraktılar. Kaldı ki orası İskele dedikleri yer, feribotların kalktığı, Kordon'nun başladığı nokta.
2 saatim vardı, yemek yedim. Aval aval insanları izledim. Herkes çok sakindi. Herkes çok yavaştı ve mutlu görünüyordu. Mutluluk etkisi yapan ve benim bilmediğim bir madde kullanıyor gibiydiler. Çok uzun bacaklı kızlar vardı, belki de turistlerdi bilmiyorum. Hepsi acayip güzeldi! Şehrin içinde bir yerlerde saklanmış huzur istasyonu vardı sanki. Her yere huzur dağıtıyordu. Özellikle İstanbul gibi iğrenç bir şehirden sonra Çanakkale bana cennetin bir beldesi gibi gelmişti. İndim Kordon'a oturdum. Aynı avallıkla izliyordum. İnsanların mutlu görünüşü garibime gidiyordu, bunların hepsi tezgah aslında. Bunlar hiç gerçek değil dedim. Gerçek olamayacak kadar güzel çünkü. Sonra PTT'den para çekmem gerekti ve oradaki memur da güler yüzlü, espirili sempatik olunca; tamam dedim, evet gördüğüm her şey gerçek. Siz hiç gülümseyen, son derece sempatik PTT memuru gördünüz mü? Ben gördüm!
Sahilde dolandım, dondurma gördüm. Üstümde sadece 2 tl bozuk para vardı. ''İki tlilik dondurma'' dedim, dondurma veren adamda bile ultra mutluluk vardı. ''Abi ne içtiniz hepiniz de bu hale geldiniz?'' diye sormamak için kendimi zor tuttum. Dondurmayı koydukça koydu, o kadar büyük dondurma oldu ki. O parayla başka herhangi bir yerde o dondurmanın yarısını bile alamam heralde. Acaba fiyatı yanlış mı anladı ki dedim ''İki milyonluk bu degil mi?'' diye gülümsedim. Belki iki dedim, yedi anladı. Ne bileyim! Yok ama ciddi ciddi 2 tl'likti. Dondurmayı aldım, vişneli üstelik nefis bi tadı var. Bir kere yaladım. O esnada da hâlâ dondurmanın ne kadar büyük olduğunun şaşkınlığındaydım. Aval aval elimdeki dondurmaya bakıyordum. Bir banka oturdum, dondurmayı yemek yerine hâlâ bakıyordum. Vee aniden loopp! diye dondurma yere düştü. Külahı boş biçimde elimde kaldı. Yere düşen dondurmaya bakarken yine ''Oha ne kadar da çokmuş'' diye şaşırmaya devam ediyordum. Belki şaşırmayı bırakıp, dondurmamı yalamayı akıl etseydim düşmeyecekti. Yere düşen dondurmayı alıp çöpe attım. Nedense hiç sinirlenmedim de dondurma yere düştü diye, sadece bakıp güldüm. Güldüm yani epey bir güldüm. Sanırım bu şehirde sinirlenmiyordu da insan. Yaşlı kadınlar, amcalar el ele dolaşıyordu. Her yaştan insan Kordon'da bisiklet sürüyordu. Acayip kıskanmıştım. Hemen buraya yerleştiğimde kendime mutlaka bir bisiklet almaya karar verdim. Yurttan Kordon'a çok mesafe yoktu. Pek tabii akşamları bisikletimle gelebilirdim. Kaldı ki hayatı boyunca hiç bisikleti olmamış ve buna hep heves etmiş birisi olarak içim coştu. Bisikletim olacaktı ve burası bisiklet için ideal şehirdi!
Otobüs kalkmak üzereydi, Feribot zaten yakındaydı ve otobüs çoktan girmişti. Önce otobüse girip eşyalarımı bıraktım. Sonra feribotun üst kısmına çıkıp çay içtim. Geldiğimde geceydi, çok güzeldi ama boğaz gündüz başka güzeldi. Yorgundum, uykusuzdum ama hepsine değer gibiydi o rüzgarı yemek. Aval aval baktım, insanlar fotoğraf çekiyordu. Belli ki şehri görmeye gelmişti çoğu. Kıyıya yanaşırken otobüse girdim ve yola çıktım. Yol da acayip keyifliydi, deniz vardı her tarafta çok uzun bir yol boyunca. Yan koltuğum yine boştu, yine yayıla yayıla geldim.
Ne zaman hava karardı, İstanbul'a girmek için OGS kuyruğunda felç olmuş trafikte şarjı bitmiş müzik çalarımla, kitap okuyamadığım karanlık otobüsün içinde kaldım, işte o zaman bir kere daha anladım İstanbul'u neden sevmediğimi, sevemediğimi. Çanakkale'de damarlarıma işlemiş huzur, keyif hali aniden silindi gitti. Agresif, hostu azarlayan, oflayan puflayan bi' insan oldum aniden. Kusmak istedim. Her şey bok gibi oldu bi' anda.
Mecidiyeköy'e varmam uzun sürdü. Eve gidip yemek yedim ve biraz oturduk. Muhabbet ettik. Yorgundum ama her şeyi hiçbir pürüz olmadan halletmiş olmanın rahatlığıyla, mutluluğuyla sızdım kaldım. Ertesi gün Samsun'a dönecek olmanın mutluluğu da üstüne binince, acayip süper uyudum.
02 Eylül 2010
İlk yolculuk.
Yine de benim yerime benden fazla sevinen insanların olması güzeldi. Nihayetinde hep istediğim Güzel Sanatlar Fakültesi- Sinema Televizyon öğrencisiyim artık. Çevrem hayalperestler ve realistler olarak ikiye ayrılmıştı. Hayalperest insanlar benim inatla sanat çevresinde olmamı isterken, diğer taraf aynı inatla daha garanti olan öğretmenliği istiyordu. Ben o arada acayip bi' bocalamıştım, artık seçim kaderindi ve sanırım kader bu defa işini cidden iyi yaptı ve son tercihlerimde olmasına rağmen 35 kişilik kontenjanlı harika bir okula yerleştim. :)
Bir süre aptal durumdaydım. Sevinsem mi, ''ne yapacağım ben şimdi?'' desem mi, her şeyi koyversem mi diye düşünedururken insanların tepkilerini duydukça sanırım daha çok seviniyordum. Hayatım ''Artık benim hayatımı yazar, film yaparsın ehehe'' diyen şakacı insan söyleyişleriyle doldu taştı. Herkese ''Evet hepinize bi' rol var merak etmeyin'' dedim. En azından okul ödevlerinin kısa filmleri için çevremde bir sürü eğlenceli insan var. Sırf bu ''Benim hayatımı film yaparsın'' repliğinden bile bir kısa film çıkarabilirim diye düşünüyorum. Sonra bir de Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencisi olmanın da garip bir havası varmış, lakin ben son derece salaklıkların insanı olduğumdan sanırım cidden 4 yılım film tadında geçip gidecek. Ayrıca mükemmel eğlenceli derslerim var, bazı arkadaşlarıma gösterip gösterip kıskandırıyorum. Ehehe.
Ne dediler?
Babam: Bi' daha düşün. Çanakkale çok uzak kızım yaa!
Annem: Hep istediğin olduğu için, içim rahat bebeğim.
1. Hala: Seni başka bir bölümde düşünemiyordum.
2. Hala: Kıvırcığım on ikiden vurduun!
1. Abi: Oha süper oldu kızım bu!!!
2. Abi: Okulu bitir, süper projelerim var seninle ilgili. Aile şirketi kurcaz!!
x kuzen: Kuzen seviyosun sen bu işi.
y kuzen: Gurur duyuyorum seninleeeee.
z kuzen: Öğretmenlik olsaydı daha çok sevinirdim (Realist ve açık sözlü kuzen)
Ananem: Yavrıııımm. Sen şimdi teleeeğğğzzyoncu mu olucan? (Yerim onu ben ya!)
x arkadaş: Çok kıskandım, yeniden okula gidesim geldi.
y arkadaş: Hep o bölümü okumak istedim ben :(
z arkadaş: Benim sol profil duruşum çok iyidir haa ehehe.
Dayı: Çok para var diyolar o sektörde. (Ticaret adamı)
Yenge: Ben çok süper taklit yaparım. Beni de oynatçan mı?
Amca: Beklemediğim bi' ataktı, şaşkınım.
Eski sevgili: Sen de bu sektöre bulaştın, iyi bi' şey olsaydı ben yapmazdım zaten.
Sanırım bu tepkiler geldikçe çok mutlu oldum. Daha çok mutlu oldum. Hep benim okulum konuşulsun istedim. Yolda bi' tanış göreyim de kazandığım yeri söyleyeyim diye çıldırdım. Telefonlar, mesajlar, feysbuk kutlamaları derken bir nebze tadını çıkardım. Asıl tadı sanırsam yarın Taksim'e çıkıp ''Merhaba İstanbul! Senden nefret ediyorum; ama ben geldim. N'aber?'' deyip Beyoğlu'na dalıp içerken çıkaracağım. İstanbul'da hafta sonunu geçirip, Çanakkale'ye kayda gideceğim. Çok merak ettiğim o şehir ile tanışacağım, beni sevmesi için dua edeceğim ve içimdeki bi' hisse güvenerek orayı deli gibi seveceğim. Fotoğraflardan, gidip görmüş insanlardan, halihazırda okuyanlardan Çanakkale hakkında duyduğum o kadar güzel şeyden sonra, hiç görmeden deli gibi özlediğim bi' şehir oldu. Ne gariptir ki, içimde çok sıcak şeyler var oraya karşı.
Bugün, her şeyin aynı haliyle yazdığım son yazım. Yarın, o uçaktan indiğimde aslında bambaşka bir yaşama inmiş olacağım. Belki bodozlama, belki yumuşak bir iniş...Yeni insanlar, hayatımı sürdüreceğim yeni iki şehir, yeni bir ev, yeni bir kadın...
29 Ağustos 2010
Dedim.
Saçlarım hâlâ kuaför şampuanı kokuyor ve sanki bu kafa benim değil. Buzdolabından şişeyi diklerken üstüme döküyorum ve irkiliyorum. Ağzımın kenarlarından, çenemden akıyor suyun yarısı. Sanki saatlerce spor yapmışım da terlemişim gibi ne hoş, dedim. Oysa çoğu zaman yürümekten bile nefret ederim. Yarın bi' şey yapmam gerekmiş; ama ne yapmam gerektiğini yine unutmuşum gibi garip bir his var ve bu acayip rahatsız edici. Söylemiş miydim? Saçımı kısa kestirdim. Uzunlu kısalı ama. Kısalı uzunlu. Arkası uzunlu, önü kısalı. Çok çirkin.
Şair 'Uzak diye bir şey yok' derken neyi anlatmış bilemedim, sancım da bundan sanırım. Aklım çok karışık. Ben çok uzak bi' yere gideceğim ve annem ağlayacak. Anam ağlayacak orada, biliyorum. Bundandır ki üniversiteyi kazandığıma hâlâ sevinemedim. Çok üşeniyorum gitmeye. ''Şimdi işin yoksa kalk git..ooff off..'' dedim. Galiba hep yorgun olduğum anlarda orayı düşündüğümden, daha bi' zor geliyor gitmek. Aslına bakarsan, hep yorgunum. Yarı uykuluyum. Yine insanlara 'şu saatte buluşuruz' deyip, o saatte uyuyor oluyorum. Bundan ziyade, kalbim biraz kırık. Hep öfkem var ve bu da beni uykuya sürüklüyor. Uyumadığım zamanlarda yaptığım şeyler de boş işler. Okul için hiçbir belge toplamadım henüz. Harç parasını yatırmadım, banka işlerimi halletmedim. Çünkü devlet dairelerinin ve bankaların açık olduğu saatlerde uyuyor oluyorum.
Neyse yarın Pazar. Hayvan gibi uyuyabilir ve düşünmemek için kendime mucizeler bulabilirim.
''Bazen boşvermek iyidir'' dedim.
23 Ağustos 2010
Böyle.
Çoğu zaman yorgun uyanıyorum. Çenem acıyor oluyor genelde. Sanırım dişlerimi çok sıkıyorum uyurken. Pencerelerim aylardır hiç kapanmadı, bugün hava serinledi ve uyurken zaten ağrıyan belime rüzgar yedim. Evimizin neşesi Bengay bile fayda etmedi. Sanırım kendime hiç iyi bakmıyorum.
Ev demişken, evde garip bi' huzursuzluk var. Sanırım gideceğimden olsa gerek. Okul hakkında ilk günlerde çok konuşurken, artık konu açılınca hepimiz susuyoruz. Hatta konuyu açan bile susuyor ve 'ben yapmadım o yaptı' tavrında oluyor. Sonra aramızdan bir kahraman konuyu değiştiriyor ve hepimiz derin nefes alıyoruz. Hepimiz bir şeyleri görmezden gelmeyi beceriyoruz. Ya da ben her adımımı çok ince düşünmeye çalışırken kendimi bunaltıyorum. Her şeyi saati saatine planlama, sıralama ve not alma huyum var. Sanırım bu kadar çok didikleyip düşünürken yoruluyorum. Her şeyin kendiliğinden olmasına tahammülüm yok, mutlaka karışacağım. Bu huyum geçti sanıyorduk, mutluyduk oysa...
08 Ağustos 2010
Hiç ve Hiç.
Şimdi eğer yaptığım yemekleri yiyecek kimse yoksa ve ben sokak kedilerinden -hatta tüm kedilerden- pek hoşlanmamama rağmen kalan börekleri pencereden onlara atıyorsam bu benim suçum değil, yalnızlığındır. Oysa şimdi hep düşünüyorum, kedilerin bu işte bi' parmağı olabilir mi? Ve galiba boşuna nefret etmiyorumdur belki de? Bilmiyorum. Aslında bu saçma şeyi düşünerek efor da sarfetmek istemiyorum.
Gecenin üçünde hiç üşenmeden kalkıp, o sıcakta mutfağa girip un helvası yapıyorsam ve yaklaşık yarım saat unu ve yağı kavururken 'çırpma teli' dediğimiz şeyin aslında ne kadar ilginç bir şey olduğunu düşünerek vaktimi harcayabiliyorsam bunun suçlusu ben değilim. Sabaha karşı bir vakitte helvaları tabağa yerleştirdikten sonra ''Şimdi bunların hepsini kim yiyecek?'' diye sormaktan korkuyorsam, cevabının ''Hiç kimse'' olduğunu bilmemdendir. Ve aniden gözlerim dolup, saçma sapan bir fırtınaya yakalandıysam o cevabın sağlama istemeksizin çok doğru olmasındandır.
Özetle: aslında bu yazıda kocaman bir 'hiç' okudunuz.
Hiç ve hiç.
Böyle.
04 Ağustos 2010
Bugün büyük bi' gün mü ne?
Günlerdir tercih listesi sıkıntısındayken, tercih yaptığım binadan çıkar çıkmaz elimde ÖSYM'nin sayfa çıktısı ile mal mal etrafa baktım sonra kağıda bir daha göz gezdirdim ''Acaba neresi olacak?'' konulu yeni bi' strese sahip oldum.
Merhaba, ben Stresella! Ve bu yıl mahlasımla bütünleştim. N'aber?
03 Ağustos 2010
Fak dı öseyeme.
''Fak dı öseyeme'' diye haykırarak başlıyorum.
Sanırım sınav zamanında bile böyle kargaşa, böyle stres nebleyim böyle bi 'sıçtım lan ben şimdi' hislerini yaşamadım. Neticesinde 'beyin bedava, attım içine, gerekeni yaptım' çatır çatır çözdüm soruları, kaptım puanları. Ama ama..İş burada bitmiyormuş, yani çok klasik bi' tabir kullanacağım ki ays berg gibiymiş. Daha önceden gelen puanlarımın hiçbirisiyle tercih yapmadım, amaaan dedim bi' de bununla mı uğraşacağım, zaten bok gibi puan! Tatile falan çıktım, günümü gün ettim. Şimdi öyle mi azizim? Bugün bi' ara öylesine bunaldım ki, yemişim tercihini dünyanın en kutsal şeyi anne olmak; ananem bana eli yüzü düzgün bi' damat bulur yaparım bebemi ohh negzel, dedim. Sonra tabii bu dediğime ben de inanmadım. Anlık bir kayış koparmacaydı, bakma şimdi yavşakça anlattığıma ama o an sanırım dünyanın en güzel şeyi tercih listesi ile uğraşmadığım herhangi bir şeydi.
Ben bir de pimpirikli bir insanım, her okulu delicesine araştırıp; önce sözlüklerde okul hakkında neler yazılmış, sonra okulun resmi web sitesi, okulun feysbuk grupları, okulun mezun grupları, çevremde okulla ilgili veya okulun olduğu şehirle bir şey bilenleri gerek telefonla, gerek emesen köşelerinde sıkıştırıp milyon tane soru sorarak ya da feysbuk üzerinden soru üstüne soru sorarak son derece dedektif kafasında çalışıyordum. Seneye tüm bu bilgilerle tercih döneminde dershanelerde çok rahat çalışabilirim sanırım.
Ama bugün sanırım kafamın attığı, sıçarım ulan bu işe diye isyana geçtiğim bir gündü. Şöyle ki, ben tercih listemi hazırlarken Türkçe Öğretmenliği bölümünün geçen yılki puanlarını hiç kontrol etmedim. Diğerlerini etmiştim ama, onda bi' sorun yok. Şimdi bu yıl ÖSYM'nin verdiği klavuzdaki Türkçe Öğretmenliği başarı sıralamaları çok süper, oh kebap ilk 10 tercihe paso Türkçe Öğretmenliği yazsam kesin girerim kafasındaydım, tabii ilk gittiğim danışman hocam da aynı fikirdeydi. Sonra bugün ben geçen yıllardan hocam olan hocaya gittim, elimde böyle süper sıralanmış çıktısı alınmış gıpgıcır tercih listem duruyor. Hoş beş, muhabbetin ardından tercih meselesine geçtik ki...Anam dedim. N'oluyor dedim, yapma dedim, etme dedim.
ÖSYM'nin geçen yıl verdiği başarı sıralamaları ile bu yılın sıralaması arasında en az 15-20 bin fark var. Dönüştürülmüş puan geyiği de var ama bi bok anlamamaktayım. Yani benim bu yılki başarı sıralamam aslında geçen yıl kaça tekabül eder bilmiyorum. Bence ÖSYM de bilmiyor. Yani rakamların hepsine ve aradaki farka baktığımda, sanki birisi oturmuş açmış excelini okulların karşısına afaki, içinden gelen rakamları sallamış. Şu anda dönüştürülmüş puan muhabbetinden de kimse bi bok anlamadığından, geçen yılı baz alarak yeni bir tercih listesi hazırladık. Şimdi bu dönüştürülmüş puanlar muhabbetinden, geçen yılla bu yılki başarı sıralamalarını ve benim başarı sıralamamı karşılaştırınca Türkçe Öğretmenliğinde avcumu yalıyorum bariz. Ama ÖSYM'nin bu yılki verdiği başarı sıralamalarındaysa çok rahat girebiliyorum. İnancım sarsıldı olduğu gibi. Afalladım. Hocamın ''Şşşştt suratının rengi gitti, dur bi telaş yapma, hallederiz!'' sesiyle yeryüzüne iniş yaptım. Ve sonra dudaklarımdan şu cümle döküldü ''Bok oldu ama her şey!'' Sonra bana fısfıs kolonya getirdiler, soğuk su getirdiker, kapının önüne çıkıp bi' sigara içtik. Hocam hala aynı marka sigara içtiğimi görünce gülümsedi. -bi dönem gittiğim dershanede o sigaradan sadece ben içiyordum, 2 ay içinde hocalar dahil herkes benim o mükemmel sigaramdan içmeye başlamıştı ehehhe-
Sonra sen eve git dedi, yepyeni bi liste hazırla dedi. Yazıp gidebileceğin, gitmek istediğin, ailenin gönderebileceği her yeri yaz Diyarbakır bile dedi. Yarın geçen yılın sıralamalarına göre yeniden sıralama yaparız dedi. 'Tamam' demekten başka bi' çarem yoktu. Sanırım bu son yaptığım tercih listem 89. listeydi. Sürekli şehir ekleyip, şehir çıkartıp, bölüm çıkartıp, sıralama değiştirip falan günlerdir bir elimde kalem bir elimde kağıt neredeyse bir top a4 kağıdının yarısını harcadım liste düzenlemekten. Üstüne üstlük bunaldım da bunu yaparken. Bir gün uyanır uyanmaz öğlen 12:00 sularında tercih listesi hazırlamak için oturduğum bilgisayar başından akşam saat 18:30 sularında kalkıp ''Anaaa ben o kadar saat n'aptım?'' diye sordum kendime. Ben o kadar uzun süreli ders bile çalışmamıştım sanırım. Yaklaşık 6 saat ne demektir be?
Dershaneden çıktığımda salak gibiydim, hani böyle insanın dünyası başına yıkılırdı ya benim başıma irili ufaklı tüm gezegenler dahil tüm uzay sistemi çökmüştü. Halihazırda zaten panikli, özellikle de şu tercih döneminde acayip bunalmış olduğumdan, günlerdir yapıp ettiğim her şeyin boşa gitmiş olması düşüncesi ve tabii ki ''Daha önce neden ben bu geçen yılki sıralama işine bakmadım ki? Neden buna dikkat etmedim ki, salağım ben, aptalım ben, iyi bir üniversite okumayı bile haketmiyorum ben'' diye her zamanki kendime yüklenişlerimi yaptım. Keza o kıvama geldiğimde, kimsenin canımı acıtmadığı kadar çok kendi canımı acıtabilmem mümkün. Sinirimi bir şeylerden çıkarmam gerekti, mutsuzdum. Ayaklarım beni en sevdiğim pizzacıya götürdü. Sanki kutsal bi' yere gitmiş gibi, sanki oraya gidip böyle ibadet edecekmişim de rahatlayacakmışım, ruhum arınacak, derdim kederim gidecekmiş gibi hissettim.
En büyüğünden pizzamı ve kolamı söyledim, içimde bi ağlama hissi var ama nasıl derinden geliyor anlatamam. Kafamı dağıtmaya çalışıyorum, yan masada birbirine patates kızartması yediren, cilveleşen sevgilileri falan izliyorum lakin sinirim daha bi' bozuluyor. Sonra bi gözyaşı saldırısının geldiğini hissettim. Hani böyle burnunun direkleri sızlar, alt dudak titremeye başlar, çene de öyle, kontrol edemezsin de. Ki şu dönemde, öyle bi' hassas oldum ki. Geçmiş aylara bakınca, sarhoş olmadan ağlayamayı beceremezken son 1 aydır falan delicesine ağlıyorum. Bunu sinirlerimin sürekli bozulmasına karşı verdiğim doğal bi' duygusal tepki olarak görüyor, hatta eskiye nazaran daha kolay ağlayabildiğim için seviniyorum da pizzacıda değil tabii. Sonra pizzam geldi, o an aklımdan geçen tek şey şuydu : ''Ulan pizza, ne şanslısın. Sen sadece bir pizzasın ve senin tercih stresin yok. Gideceğin şehrin bi önemi de yok, okulunun, okuldan sonra ne yapacağın..Neticesinde aynı kanalizasyon çukurunda son bulacak varlığın. Keşke ben de senin gibi kaygısız bir pizza olsaydım. Sadece bir pizza olsaydım...'' Tabii bunları düşündükten sonra hayvan gibi ağlamaya başladım. Durduramıyorum kendimi, bir yandan da pizzanın ilk dilimini almışım elime ısırmaya çalışıyorum; ama ağlamaktan ısıramıyorum, yiyemiyorum. Ona da sinirleniyor, daha çok ağlıyorum. Ağlarken yemek yemeye çalışmak ne zor işmiş. Şimdi bebekleri daha iyi anlıyorum. Annesi o kaşığı ağzına tıkıştırmaya çalışırken ağlayan çocuğun düştüğü durum dünyanın en zor durumuymuş meğersem. Yani o ''lokmanın ağzında büyümesi'' durumunu da yaşadım, zorla çiğniyorum çiğniyorum hıçkırmaktan yutamıyorum, zaten ağzım yamulmuş ağlar haldeyken. Belki pizzanın mutluluğundan susarım diye düşündüm ama kocaman bir pizzayı bitirene kadar sessiz sessiz ağladım. Ki rezil olmuş olmak da umurumda değildi, rimelim muhtemelen acayip akmıştı. Ara ara peçeteyle sildim ama bok gibi göründüğümün de farkındaydım ama kalbim çok acıyordu, umurumda da değildi. Sonra pizza bitti, lavaboya gittim. Cidden de bok gibi bi' görüntüm vardı, elimi yüzümü yıkadım sonra yine ağlamaya başladım. Hayvan gibi pizza yediğim için pişman oldum, oysaki ''sağlıklı beslenme, fesfuta hayır, kaloriye hayırrr!!!'' diye günlerdir eve kola bile sokturmazken, annem eve kola aldığı için ona kızarken gelip yaptığım çok terbiyesizce bi' şeydi bence. Biraz daha ağladım öyle tuvaletin içinde, gerçi o anda ağlama sebebim pizza yememdi ama aslında o anda her sebepten ağlayabilirdim, pizza işin bahanesiydi.
Ne yaptığımın farkına vardığımda, tuvalette kapağı kapatılmış bir klozette oturuyor ve elimdeki tuvalet kağıdındaki rimel siyahlıklarına bakıyordum. Bi' an aklım gitti geldi ''Noluyo lan? Napıyorum ben burda, kendine gelsene kızım'' gibi seri sorular sordum. Evet, ağlama seansımız bugünlük bitmişti. Artık içimde daha çok gözyaşı kalmamıştı ve o çok sevdiğim 'inceldiği yerden kopsun çok da umurumda değil napim ölemem ya' kafasına geçtim. İşte tam bu sırada da 'ananem eli yüzü aile terbiyesi almış damat bulur, anne olurum, kutsal takılırım, cenneti ayaklarımın altına alırım' diye düşündüm. Sonra son yarım saatte düşündüğüm ve üzüldüğüm her şeyin aslında çok komik ve gereksiz olduğunu ama içine sıçtığımın duygusallığı ve hormonlarım yüzünden bu tuzaklara düştüğümü düşünüp eve geldim. Anneme durumu anlatırken yine bunalım moduna girdim, canım sıkıldı yine. Sonra uyudum, geçti.
Bünyem son zamanlarının en karışık duygusal buhranlarını yaşıyor, şu anda da acayip umursamaz modundayım; belki yarım saat sonra yine bunalmış ağlamaklı olacağım, sonra yine umursamayacağım ve sanırım böyle böyle bir aşağı bir yukarı seyreden duygusal grafiğim yüzünden, az biraz kalan sağlam aklımı da bu tercih meseleleri arasında kaybedeceğim. Fak dı öseyeme, kendimi senin yüzünden ergen gibi hissediyorum. Oysaki dün konuşmuştuk ve büyümüştüm ben anne?
02 Ağustos 2010
Karşı koyamadım..
31 Temmuz 2010
Her şeyi yapabilirim.
Bugün biraz sakin olabilirim. Kendime sorduğum sorulardan kaçabilir, susabilirim. Aslında başka bir yerde olmam gerekirken, burada olabilirim. Kaçabilirim. Şimdi benimle olmanı dileyebilirim, sen karşımda dururken elimdeki top kek ambalajının üstündeki 'içindekiler' kısmına dikkat kesebilirim. Sinirlerini bozabilir, seni umursamayabilirim. Sen aslında yokmuşsun gibi kalkıp tek kişilik kahve suyu ısıtabilir, tek bir fincanla odaya geri dönebilir; yüzüne bile bakmayabilirim. Sonra gidip uyuyabilirim. Uyanınca saçlarımı örebilirim ve seni bugün gömebilirim. Seni bugün görmemeliyim, aklımın içinde dahi.
Joker haklarımı kumarda kaybedebilirim. Tüm ojelerimin üstüne bahse girebilirim, senden bugün nefret edebilirim. Dişlerimi sıkıp, canımı acıtabilirim; aslında seni acıttığımı hayal edebilirim. Bilinçaltıma ödüller verebilir, içinde senin olduğunun anları seçip doldurduğum kutuyu bir binanın elli yedinci katından aşağıya dökebilirim. Sen aşırı kan kaybından ölürsün, gülümseyebilirim.
Aşık olabilirim bugün. Ama o asla yeniden sen olmazsın. O adamın yüzünü görünce heyecanlanabilirim. Bugüne kadar gördüğüm tüm yüzleri unutabilirim, market kasiyerleri ve taksiciler dahil. Sesi hep kulağımda olsun; hep konuşsun isteyebilirim. O'na şarkılar söyleyebilir, uyumadan önce masallar anlatabilirim fısıltıyla. Beraber bir top kek ambalajını merakla okuyabilir, içindekileri çözmeye çalışabiliriz. Başım O'nun göğsünde olabilir ve bana saçlarımın çok güzel koktuğunu söyleyip, saçlarımdan öpebilir. Gözlerimi kapatıp derin nefes alıp, gülümseyebilirim. Orada uyuyakalabilecek kadar özgürüm ben bugün ve sonraki her gün. Seni seven değil, esirin değil, sevgilin değil ve muhtemelen sevdiğin de değilim. Sadece şimdi ve ara ara yaptığım gibi sorguluyorum seni; ''Sen aslında neydin?'' ve ''Nasıl bu kadar sarsılabildim?''
Şimdi iyiyim...Sen asla O olamazsın, bundan eminim.
N'aber?
-N'aber?
-Feysbukta tanımadığın insanların fotoğraflarına bakmak ve onlardan nefret etmek çok ciddi bir iştir ve günde can sıkıntımın doruk noktalarında olduğu saatlerde bu ciddi işi çok büyük bi 'ciddiyetle' icra etmekten gurur falan duymuyorum. Bildiğin boşta en önde elinde bayrakla giden insanın işi, o insanlarla birlikte kendimden de nefret ediyorum ara ara. Sonra öpüyorum geçiyor falan.
-Hafta sonu en küçük kuzenlerden birisinin sünneti var. Haliyle sağda solda koşuşan bir sürü çocuk. Sünnet olmayanları 'Çok ağlayanları kökünden kesiyorlarmış' diye korkutmak, gördüğüm her çocukla muhabbet açmak için 'Sen küçükken kaç yaşındaydın?' gibi acayip dimağ zorlayıcı sorular sormaktan geri duracağım. Hatta 'Anneni mi çok seviyorsun babanı mı?' diye bile sormayacağım. Valla bak. Keşkek yiyip döneceğim. ''Gitti çükün yarısı, azıcık ucundan'' diye şakalar bile yapmayacağım. Tek hedef keşkek!!
-Kuaförleri sevmiyor, hepsini dövmek istiyorum; ama çok kalabalıklar. Hele bir de erkekse o kuaför, kesin yavşağın tekidir. Bir tane bile delikanlısına rastlamadım, genellemenin âlâsını yaparım!!! (Şimdi böyle büyük konuşuyorum ya, bir de 'kadın kuaförü' bir adama aşık olurmuşum. Mesela yani. Ay Allahım sen koru.)
-''Yalnızlık bir ilaç mı yoksa hastalığın ta kendisi mi?'' diye sordu bir şarkı bana. Yani direkt soruyu bana yöneltmedi de, ilgi alanıma girdiğinden algım seçti beğendi, üstüne de alındı; ama cevabı bulamadı. İki hipotezim var, ya da yok. Bilemedim şimdi. Çok çelişkilerdeyim. Galiba tam da şurada bilinçaltım hata verdi.
-Tırnak yemeye başlamak bence ciddi sorunların habercisi olabilir. Hele ki etrafında ''Tırnaklarını yemee!!'' diyen birisine ''Tırnaklarımı yemiyorum yeaaa, kenarlarını yiyorum'' diyerek savunma gücüne geçtiysen daha vahimdir. Tüm bunlardan daha kötüsü nedir aslında biliyor musun? Yiyecek tırnak ve et kalmadığında, ojeleri yemeye başlamaktır. Ve saatler sonra, tırnaklara bakıp, gayet pejmürde olmuş ojelere 'anaa ojelerim çıkmış' diyerek şaşırmaktır. Salak yiyorsun bildiğin saatlerdir.
-Tüm uyku sorunu olanlarla birleşip siyasi parti kurmayı düşünüyorum. Ki tutar da bence. Henüz hangi amaca hizmet edebiliriz bilmiyorum; ama uykusuz kalmaktan gayet sersem bir duruşa sahip olacağımızdan eminim.
-Kendi devletini kuran adamın haberini okudun mu? Okumadıysan şuraya bak. Hayran kaldığımı ve çok acayip kıskandığımı söylemeden geçemeyeceğim.
-Ara ara içime Demet Akalın kaçıyor benim -çok üzgün similey- ''Aşk romandı eskiden seven kızın romanı, şimdi veda zamanı'' tadında şarkılar mırıldanıp romandaki seven kız kafasına ulaşıyorum, ki can sıkıntısından hepsi.
-O değil de, böyle çok neşeli olduğumda sürekli bir şeyler anlatıp güldüğümde ''Ya sen bugün çok geyik yapıyorsun, senin aslında canın çok sıkkın galiba? N'oldu??'' diye tespit sıçan arkadaş var ya. Aklımı aldın, çok mu belli ediyorum ki?
Bir şarkı duydum.
Kalbim acıdı.
Bu kadar.''
28 Temmuz 2010
Güzel şeyler olurken...
LYS puanları geldiğinden bu yana evimize hakim olan panik, heyecan ve mutluluk etkisi bende günden güne azalarak biterken her akşam yemeğinde, balkon çaylarında ebeveynlerimin gündeminin birinci maddesi. Babam akşamlarının büyük bi' kısmını balkonda sigarasını ve kahvesini içerken ÖSYM'nin kutsal tercih kitapçığı ile geçiriyor. Beni benden daha çok düşündüğünün farkında olduğumdan ses çıkarmıyorum. Tercihlerime karıştığı için kızmıyorum, aksine üzerimden büyük bi' yükü kurtardığı için ara ara teşekkür edip öpüyorum. Favori şehirlerimiz Ankara, Eskişehir, İzmir ve Trabzon (babamınki daha çok Trabzon, iş dolayısıyla sürekli gidip geldiği için) gelen puana göre bu dört şehire de yerleşebiliyorum. Lakin bu tercih olayı bu kısımdan sonra biraz şansa kalıyor. Tabii bunun şansa da bağlı olduğunu kabullenene kadar epey bir stres yaşadım ama, puanımın tahmin ettiğimden de iyi gelmiş olması bende acayip bi' yavşaklık etkisi yaptı. Hatta bir ara "Yemişim üniversitesini zirvede bıraksam mı acaba?" diye düşündüm saçma sapan, sonra kendime geldim. -Yine de puanıma güvenip ÖSYM'ye güvenmediğimden "Ya yerleşemezsem" kaygım da oluyor ama geçiyor-
Mutsuz olmak için sebeplerimin olmadığı birkaç ay içindeyim. Ara sıra mutsuz oluyorum ama sonra hemen geçiyor. ''Salak mısın kızım her şey çok mükemmel kabullen artık'' deyip kendimi omuzlarımdan sarsıyorum. Cidden bazı şeylerin 'çok iyi' gitmediği onca yıldan sonra, bir şeylerin düzene ve refaha ermiş olmasını aklım ara ara almazken 'oh yaşamak ne süper aslında' kafalarında günümü gün ediyorum. Bazı bazı da şaşırmıyorum değil. Aman nazar değmesin tabi.
Hayatımın belki de en sakin en huzurlu ayını yaşadığımdan ötürü olsa gerek suratımda sürekli bi' ''hehehe'' ifadesiyle dolanıyorum. Sanırım bu ifade yılın altı ayında majör depresyonda olan ben'i acayip açıyor. Mavi ve turuncu ojeleri seviyor, sırf duştan sonra kahve içmek çok keyifli diye sürekli duşa giriyorum. Saçlarımı kurutmadan kendi haline bırakıp, anbean kabarışlarına şahit oluyorum. Beyaz ekmek yemiyor, kepek ekmek arasına domates peynir tıkıştırıp geceleri dizi izlemeye bayılıyorum. Evde aile meclisinde aldığımız kararla, önce dolabın üstündeki pideci-dürümcü-pizzacı-kumpirci ve bilumum kalori kaynağı işletmenin magnetlerini çöpe attık, ardından telefonlarımızın rehberlerindeki numaralarını sildik ve eve kola girişini kesinlikle yasakladık. Annem dün eve gelirken tulumba tatlısı aldı diye, ona ambargo uygulayacaktık sonra affettik. Kendimizi sağlıklı beslenmeye adadık.
24 Temmuz 2010
Benim için büyük, insanlık için küçük bi' başlangıç.
Özlemişim. (Bu özlemeyi sadece uzun zaman blog yazmaya alışan birisi anlayabilir...Yani ben betimlemeye çalışsam bile yetmeyebilir.)
Nasıl yazılıyordu? Bir blog yazısının girizgahını nasıl yapıyordum, sonra konuyu nerelere bağlıyor veya bağlayamıyordum? Bunları unutabilecek kadar uzun zaman oldu. Blog bende güzel bi' disiplin sağlamış meğerse. Daha çok araştırıyor, daha çok okuyor ve daha çok yazarak daha çok öğreniyormuşum. Yazma serüvenim tamamen kendini bulmak, kendini anlamak ve aslında geçmişte bir şeyler bırakmakmış, geleceğime küçük bir armağan. Ama bazen ara verişler iyi oluyor, kıymetleniyormuş.
Hayatımdan geçen en ufak bir detayın bile beni çok 'büyüttüğü' 1 yıl olmuş. Son 1 yılımın tüm blog yazılarını şöyle bir incelediğimde bile bariz değişimler var. Bunu fark ettiğim için, bir zamanlar iyi ki bloglamaya başlamışım diye düşündüm geçen gece. Dönüm noktalarım, durduğum noktalar, dinlendiğim yerler, bir en dipte bir en yüksekte...Diğer insanlarla hep aynı olan...Ne bir eksik ne bir fazla. İstiyorum ki takip edenler de benim kendimi yazarken bulduğum gibi, benim yazdıklarımda da bir nebze kendilerini görebilmeleri. Çünkü bazen rastgele yazılmış bir cümle, birimizin tüm hayatının özeti olabilir. Ben halen o mükemmel cümleyi okumamış ve yazamamış olsam da sırf bunun için bile umutla yaşamaya ve yazmaya değer...
O yüzden yine yazıyorum da yazıyorum.. :)
24 Haziran 2010
Hepimiz çok mutsuzuz.
Uzun zamandır her şeyden çok çabuk huzursuz oluyorum. Zaten diğer insanlar gibi olmayan keyfim en ufak bir şeyde dibe vurabiliyor. Sadece duruyorum o anlarda, bir şeyleri anlatabilmek, açıklayabilmek, belki aptal bir hayat kavgasına tutuşmak şöyle dursun hiçbir şey yapmaksızın öylece kırgınca durmak bir köşede...Bu bile sarsıyor. İnsanlar sesli konuşmasın, birbirine bağırmasın, kimsenin kimseye kendini anlatmak gibi bir derdi olmasın mesela, olduğu gibi yaşansın her şey. İçine sokulduğumuz 'iyi-kötü-çirkin' kalıplarından kendini hep 'iyi' göstermek gibi bir çabamız olmasın artık. Nedendir bu mükemmellik hevesi ve mükemmeli arama? Bazen ciddi anlamda kötü ve hiç olmak iyidir.
Yanımda birbirine bağıran, kızan insanlar olduğunda oradan hızla kaçasım geliyor. Bazı bazı gidemiyorum, çünkü genelde insanların hep bir şeyler söyleyesi geliyor. Ve benim de onları dinlemem gerekiyor. Karşındaki insanı dinlemenin, dinlenilen insan açısından ne kadar iyi ve mutlu bir şey olduğunu kimsenin beni doğru dürütst dinlemediğini fark ettiğimde anladım.Onca huysuz muhabbete odaklanıp samimiyetle dinleyişim bundan. Çünkü herkesin mutlaka çok üzüldüğü, yaralandığı bir hikayesi var. Bu hikayeleri dinleyecek insanlar bulmalı ve tüm zehirini onlara da salmalı. Ben artık duyduğum hiçbir hikayeye şaşırmıyorum, ''Vah vah canım başına neler gelmiş üzülme geçer'' demiyorum. Çünkü üzülsün ve çünkü geçmeyecek. Geçermiş gibi yapacak her zaman; ama çok ince bir çatlak bulduğunda yine kırılacak aynı yerden. Bunu onlara söyleyemiyorum, sadece dinleyebiliyorum. Evet, içim şişiyor dinlerken. O anlarda daha çok gözlerimi kapatıp, kimsenin bana bir şey anlatmadığı veya kimseyi anlamak zorunda olmadığım bir yerlerde olmak iyi gelecekken ben yine de dinliyorum. Daha önce milyon kez aynı hikayeyi dinlemişken ve aslında sadece kahramanlar değişmiş tepkiler bile aynıyken.
Şu sıra, fazla konuşamıyorum. Belki daha çok kırıldığım ve inatla insanların beni kırmaya devam ettiğinden olsa gerek aynı konuşamama haliyle tepkilerim çok belirsiz oluyor. 'Ne olacaksa olsun' halim beni ürkütse de, sanırım birileri ne yaparsa yapsın yine tepki vermeyecek sadece 'Peki.' deyip geçecek kafadayım. Bazen bir şeylere kendini ve halini anlatmak yerine, acizce durmak herkes için en iyisi olacaktır. Lakin durum şu ki, ne çemkirecek ne de ''Beni çok kırdın, çok üzgünüm ve canım çok acıyor senin yüzünden'' diyebilecek bir haldeyim.
Bazen öylece durmak iyidir. Tüm her şeyi karşındakinin 'vicdan'ına bırakmak da. Öyle bir andır ki bu, ne çekip kollarına sarsa sevse mutlu eder ne de tek bir cümle ile ruhunu öldürse üzebilir.
Hadi durma, daha çok vur bana sağlı sollu. Hissetmiyorum.
21 Haziran 2010
Okurcan ve Okurgül'e Sesleniş #3
Ve merhaba ben.
Çok ama çok kritik bir ay, malumunuz LYS'ler ardı ardına hayatlarımıza sille tokat girişmekte, yetmemekte sıcaklar bastırmakta. Çok acı acı bastırmakta, günlük duş sayısı 3'ye 4'e varabilmekte. Vantilatör ve klimalarla yaşanan tutkulu aşklaşmalarla bel, boyun, sırt ağrılarına sebep olurken hepimizin ağızlarından şu cümüller dökülmekte ''Haziran'da böyle sıcaksa Ağustos ve Temmuz'da napcaz biz yaa!'' Şahsen ben günde en az iki kere sayıklıyorum bunu. Her ne kadar yağmuru eksik olmayan bir coğrafyada yaşıyor olsam da, her gün akşam saatlerinde kocaman kocaman yağmur taneli sağnak yağışlarım olsa da acayip sıcak. Buna rağmen sıcak. Yağmura rağmen yine de sıcak. Çok sıcak demiş miydim?
Bu ayki seslenişim, hayatlarımızın çok içinde olan bi' şeyden yine: Para! Hayır ''Parayla saadet olmaz'' mavraları yapmayacağım. 21. yy'da hâlâ bu kafada olan insanlarımız varsa hepsine sağ elimi sallıyor, uzaktan öpücük atıp Seda Sayanvari avcumu üfleyerek gönderiyorum öpücüğümü. Mevzu bahisimiz Türk liramızdan büssürüüü sıfır atıldıktan sonra, kağıt paraların küçülmesi bundan sebep çok fazla kaybolması ve 5tl ile 50tl'nin renk olarak birbirine çok benzemesinden kelli sürekli karıştırılması ve bununla beraber gelişen olaylar...
Geçtiğimiz günlerde gayet yeni uyanmış, saçma sapan bir dalgınlıkla süpermarkete girdim. Alacaklarımı aldım, kasaya geldim. Kasiyer kızdan ölesiye nefret ediyorum; ama en yakın market o olduğundan başka markete gitmeye de çok üşeniyorum. Çünkü kız çok uyuşuk, öyle böyle bir uyuşukluk değil. O barkottan bir şeyleri geçirip, para üstü verirken bana fenalık üstüne fenalık geliyor. Elimde poşetle, geçirsin de doldurayım diye bekliyorum. Haspamda bir slovmoğşın edası, eline aldığı her ürün çok kutsalmış gibi narin narin tutuşlar... Hele şükür aldıklarımın hepsini geçirip ''6 tl 50 krş'' dedi, cüzdanımdan çıkarıp 50 tl verdim. Para üstünü vermesini bekliyorum. Bir yandan da aldıklarımın sonuncularını koyuyorum, gözüm bisküviye takılıyor son kullanma tarihine bakıyorum. Kız öylece ayakta duruyor, durduğunu görüyorum. Aslında şu anda para üstü sayması gerek. 'Ne duruyosun bee!!' der gibi şiddetle başımı kaldırdığımda ''1.5 tlniz var mı?'' dedi, ''Yok'' dedim sert ve sevimsiz biçimde. ''İyi o halde sonra verirsiniz'' dedi, ''Nasıı yaa, neden sonra veriyorum 50 tl verdim ben'' dedim ''Hayır 5tl verdiniz'' diye cevap verince sinirlendim ''Ben 50 tl verdim!!!'' diye çemkirir modda yineledim ve o anda kızın elinde duran 5 tlye aklım zoom yaptı. Hemen cüzdanımı çıkarıp içindeki 50tlyi görünce, direkt utanıp yavşamaya ve şuursuzca gülmeye başladım. Sonra kız da gülmeye başladı, ''Eheheh mehehe ya bu paralar çok benziyo birbirine'' diye sevimlilik yaptım. ''Ayyy evet, ben de geçen gün 5 tl diye birisine 50 tl vermişim. Geri getirdi sağolsun'' dedi. Gülmemi kesip ''Ayyy sen gerçekten de salakmışsın'' diyeceğim tutarken az önce benim de 50 tl yerine 5 tl verdiğim aklıma gelince vazgeçtim. Neticesinde aynı şey. Acayip utandım, zaten kıza da sinir oluyorum. Bu olaydan dolayı, artık birbirimize gülümsemek zorunda kalacak gibiyiz. Gülümsemeli iletişim kurduk bi' kere.
Velhasılı bu paralar birbirine çok benziyor dikkat etmek gerekli, sonra böyle sağa sola komedi oluyorsun. ''İnsanlık hali şaşırabilirim bla bla bla''sı yapmak istemiyorum, sevmem ben öyle şeyleri. Bariz dalgınlığıma kurban gittim, bir de yok yere sevimlilik yaptım salaklığımı ört pas etmek için. Bu zamana kadar olan kıza karşı oluşturduğum tüm karizmam yerle bir oldu. Hatta yan kasada olan kız bile güldü bana, çok komik bir şey sanki. Aman ne güldük ne güldük. Of çok sinirlendim yine, hep güldüler bana ühühühü. Tamam daha gülmesinler, allah belalarını versin yaa! :(
Şimdi bir de geçen gün para küçük diye 20 tl kaybettiğimi söylesem?
Paralar büyüsün ya!
20 Haziran 2010
Sınav biter hoş biter.
Uyanış-Varış
Gece uyuyamadım, yatağın içinde keskin 360 derece dönüşlerle dellendim durdum. Sınavı düşünmemek için sınavdan sonra neler yapacağımı düşündüm. Yeni projeler mesela, sabah aklıma gelince "Belki olmaz ama olsun" desem de uyumuşum. "Hangi ara uyuduğumu bilmiyorum" hissi var ya, uyandığında ''Anaaa uyumuşum da uyanmışım bile'' dersin, salak bi' şaşkınlık olur. Öyle oldu. Önceki sınavlarda (ki bilmeyenler için bu 3. oluyor) heyecandan uyandığım anda bir daha uyku hissi olmuyordu. Ama bu defa "Yatıp uyusam yea kim gidecek şimdi sınava" gibi bir düşünce geçti, şaşırdım. Bu benim çok da heyecanlı olmadığımı gösteriyordu. Tahmin ettiğim gibi de deli heyecana sahip değildim. Dün sabah kalkıp nasıl kahvaltı ettiysem öyle kahvaltı ettim. Tek fark içim bunalıyordu ve erken kalkmıştım ne olur ne olmaz diye. Annem enfes bir kahvaltı hazırlamış, tam tadında da çayı demlemiş. Kahvaltıdan sonra müzik dinleyip bir tane daha çay içerken uyuşuk uyuşuk oyun falan oynadım, sonra da giyinip çıktım. Sınavlarıma annemin ve babamın gelmesini istememek gibi bir huyum var. Onlar gelince benim aklım onlarda kalıyor. Dışarıda bekliyorlar, n'apıyorlar acaba, ayy çabuk çıksam da çok beklemeseler diye telaş yapıyorum. Bu sebepten de gelmelerine kesinlikle karşı çıkıyorum.
YÖK yine hayvanlığını kanıtlayıp beni uzak bir okula yerleştirdiğinden önce dolmuşa bineceğim durağa gitmek için başka bir dolmuşa binmem gerek. Yürünse de olur ama üşeniyorum. Ben tam ilk dolmuşuma binecekken adamın birisi hoop biniyor dolmuşa tek kişilik yeri kapıyor. Sap gibi kalıp şaşkınlık içinde bakıyorum, bir sinir bir sinir. Halbuki orada 5-6 dkdır dolmuşu bekleyen benim ve geldiğinde de oradaydım. İnsan demez mi hiç ''Hanımefendi siz bekliyordunuz zaten buyrunuz'' diye. Demedi tabii. Sonra dolmuş geldi, binecekken aşırı kilolu bir kadın kıçını kaldırıp yol vermedi diye oturacağım yerde ezildim büzüldüm. O da haklı, öylesine devasa bir bedeni hareket ettirmek zor olsa gerek diye düşünüp sinirlenmedim. Dolmuşçu bütün para verdim diye söylenir gibi oldu, parayı artistlik yaparak koydu yerine, keşke daha bütün para verseydim de daha çok sinir etseydim diye düşündüm. Asıl dolmuşa bineceğim yere gelince az daha fenalık geçirecektim, çünkü acaaayip bi' sıra vardı. İşte o an dedim ki, keşke babam götürseydi. Beklemeye başladım. Bir sigara yaktım saat 09:05. Sonradan anladım ki o kalabalık sıra fakülte içinmiş. Ben bir diğer yere gitmek için gelen ilk dolmuşa binerken, orada bekleyenlere üzüntü içinde baktım. Bir sigara içimlik süre kadar beklemedim ama orada olanların yetişmiş olması mucize, bir hayli de trafik vardı.
Yanım boştu, biraz ilerledikten sonra kadının birisi bindi. Sabahın o saatinde hele de pazar günü ne işi var bilmiyorum da acayip derecede parfüm sıkmıştı. Cam kenarında oturmama rağmen pencere açılmıyordu ve kadının parfümünden nefes alamadım. Ki bu benim ezelden rahatsızlığımdır, bazı parfümler yoğun olunca nefesim kesiliyor kısmen astlım krizi gibi bir şey oluyor. Yerimi değişsem diye baktım başka yer yoktu. Bir de koku o kadar iğrenç bir şeydi ki, midem bulandı ve kusmakla kusmamak arasında kalır ya insan, çene gerilir tek bir atakta kusarcaksındır. Mide bulantısı da pis bir şeydir, ter basar aniden insana. Sonra hemen şöforün arkasında oturduğumdan eğilip ''Ya kapıyı açar mısınız epey sıcak oldu'' dedim, biraz hava aldık kapattı. İnip başka dolmuşa binsem mi diye düşündüm o derece rahatsız oldum; ama başka bir boş dolmuş bulamama ihtimalim vardı. Sineye çektim. Ne var yani sıkıyorsun o kadar parfüm, çok açık ve net söylüyorum: Allah belanı versin!
Sınav salonu no:3, sıra:2
Sınıfa en son ben girdim. Sıram bomboş, en ön tarafta beni bekliyordu. Oturup, eşyalarımı çıkardım. 2 uçlu kalem, 1 uç, 1 kurşun kalem, 2 silgi, 1 açacak, 1 olips tropikal şeker, 1 albeni çikolata, 1 su, 1 selpak peçete, kimliğim, belgem ve en sonunda kolumdaki saati çıkarıp koydum. O kadar tedariğe rağmen sınavda 1 kere bile ucum kırılmadı. Onları yerleştirirken şöyle bir etrafıma bakıp, kendime güldüm. Çünkü kimsenin sırasının üstü benim kadar kalabalık değildi, nasıl bir paranoyak olmacaysa bendeki. Kitapçıklar dağıtılırken bir heyecan bastı. Dua falan etmeye başladım. TC kimlik no'm ezberimde olmasına rağmen, yazamadım bakamadan. Sınav gözetmeni esnaf tipli amcanın kolunda saati yoktu. Yan taraftaki kızın saati 10'a 3 vardı, benim saatim de 10'u 5 geçiyordu. Önce kızın saatine sonra benimkine baktı. Sonra benim saatimi sıranın üstünden alıp ayarladı ve gülümsedi ''Böyle yapalım da senin için'' dedi. Sinirlendim, belki benim saatim doğru ne biliyosun yani. Hayret bir şeysin yaa diye içimden söyledim. ''Başlayabilirsiniz arkadaşlar, başarılar'' diye bi' ses geldi arka taraftan. Sıram acayip rahatsızdı, oturakla masa bütündü ve arası fazla açıktı. Malum benim de boyum minik olduğundan aradaki mesafe çok geldi. Sonra sorulara daldığımda unuttum zaten.
1.Bölüm: Tarih aslında kolay bir derstir, ezberleyene...
Ezber ve çağrışım gücü. Acayip önemli bir faktör. Ayrıca yorumlama kabiliyeti. Tarih sorularının bilgi ağırlığı %75, yorumsa %25'di. Aslında bilgi ölçmek bakımından soracakları çok esaslı sorular olmasına rağmen, öyle zorlayan ve kasan pek bi soru yoktu. Sadece ''Oha bu ne!!!'' diye beynime şimşek çaktıran 2 soru oldu, boş bıraktım. 1 soruyu da emin olmadığım için boş bıraktım. 60 dakika fazlasıyla yetti. Evde çözdüğüm denemelerde 44 soruyu 16 dakika gibi kısa bir sürede çözebiliyordum. 3 boş ve 41 tane işaretlediğim soru kitapçığını 3 defa gezindim. Tüm soruları 3 defa okudum. Emin olamadığım 2-3 soru olsa da 30'un üzerinde net bekliyorum, çok rahat biçimde. Fazla da olabilir. Sonuç itibarıyla Tarih hiç beklediğim kadar zor değildi. Hatta biraz sinirlendim, keşke daha çok ezber gerektiren soru sordaydınız. O kadar ezberi boşuna mı yaptım? Aklımın içinde savaşlar, antlaşmalar geçerken Osmanlı devletinden babalar gibi gelebilecek zor sorular varken ve ben onların hepsini su gibi içmişken, sorsaydılar keşke.
2.Bölüm: Pardon Coğrafya-2 dediniz ama, bu Coğrafya-2 değil ki?
Coğrafya 2 dediğimiz bölümde, Ülkeler Coğrafyası kısmı da var. Aynı zamanda Türkiye Coğrafyası da. Toplamda 16 soru ve 25 dakika. Ülkeler Coğrafyası'ndan sadece 1 soru çıktı. Ve ben yaklaşık 7 ülkeyi, ince ince ezberlemiştim. Coğrafya-2 dediğin kazık Ülkeler Coğrafyası sorusu barındırmalı. Türkiye Coğrafyası kısmı da çok kolaydı. Süreyi yetiremedim neden öyle oldu bilmiyorum ama son 5 dakika dediğinde ben optiğime ancak işaretliyordum. Yani geriye dönüp, sorulara ve cevaplarıma tekrar bakamadım. Ama hepsini emin işaretledim. Boş soru bırakmadım, full net çıkarma ihtimalim var.
3.Bölüm: Mantık mantık dersi diye nicesine sarıldım, benim sadık yarim sosyoloji!
Kesinlikle sınavın en rezil, en berbat kısmı 'Mantık' sorularıydı. Mantık konularını fazla küçümsemek gibi bir hata yapıp, çok fazla çalışmamıştım açıkcası. Ama adamlar sanki Tarih ve Coğrafya'nın hıncını Mantık sorularından çıkarmışlar. Sembolik Mantık dediğimiz o lanet, sevimsiz ve o anlamsız kısımdan 4 soru gelerek beni tepe taklak etti. Toplamda mantıktan 10 soru geliyordu, 2 tane boş bıraktım. Sembolik mantık kısmında da 2 soru salladım. Diğer sorulardan da sanırım 4 tanesi kesin doğrudur diyebilirim. Öyle saçma sapan bir kısımdı. Ne yaptığımdan bir şey anladım ne okuduğumdan. Bir de yöntem olarak, hep son kitapçığa -yani sosyoloji, psikoloji, mantık kitapçığı- geldiğimde geriden başlayarak önce mantık soruları çözerim. Lakin mantıktaki bu karmaşadan dolayı, canım sıkıldığından sosyoloji ve psikoloji sorularınında bir hayli mantıksız oluşundan, artık yorulmuş olduğumdan psikoloji ve sosyolojide normalde gösterdiğim performanstan daha düşük bir şeyler yapmış olabilirim. 30 soru 45 dakikaydı ve ben mantıktan dolayı süremi yine yetiremedim. Sosyoloji ve psikoloji paragrafları anlamsızca uzun, çıkarım yapmak zordu. Ya da beynim ambele olduğundan ben bir sonuç çıkaramıyordum. Bir ara olduğu gibi bıraktım, kitapçığı falan kapattım. Su içtim, çikolata yedim. Kafamı toplamaya çalıştım, ama gözetmen son 15 dakika dediğinde ben daha psikoloji kısmını tam bitirememiş optiğime de işaretlememiştim. Acele ile kalanları okudum, yaptım. Soruları ve cevaplarımı da optiğe geçirirken göz ucuyla kontrol edebildim. Belki sakin halde bir defa daha kontrol edebilseydim çok iyi olacaktı. Bu bölümden çok iyi bir şeyler bekleyemiyorum. Normal net sayımın çok çok altında olacağından da eminim. N'apalım, sağlık olsun.
Geri dönüş- ''Ben neredeyim?'' karmaşası.
Daha önce hiçbir sınavda sonuna kadar kalmamıştım. ''Sınav bitmiştir arkadaşlar'' kelimesini duymamıştım. Aşağıya indiğimde, kapının önü velilerle doluydu. Kalabalığı geçtim, babamlar süpriz yapıp gelmemişlerdi bu defa. Önceki sınavda, daha çok salak olmuş biçimde çıkmıştım ve karşımda babamı gördüğümde acayip sevinmiştim. Her ne kadar 'gelmeyin yaa' falan desem de, sınavdan çıktığında karşında birilerini görmek iyi oluyor. Sınavdan çıktım ama, içim nasıl patlıyor. Bir şey rahatsız ediyor beni, içim acayip bunalmış bir haldeydim. Hani oturup ağlasam yeriydi, gözlerim de anlamsızca dolu doluydu. Sınav iyi mi geçti kötü mü geçti kestiremiyordum, ''oh beee geçti bitti'' rahatlığı da gelmemişti henüz içime. Okuldan çıktım, yürüyorum ama nerede olduğumu, nereye yürüdüğümü, eve gitmek için nereden dolmuşa bineceğimi unutmuş haldeydim. Zaten de ters tarafa yürümüşüm salak gibi. Aklım aniden başıma gelince ''Bi dakka nereye gidiyorum ben yaa??!!'' diye afalladım, sonra doğru istikamete döndüm. Dolmuşta insanlar sınav hakkında konuşuyordu ve ben arka tarafımda konuşanlardan Tarihten 1 sorumun yanlış olduğunu duydum. Moralim de bozuldu haliyle. Sonra dolmuştan inip, beni evimde götürecek o kutsal dolmuşa bindim. Hâlâ içim rahatlamamıştı, eve hoplaya zıplaya geleceğim sanıyordum ama; eve girsem de ağlamaya başlasam ve rahatlasam diye acele ettim. Annem ve babam kapıda karşılarken ve ayakkabılarımın bağcıklarını çözmeye çalışırken gözlerimden çipil çipil yaşlar akmaya başladı. Böyle durumlarda ayakkabı bağcıkları da asla ve asla çözülmez uğraştırır, bi' ton da ona sinirlendim. Geçen yıl sınava girdiğimde, eve ağlayarak hatta böğürerek girmiştim. Çok kötü geçmişti çünkü, babam da çok kızmıştı bana. ''Bunun için mi ağlıyorsun böyle birisi ölmüş gibi, yeniden girersin dünyanın sonu mu?! Senden değerli mi!!'' diye sinir yapmıştı. Ben de daha çok ağlamıştım, kızdı bana diye. Yine bu sebepten dolayı bir tartışma yaşanmasın diye, tuttum içimde böğürmemi. Öptüm sarıldım, babalar gününü kutladım. O da ''Geçmiş olsun. Nasıldı?'' dedi, ''Bilmiyorum'' dedim. O anda gerçekten de bilmiyordum, ancak uyudum uyandım öyle kritik yapabiliyorum. Babam her sınav sonrasında klasik laflarını da söyleyerek bana gerçekten sınavın bitmiş olduğuna inandırdı. ''Hayatta sınavdan önemli şeyler de var, 35 yaşına kadar girersin. Senden önemli değil, sıkma canını. İstediğin yer olana kadar denersin'' gibi rahatlatmaya yönelik ufak bir nutuk attı. Acayip ağlamak geldi içimden, kızar diye de ağlayamadım.
Uykuya gömdüm kendimi, bir ara uyandım acayip yağmur yağıyordu. Uyku sersemi çok şiddetli olduğunu hatırlıyorum. Keşke uyanık olup, görseydim yağmuru yaa dedim. Ama o şiddetli yağmurda uyumak da iyi geldi. Sonra telefon konuşmaları, ''Nasıl geçti'' sorularına verilen ''Hayırlısı olsun'' cevabı.
Hayırlısı olsun bakalım..
18 Haziran 2010
''Neyin beni beklediğini bilmemekteyim.''
-Gergindim acayip. Yatağa bağdaş kurdum, klasik müzik açtım. Durup kendi meditasyonlarımdan birisini yapıyorum ki kendisi çok saçmadır anlatmayacağım. Hava serinlemiş, yağmur fısıldıyor. Ortamda yağmur kokusu, sakinleşir gibiyim ''Her şey iyi olacak'' kafasında cesaretleniyorum. İyiyim, hoşum derken dışarıdan tok bir ses geliyor: ''Halı kenarlarına, battaniye kenarlarına itinayla overlok çekilir. Overlokçu.'' Sinirden aşağıya inip kendime overlok yaptırasım geliyor. Meditasyon, rahatlama falan hikaye. Hayatta bir gerçek varsa o da overloktur. 'İtina' ile yapılır üstelik, yabana atmayınız.
-İsmi 'Esra' olup da ''Esrarengiz'' diye mail hesabı alanların, mesincır iletilerinde esrarengiz yazanların koordinatlarını tek tek tespit edip, gece onlar uyurken bir çuvala koyup kaçırarak çok esrarengiz bir ormana bırakan gizli bir örgüt kursak ya?
-Bunaltı: Dizi müptelası annenin izlediği diziyi mutlaka ama mutlaka anlatma isteği ve anlatırken yaşaması. Ali kim? İlkay kim? Rauf kim? Noluyo beee!! Hayır kıramıyorsun da kadını öyle hevesli, heyecanlı, gözler pörtlemiş biçimde anlatırken. Dinleyip anlam vermeye çalışıyorsun. Olayları da tam bağlayamıyor birbirine, sezon finali şokundan kafası olmuş binbeşyüz zaar. Canımbenimya. Üzülmüş bi' de, kızın birisi intihar etti diye.
-Mutluluk: Sürekli yemek siparişi verdiğiniz dürümcünün adresinizi ezberlemesi. Adresi söylemeye başladıktan çok az bir kelime sonrasında 'Üçüncü kat di mi abla?' diye sözünü kesmesi. Başka türlü sözüm kesilse fena içerler tepki gösteririm de. Bu iyimiş meğersem.
-Feysbukta karışık albümlerin adını inatla 'Oradan buradan şuradan' koyanların gasp ve darp edilme ihtimali, yine aynı inatla 'Ortaya Karışık' adını verenlerden %43,2 daha çokmuş. (Kaynak: Kıçım Ansiklopedisi)
-İş için şehir dışında olan pek sevgili babamla telefonda konuşurken ''Babacım gelirken bana vuvuzela alsana oralarda vardır yeeaa'' dedim, ''Tünele giriyorum kızım sonra ararım'' dedi, suratıma kapattı. Geriye aradım, ''Ben şakacı değilim sen çok şakacısın ve ben vuvuzela istiyorum'' diyecektim. Açmadı telefonu. Mesaj atıp ''Bana vuvuzela almadan bu eve gelme'' diyesim geldi ama çok saygılıyımdır, demedim öyle bi' şey. Belki birazdan derim, hiiç emin değilim. Söz veremem.
-Şimdi hani Pazar günü o sınav var ya, ben de gireceğim bilmemkaçıncı defa. Hani o sınav var ya adı falan değişti, daha çok soru falan var. İşte o sınav var ya, o sınava tüküreyim ben!! Stres halinden kaşımın yanında sivilce çıktı, gözüm kadar. Saçlarım dökülüyor, saçma salak rüyalar görüyorum. Ben bir soru şıkkıymışım mesela, birileri beni yuvarlak içine alıyor. Artık telefonla, mesajla falan 'başarılar' dilenmeye başlandı. Yarın akşam yedi düvel akraba arar, artık her yıl aynı anları onlara yaşattığım için utanır oldum. İnsanlara beni aramak gibi bir misyon yüklüyorum her sene 'Başarılar canımcım, heyecan yapma bık bık bık' diye. Belki bu yıl kazansam bile, sırf alışkanlıklarından seneye bir daha arayacaklar 'Başarılar' dilemek için. Hayır o kadar iyi şey diliyorsunuz, başardığım yok. Başardığımı beğendiğim yok. Sorun sizin dileklerinizde mi yoksa benim her sınavda elimi ayağıma, ayağımı aklıma, aklımı heyecanıma karıştırdığımdan mı bilemedim? Söz veriyorum, bu yıl sırf bir dahaki yıl yine beni aramak durumunda kalmayasınız diye en boktan üniversite ve en boktan bölümleri dahi tercih edeceğim. Siz de kurtulun, ben de kurtulayım. Yaş oldu 21, artık oha ama di mi? O değil de, sınava gireceğim okul yine bi' hayli uzak, şehrin göbeğinde oturuyorum etrafımda vesaitisiz gidebileceğim 8-10 okul varken bana bunu yapıyorsun ya YÖK, yatacak yerin yok!!
Ben çürük bir düzeneğin üzerindeyim.
Neyin beni beklediğini bilmemekteyim.
Her yerde bilinmezlik var..''
12 Haziran 2010
6 gün kala.
Erken uyan. Kahvaltı et, iyisinden olsun. Sağa sola bakın. Ders çalış. Ya da canın istemiyorsa çalışma. Bugünün iyi olacağına inan. Saçlarınla uğraşma, hafta içi git kestir. Sevdiklerinle çılgıncasına vakit öldürmenin tam zamanı aslında. Gece kuzenini otogarda karşıla, sarıl dolu dolu. Tavlayı çok iyi bildiğini iddia etme, karşındaki er kişi acı biçimde yenebilir seni. Üzülme, tekneleri sev. Mavi turları. Kollarını açıp, sarıl önüne gelen her sevdiğine. Ama az iç. Gül ve güldür, o insanlar sana hep gülerler. Sen de onlarla birlikte hep gülersin. Canın istemiyorsa çalan telefona kızma, açma boş ver. Aramasını istediğin aramıyorsa da sonra çemkirirsin zaten, o anda moralini bozma. Az sigara iç. 'En salak espiriler' klasmanında açık ara fark at, sabah uyanınca neye güldüğünü unutacaksın; ama gül. Sabahın 7:30'unda kalkma, o ev senin değil ve herkes uyuyor. Herkes uyansın diye de evde gürültü yapma. Yanlışlıkla kapıları çarpmak, yere bir şeyler düşürmek çok ayıp. Dün gece annen ve baban seni hiç aramamış diye sinirlenme, sen artık büyüdün. Merak etmemiş olma ihtimalleri var mı diye düşünme, ''Artık beni sevmiyolar, beni merak etmiyolar ühühühüveğeğe'' deme. Saçmalama, salak salak olma. ''Güveniyorlar'' diye mutlu ol mesela. Belki aşk tazeliyorlardır hem?
Akşam eve dönüş güzeldir. Eve girerken ayran al. Sonra insanlara daha az trip at mesela. Hem kıramayıp, hem çok fena kırmaya kalkışmak kötüdür. Sonra üzülürsün, üzersin de belki. Uzun mesincır tartışmaları, bir yerden sonra bayar. Karşındaki insana 'uf sıkıldım bu konudan' diyebilirsen iyidir. Diyemezsen konuyu bulandır, o daha bir iyidir. Uyku gelecek diye bekleme, kimi zaman gelmez. Yatağa yattığında bile gelmez çünkü o anane uydurmasıdır. Ananeden kızına, kızından sana kalmıştır. Sen ve senin gibi insanlar, yatakta uyku beklerse kötü olur.
Şu yorganını atma artık üstünden. Havalar sıcaklasa bile, uyuyan insanın üstüne bilmem kaç kat kar yağar zaar. Güneş uyandığın ilk etapta sinir bozar, hâlâ ses tahammülsüzlüğün var. Kısık sesle müzik yatağa uzanmışken iyi gelir, annen süpriz yapmış patates kızartıyor olabilir. Bugünleri özleyeceğin sabahları düşünüp üzülebilirsin. Yine de evde ekmek yok diye anneye bağırma. Üzülmesin. Evin içinde o önde sen arkadasında öpmek için tur at. Şebeklik iyi iş yapar çünkü anne üzerinde.
Sınava 6 gün kaldı. Korkma, panik yapma. Notlarını eline alıp, birkaç gün daha ezber çalış. İyi gelir. Vakitli uyu, uyku düzenini bozma, B vitamini al, hafızanı diri tutmaya çalış. Annen 21 tane kuru üzüp sayıp sayıp verirse gülme, ye onu. Aklını karıştıracak insanlardan kaç, 6 gün kaldı ve çok iyi olacak. Korkacak bir şey yok. (Buna ben de çok inanmadım ama neyse. Eehe)
Sana bugün bir şarkı tuttum, bağırarak söyleyince keyifli oluyor.
09 Haziran 2010
Her civciv ölümü tadacak.
Neredeyse her çocuğun bir dönemine damgasını vuran en sevimli hayvanlardan birisidir civciv. Onlar ki, çarşıda pazarda kenarında delikleri olan bir kolinin içinde onlarca hoplayan zıplayan neşeli halleri -bu hâl neşe mi bir yere yığınlanmaktan dolayı bunalım mı bilemedim- ve sesleri ile hepimizin mutlaka ağlayarak istediği, kimimizin elde edemediği dostcanlardır. Ben çok ağlamıştım, bir türlü almamışlardı; ama mahallede en az üç kişinin bir civcivi mutlaka vardı. Ben de o civcivlere teyze, abla, cicianne falan olarak içimdeki bu civciv eksikliğini kapatıyordum. Şimdi ismini hatırlamadığım bir civciv vardı mahalleden Sümeyra diye bir arkadaşımın. Kardeşi Nesibe ile beraber bakıyorlardı ve artık civciv tavuktan hallice bir hale gelmişti. Evde besliyorlardı ve anneleri de çok seviyordu, bu sebepten çok kıskanıyordum onları. Civcivi de acayip seviyordum, beraber o minik tatlı şeyi parka falan götürüp gezdiriyorduk, yemek veriyorduk, oynuyorduk. O dönemlerde yine civcivi olan Sevilay diye başka bir kızın, civcivinin balkondan düşüp öldüğünü öğrendiğimizde kendi civcivimize gözümüz gibi bakmaya başladık. Lakin bir gün hangi akla hizmetse civcivi leğenin içine sokup, sabunlayıp köpükleyip yıkadık, o da birkaç gün sonra öldü.
Çok fazla üzülmüştük hepimiz, bahçemize onun için bir mezar kazıp gömmüştük. Sağdan soldan çiçek toplayıp gün aşırı mezarını süslüyorduk. Kendi aramızda mütevazı bi' cenaze töreni yapıp, dualar okuyup, ağlamıştık. Bir zaman sonra başka mahallelerden tanımadığımız ama iyi niyetli yaşıtlarımız civcivimizin mezarını ziyarete geliyordu, çiçek yaprak falan bırakıp dua edip gidiyordu. Kısa zamanda mezar, türbe ve yatır tadında bi' yer olmuştu. Acayip mistik ve karamsar havası vardı. Çok üzülmüştüm belki ama yine de hâlâ civciv istiyordum, anneme yine her gördüğümde ''Civciv alalım noloooorrr anneeeciğimm'' diye zırlardım. O da, ''Ölürse üzülüyorsun hayır almayacağım'' der almazdı; ama mutlaka başka bir şey alarak beni avuturdu. Aynı civciv krizlerimin denk geldiği dönemlerde 'sanal hayvan' çılgınlığı başlamıştı. Gidip babama en pahalı, en afili sanal hayvandan aldırmıştım. Annem de öldüğü zaman yine üzüleceğim kanaatinde olduğundan babamı azarlamıştı. Ben de araya girip ''Yaaa ama ölürse burada tuşu var yine canlandırırız kiiiii'' demiştim, buna rağmen ilk beslediğim köpek öldüğünde acayip üzülmüştüm.
Çoğu yaz anneanneme gönderilirdim ve acayip severdim orayı. Mükemmel bir bahçesi vardı. Bir sürü arkadaş, benim olmasa da kuzenlerimin bisikleti -çünkü çılgıncasına koruma içgüdüsü olan ebeveynlerim bana bisiklet de almıyordu-, sınırız meyve, aşırı anane ilgisi, bol mutluluk olan bambaşka bir yerdi orası benim için.. Sanal hayvanımla avutulduğum yazdan sonra hevesim geçmişti sanal hayvandan. Ertesi yaz uzunca bir süre ananeme bıraktılar beni. Bir gün ananemle pazara gittiğimizde o neşeli sesi duydum. ''Cik cik cik cik cik..'' Ananemin eteğinden çekiştirdiğim gibi sesin geldiği yöne gidip, kenarlarında delikler olan bir kolinin içinde onlarca üst üste binmiş acayip şeker civcivleri gördüğümde ''Ananeeeeeğğ civcivvv alalımmm nolooorrr'' diye aşka gelmiştim. O da ''Ama bizim bahçede çok kedi var, hemen yerler bunu yazık olur hayvancağıza'' demişti. ''Yaaa ama hiç ayrılmam ki ben başından korurum onu hep, alalım nolursun çok istiyorum ananeciiim'' diye diretince ananem tabii ki bir tanecik kızından olan bir tanecik torununu kıracak değildi. Kırmadı da, bir tane civciv aldık. O anın mutluluğunu çok net hatırlıyorum, yol boyunca civcivime ne isim vereceğimi düşünüyordum. Ananeme şu olur mu bu olur mu diye sorup duruyordum. Sonra isminin 'Civcik' olmasına karar vermiştim. Bahçeye gelip hemen kutudan çıkarıp ilgilenmeye başladım. Bir yandan da mahalleden en yakın arkadaşım olan ve üst katta oturan Derya'nın gelmesini bekliyordum, sağa sola koşturup sekerek ''Deryaaaaa, Deryaaaaa'' diye bağırıyordum sevinç içinde. Sonra Derya balkona çıktı, onunla konuşuyordum ''Bak ananem civciv aldı, bu ikimizin olsun hadi gel de oynayalım'' derken civciv o sıra arkamdaydı. Sonra Derya ''Kediiii!!!!'' diye bir çığlık attı, arkamı döndüğümde alçak kedi, hain kedi, pislik kedi benim civcivimi ağzının içine çoktan almış bi' de yaklaşık on metre ileri koşup geri dönüp bakıyordu. Olduğum yerde kalakaldım. Ne ardından koşabildim ne de bağırabildim. Sadece o kare aklımın içinde yıllarca yer etti kaldı. Kedi ve ağzında Civcik. Dalga geçer gibi yavaşça arkasını dönüp gitti, olduğum yere oturup dövünerek ağlamaya başladım. Derya da haykırarak ananemi çağırıyordu. Ananem gelip beni susturmaya çalıştıkça daha çok ağlıyordum, acayip üzülmüştüm ve kocaman kadını da üzmüştüm. Sonra ben o bahçeden nefret edip ''Eve gitçeeem been, babamı istiyorum beeen ühühühüveğeğe'' diye ağlamaya başladım. O akşam babam gelip beni almıştı. Eve döndüğümde de bir kaç gün daha üzülüp unuttum. Çocuk aklı işte... Belki de kedilerden bir türlü hoşlanamayışımın sebebi bu olabilir. Civcivimi yiyen o kedinin eşkâlini de asla unutmadım!
Ertesi yaz tekrar o bahçede geçti. Yine çocuk aklımla unuttum her şeyi. Derya ile psikopatça düğün kartı koleksiyonu işine girdik ve o yaz bahçenin bir kısmını yakmayı başararak bugüne enfes anılar bıraktık. (Bunlar başka bir yazı içeriği hehehe) Hâlâ bir araya geldiğimizde hiç bıkmadan, aynı karın ağrısı şiddetiyle bir daha bir daha gülüyoruz hepsine.. :)
R.I.P Civcik.