30 Ocak 2010

Yamalanmış ruhu fark etmek.

Biliyorum, daha önce hiç o kadar derin çekilmemişti o sigara ve eskiden hiç o pencerenin önünde bu kadar sarsmamıştı soğuk bir rüzgar boynunu. Trafosu çökmüştü sanki evrenin, kardan ya da hüzünden buz kesilmişti kablolar ve bir intihar için bile yeterli olacak kadar dayanıklı değildi hiçbirisi. Ruhuna dikiliyordu özenle tüm kahırlı düşünceler ve sen sadece durabiliyordun sabit bir biçimde. Dönmüyordu dünya; ama dönüyordu başın...Şakaklarından iğneler geçiyor ve sen yine kanamıyordun. Kanayamıyordun bu soğukta, buz kesmişti ruhunu....

Tırnakların beynine doluyordu, doyuyordu bir şeyi düşünmeye çalışırken. Parmak uçlarınla hareketlendirecektin sanki hepsini ve bir bir çözülecekti. Bir harita belirecekti, üzerinde küçük ayak izleri ve sanki kendine kavuşacaktın o yolun sonunda..İnandın mı buna? Bu kadar aptal olma! Kapat şu pencereyi, perdeler çok üşüdü...

Biri olsun istedin şimdi yanında. Tam da şimdi ama, sonra değil, daha sonra değil, başka bir sonra hiç değil. Önceden de istememiştin belki bu kadar çok. Sarılıp, üzerindeki tüm yalnızlığı bulaştırmak istedin o'na. Kirli bir leke gibi; fakat sürdükçe ona azalan bir leke, temizlenen bir leke. Sen o'na sarıldıkça azaltacaktı yalnızlığını ve sen daha çok nefes alabilecektin...Eğer o da lekeliyse senin gibi yalnızlığından, fark etmezdi senin için. İki yalnızlıktan ortak temiz bir yalnızlık çıkarabilirdiniz ve aslında 'yalnızlık' olmazdı o artık. İstedin ama yine olmadı değil mi? Zaten önemli olan da birine ihtiyacın olduğunda sığınmak değildi, sadece sen onu istedin diye yanında olmaktı. Öteki türlü kendi başına bir gün alıp başını yürüyemezdin. Ne kadar bağımlıysan ve üzerindeki yalnızlığı birisine bulaştırarak yaşamaya alıştıysan o kadar acizdin kendine. Her şeye aciz kal; ama kendine asla..Aynada yüzüne bakmaya yüzün olsun, gece yatağına girdiğinde kendine sarılıp ısınmaya...Çünkü bilirsin, hani söyler ya hep ''Eninde sonunda kendine kalıyor insan'' Kaç defa daha bi' kendine kalışın sonunda öğreneceksin bunu?

Görebiliyorum, yoruldun. Göz kapaklarının üzerinden düşünce filoları geçiyor ve ağır bir bombarduman altındasın. Siperlerinin hepsi bir gözyaşı seliyle yıkıldı, saklanacağın tek yerin yorganın altı. Kafanı yorgana gömdüğünde de hala kendindesin oysa, bi' devekuşu olmayı ne kadar isterdin kim bilir? Daha fazla ne kadar böyle sabit durabilirsin merak ediyorum, gözlerin karanlığa alıştıkça bütün aydınlıklara yabancılaşıyorsun farkında mısın? Bi' gün o yorganın altında nefes alamayacak olmandan korkuyorum. Ama senin çok umurunda mı?

Hissediyorum, kalbin kırık. Bi' an gelip beynin bu kırgınlıktan sağa sola saçılacak diye ödün kopuyor. Bu kez, kaldıramayacağın bir acı gibi...Her kırıldığında, eskisinden daha çok kırıldığını zannediyorsun. Ama bunu da unutacaksın ve sonraki kırıldığında yine sanki bu kez daha çok kırılmış gibi gelecek sana. Eskisini tamir edeceksin/edecekler/kandıracaklar/gözünü boyayacaklar/ aklını çelecekler ve sen bir kısır döngünün yarı çapı olacaksın. Geri kalan çap, olaylar, insanlar değişecek. Değişmeyen tek şey kalbin kırıkken içindeki o sızlama olacak...Bunları biliyor olman seni ne daha çok mutlu edecek ne de daha az üzecek.

Canımı yakıyorsun. Yanaklarım yanıyor gözyaşının tuzundan...Ruhunu çamaşır ipine asıp kurumaya bırakıyorum, ne çok ağlamışsın ve ne çok ağırlaşmış ıslaklığından. Neler yamaladın tüm bu ruhuna böyle? Biraz aşk, biraz şefkat, çokça eskimiş huzur ha? Eski bunların hepsi! Çer-çöp, oradan buradan toplanmış. Eksik, eski, eksiltilmiş...Tamah ettiklerinin hepsi başka bi' hayatın kıyısından köşesinden kaçırıp üzerine dikmeye çalıştıkların. Fakir, yetmeyen...İşte şimdi canımı daha çok yaktın..İşte şimdi ilk defa başkası için değil, senin için ağlıyorum kendim.

19 Ocak 2010

Adı ''Adsız'' olan not defterinden.

Hemen hemen her gün başım ağrıyarak uyanıyordum. Kahvaltı masamdaki aile bireylerime sessiz konuşmaları konusunda direktifler verirken çirkefleşiyordum. Ama başımın ağrısı bu çirkefliğe değecek kadar çok oluyordu. ''Televizyonu kısar mısınız?'' diye fısıldıyordum sakince, az önceki çirkefliğimi unutmuş gibi. Masadakiler bi' şeyler konuşuyordu ve ben yine çayın şekerini ayarlayamamıştım.

Günün en alakasız saatlerinde uyukluyordum. Üstelik uyandığımda hangi ara uyuduğumun farkında olmayıp saate bakıp kocaman bir 'ohaaa' çekiyordum zamanı hiç eden uykuma. Ki yine başım ağrıyordu. Yıkanmaktan canı çıkmış kuru kayısı yiyip şeker dengemi tutturmaya çalışıyordum. Çay kadar başarısızdım üstelik, midem bulanıyordu.

Başına oturup bir şeyler yapmaktan/okumaktan keyif alamayacak kadar çok bozulmuş, ciddi bir fan ve işlemci sorunu olduğundan tamir isteyen ama inatla götürmediğim laptopum vardı. Öyle ki Speederxp bile hızlanmasına etki etmediği gibi zaten de kitleniyordu. ''Senden gelecek hayır Allah'tan gelsin'' deyip, bataryayı çıkarmak suretiyle bilgisayara acımadan şok üzerine şok uyguluyordum. Bırak Firefox'un zahmetsiz açılması, müzik bile dinleyemiyordum. Artık bir mp3 çalarım bile yoktu...O sebeple radyoyu açıp Sezen'nin söylediği gibi paso şarkı tutuyordum ama hiç iyi gelmiyordu. Akabininde bilgisayar kitleniyor ben de sinirimden mauseu ısırıyordum. Tam göbeğinden üstelik. Önceleri hızla masaya çarpardım lakin zayi olan mausların, elimde kalan gariplerin vebaliyle bu alışkanlığımdan vazgeçtim. Kaldı ki ısırınca daha çok rahatlıyordum, en azından vurduktan sonra mauseun ışığı sönünce ''Aha yine bozuldu bu yaa'' diye telaşa düşmüyordum. Radyoda Serdar Ortaç çalıyordu, tuttuğum şarkıydı üstelik. Sezen'e mi Serdar'a mı küfür edeceğimi bilemeden mauseu ısırdım.

Ara sıra pencereden bakıyordum, dört gündür yerler hiç kurumamıştı ve ahmak ıslatan bi' yağmur son günlerin popüleriydi. Karşı apartmanda, benim gibi pencereyi açmadan perdenin arkasından dışarıyı izleyen yaşlı bir teyze vardı. Çok yaşlıydı ama, birden kendimi huzurevinde hissettim. Karşı penceredeki komşuma el sallama isteği gelip gelip gidiyordu. Üstelik sanki randevulaşmışız gibi hep aynı anda pencereye çıkıyorduk. Bu bir mesaj olabilir miydi? Henüz bununla kafa yoracak kadar boş değildim.

Masada olduğu gibi bırakılmış bir dolu ders notu, test kitabı, silgi tozları, defterler vardı. Eh madem açık boynu bükük kalmasın diyerek oturup gayet gevşek biçimde ders çalışıyordum. İçine girdiğim savaşların, sebeplerin sonuçların, devletlerin arasında ilk defa tarih dersinden nefret ediyordum. Bare arada çeşit olsun diye Coğrafya çözeyim deyip dalıp gidiyordum sorulara. Sonra saate baktığımda ne kadar çok soru çözdüğümü farkedince kendimi öpesim geliyordu. Kendime armağan olarak bir koca fincan karadut yapıyordum. Son günlerin oraletten sonra gözde içeceği buydu. Renginden, ekşitmesine kadar sıcak sıcak enfes oluyordu. Sonra aynaya bakıp dilimi çıkarıyordum rengi değişmiş mi diye. Mosmor bir dil oluyordu, ''Babam bunu görse bana çok kızardı'' deyip dilimi hemen içeri sokup, bundan asla ona bahsetmemeye karar veriyordum. İçinde boya gibi kimyasalların olduğu her türlü besini görünce çemkiren bir babam vardı. Canımdı...Tam ben bunu düşünürken gittiği iş seyahatinden bilmemkaç kilometre öteden aradı, ''Hissetti mi acaba bu ne tesadüf?!'' diye hayrete düşerek telefonu açtım. Tabii ki ''Babacım, karadut içiyordum baktım dilim boyadan mosmor olmuş, oturup bünyeme şu an için dahil ettiğim ve tüm nefret ettiğin kimyasallarla seni andık. Ne iyi insanmışsın azizim, üstüne de sen aradın. Tesadüfe bak yaaa'' diyemedim.

Saçlarımı sürekli yıkayıp, tarayıp kendimi iyi hissediyordum. Gözlerime kusursuz bir biçimde eyeliner sürmeyi kavrayabilmek için, oturup deneye deneye batıra batıra en güzel biçimde sürmeyi öğreniyordum kendi kendime. (Bokunu çıkarır gibi ikileme yapmayı da çok seviyordum.) Silip bir daha bir daha, üstelik çok azimle. Odamın içinde bana ait üç tane ev terliği mevcuttu. Hepsi yatağın önünde, sanki yatağın içine üç tane ben girmiş gibi. Biri yatağın altına kaçmış, biri ileride, ötekisi ters dönmüş. Hemen aklıma anneannem gelip panikle ters dönmüş terliği çevirdim. Sonra yatağa oturup etkisi altında kaldığım bu batıl rüzgarından dolayı mauseu ısırmak istedim. İçine işliyordu bu batıl insanın, inan veyahutta inanma, yıllar yıllar ve yıllar boyunca göre göre hayvan olsa içine işler bunların hepsi. Terliklerin çiftlerini birbiriyle kavuşturup hayırlı bir iş yaptım. Kapının arkasındaki duvarın önüne dizdim. Beğenmedim bozdum, büyükten küçüğe doğru dizdim.

Gelen mesaj kutusunu ezberlediğim telefonuma mesaj geldi, gayet uyuklar bir halde salonda koltukta uzanmış kumandanın renk ayarı tuşunu karanlıkta el yordamıyla bulmaya çalışıyordum. Her gelen mesaja verdiğim heyecanlı tepkiyle, aradığım tuşu bulamamanın siniri birbirine karıştı. Mesajı okuduğumda sadece mutluydum ehehe. Değişken ruh hallerimi seviyordum. Ummadığım anlarda gelip keyif veren mesajları da.

Hayatımın en boş, en sakin, en sıradan günlerinden birini yaşıyordum. Dün gibi, ondan önceki gün gibi, neredeyse son yedi aydır olduğu gibi. Ocak'ın 19'una yakışır biçimde hava soğuktu, her gün daha fazla ders çalışmam gerekiyordu; ama ben biraz daha bıkıyordum. Yapmam gereken şeyler söylenildiğinde asabileşebiliyordum. Ara ara panikliyebiliyordum ve bunu kontrol edemeyecek seviyeye gelmekten korkuyordum. Gün içinde yapmak için, kendimi mutlu edecek şeyler arıyordum deli gibi. Tuvalime takılıyordu gözüm, ''tuvali'm'' diye sahipleniyor olmam becerebildiğim anlamına gelmiyordu. Ayrıca gözüm oradayken raftan yağlı boyalarımı indirip gayet kuruduklarını görünce vazgeçiyordum üzülüp. Sonra da hevesim kaçıyordu zaten.

Gün içinde alakasız zamanda uyuklamalarımın cezasını şimdi çekiyordum. 04:35'e girmişken hala cin gibi hiç uyumayacakmış gibi duran gözlerle nasıl, neden başladığını ve nasıl biteceğini bilmediğim bir şeyler karalıyordum. Adı, ''Adsız'' olan not defterine...

Bitti.

(Aniden keselim madem.)


17 Ocak 2010

Neyi umar neyi bulur insan?

Sanırım koca bir günü bu soruyu kendime mütemadiyen sorarak geçirdim. ''Neyi umar neyi bulur insan?''

Hayatın döngüsünde sürekli bi' şeyleri ummakla geçiyor zaman. Ummaktan kastım tamamen aramak, sahip olmayı istemek, beklenti içinde olmak. Kaldı ki 'Beklenti' dediğimiz şey gerçekten insanı her zaman zor duruma düşüren bir şey. Hep bir beklenti, hep hep hep. Bulamayınca da sonu hep kalp kırıklıkları olur. Peki beklentisiz bir dünya düşünülür mü? Tabii ki hayır, koca bir ömür bir şeyleri bekleyerek, beklediklerinin bazılarını bularak, bir şeyleri beklerken tesadüfen başka bir şeylere sahip olup, onlarla yetinmekle geçer. Geçer mi yoksa geçer gibi mi yapar orası çok alengirli bir muallak.

En çok neyi umar insan? İyi bir iş? İyi bir okul? Çok para? Kariyer? vs vs vs.. Bunlar bir şekilde elde edilebilen şeyler, edilmese bile yukarıda dediğim gibi 'birazcığı' da olsa makul kabul edilen. Benim aklımı kurcalayıp, içimi biraz da kıran şey daha manevi. Sevgi, anlayış, huzur, değer verme ve tüm ilişkili şeyler.

Manevi ve maddi şeylerin beklentilerinin dile getirilişi de farklı zannımca. İnsan gidip bir patrona ''Şu kadar maaşla iş istiyorum'' diyebiliyor ama, birisine gidip ''Beni şöyle sevmeni istiyorum'' diyemiyor. İşte tam da burada söyleyemediklerimizin verdiği o his oluşuyor ki bunu betimlemek oldukça zor, ''burada yaşanmışı var'' deyip burayı boş bırakıyorum. Sonra söylenemeyenler birikince bambaşka bir şey çıkıyor ortaya. Koca bir ilişki boyunca karşınızdakine neyi istediğinizi söyleyemediğinizi fark ediyorsunuz. Sonra sanki o ilişki içinde siz hiç yokmuşsunuz gibi de hissedebilirsiniz. Bu zamana kadar bulduklarınız da tesadüfen yaşayıp 'eyvallah' dedikleriniz oluyor. Sonrasını söyleyeyim mi? Kocaman bir kalp kırıklığı!

''Neden söyleyemiyor insan'' sorusunu kendime sorup, kendime kızmak istemiyorum. Bu söyleyemeyiş sebepleri o kadar karışık ki, bir maddeyi saymaya başlaşam birbiriyle iniltili onlarca abuk madde çıkar ortaya ki beynimde bütünleyememişken zor. 

Sonrası..Asabiyet! Evet evet, istediğini alamayınca hırçınlaşıyor insan. Üstelik ne kadar garip değil mi? Hem söyleyemeyen hem alamayan üstüne üstlük elinden oyuncağı alınmış çocuk gibi mızmızlanan da biziz. Dilin ucuna ucuna geliyor tüm cümleler, hırsından insanın. Karşıdakini yaralama amaçlı değil, savaşa gider gibi değil, ister istemez sert oluyor o an söylenenler. Sonra dişimizi sıkıyoruz ama; dişlerin arasından kaçmayı başarmış sözler daha da ağır. Bencillik fark edilmeden ortaya çıkıp etrafı darmaduman eden başkahraman oluyor. Akabininde bir kırgınlık. Her yapacak bir şey bulamayınca kırılıyor insan... Gelip gönlü alınsın diye beklerken, yine alınmayınca kırılan parçalar bir kere, bir kere daha....Sonrası kısır döngü. Beklenti içinde olmak, alamamak, söyleyememek, kırılmak, hırslanmak, bir daha kırılmak, yine beklenti içine düşmek, sonra yine kırılmak, söyleyememek, beklenti, kırılmak, beklenti, söyleyememek, kırılmak, hırslanmak, beklenti, kırılmak...


10 Ocak 2010

Kendine dönen kadın.

Kendine dönüyordu kadın. Esip gürleyen kararlı bi' havası vardı, bazen yerini pes edişe bırakan. Dönüş yolu için yanına birkaç şarkı, biraz hayal kırıklığı ve biraz da direniş gücü aldı. Ne kadar süre yüreyeceğini bilmiyordu ya bir adım sonra ya da bir asır adım attıktan sonra varacaktı.

''Gittin şimdi sen, yoksun yanımda
Bir şey istemem, neye yarar hatıralar?..''

Uzaktan bir müzik sesi çalınıyordu ruhuna ruhuna. Dokunur gibi, hatta dokunmayıp ruhunun üzerinde ellerini gezindirip heyecanlandırır gibi..İçini acıtacak gibi olduğunda kulaklarını kapatmak istedi. Kendisine söyleniyor gibiydi sanki.. Bir gidişin en berrak imgesiydi ve saçları olmayan bir rüzgarla dalgalanıyordu..Ve tüm an saçlarının dalgasında boğuluyordu..İnce beyaz elbiseli, yorgun kadın.. 

Bazen gecesi gündüzüyle karışınca güneşin batışını, aslında güneşin doğuşu sanıyordu. Yine çok uyuduğundan korkunca, aslında güneş yeni batıyordu. Hava sepyadan, karanlığa dönüyordu ve hep daha cesaretliydi karanlıkta yüzünü göstermeye. Başını öne eğip, sessizce durduğunda gölgesi başını dik tutabilecek kadar güçlü olabiliyordu. Kapının koluna parmaklarını değdirdi, bu kadar sert bir yer olduğunu bilmiyormuş gibi garipsedi. Sanki daha önce gitmek için hiç kapı kullanmamıştı. Doğru ya, hep açık bırakılmıştı kapılar gitmek için. Şimdiyse, kendinden gidiyordu yine kendisine. Fark da buradaydı...Bir 'Son Söz' söylemesi gerekliydi, galiba sahne bunu zorunlu kılıyordu. Her giden, geri dönüp bir son söz söylemeliydi klasik her terkediş serüveninde. Sesi sanki bir fırtınaya kapılmıştı ve az sonra yağmur yağacaktı boğazına, yutkunamayacaktı. Gözlerini sıktı, dişlerini sıktı konuşmadı..Bir defa daha konuşmayacaktı.

Hazırdı kadın inanmaya, kendine vardığında aslında mutlu sonlanacağına bu hikayenin. Yola çıkmak için geç kalmış gibi bi' telaş vardı içinde. Ya burada kalacak, gözlerini kapatacak ve ne olacağını bilmediği bir sonu bekleyecek ya da yola çıkacak kendi görecekti tüm sonları. Belki de kendisi yazacaktı, kırmızı bir kalemle bembeyaz bir kağıda. Kapıyı kapattı, anahtarları kapının ardında bıraktı ve ilk defa bundan telaşlanmadı. Geri dönüşü mümkün olmayacaktı ve içine bir ilahi güç düştü. Büyüdü... Büyüdü... Büyüttü kadını.

Köşeyi döndü, eteği kavislendi ve saçları daha çok dalgalandı. Bilmediği bir şehirde kaybolmanın verdiği haz gibi bir şey çoştu ruhunda. Her yerde ayna vardı, gülümseyen yüzünü görüyordu...Yanında biraz hayal kırıklığı, birkaç şarkı ve artık bi' dolu umutla uzaklaştıkça küçülüyordu. Ve büyüyordu kendi içinde...



07 Ocak 2010

"Biz seni cami avlusunda bulduk"

'Günlerden bir gün..' diye başlayan masalları hep sevmiştim. Şimdi düşündüğümde, hatırladığım bir masal yok aklımda annem ya da babam tarafından anlatılmış. Ama anımsadığım bir şey var, babam beni doğduğum eski evimizdeki o küçük soğuk odamdaki yatağıma yatırıp, yorganımı her yere iyice sıkıştırdıktan sonra 'Tulumba tatlılı rüyalar..' derdi. Aslında bunu hatırlamayacak kadar küçük olduğumu farkettim şu an. Ama çok net hatırlıyorum, o gece rüyamda 'tulumba' göreceğimi sanmıştım ve bunu çok garipsemiştim. Babamın o zaman bıyıkları vardı ve Orhan Gencebay'a benziyordu. Evimizde de Orhan Gencebay'ın bir kaseti üzerindeki fotoğrafla birlikte büfede duruyordu. Ben o fotoğrafa ne zaman dikkatimi versem ''Babaaaaaağğğğ'' diye ağlardım, onu babam sanıp. Hayal meyal anımsıyorum, babam işe gittiği zamanlarda gidip o resmin önünde ağladım. Şimdi kızıyorum anneme. Madem o kadar hüzünlenip ağlıyordum neden kaldırmadınız o fotoğrafı oradan yıllar boyu?

Anneannemin bahçesinde, kırmızı bi' tulumba vardı. Boyum tulumbadan çok az uzundu ve oradan su akan zamanları da hatırlıyorum hayal meyal. Hatta sesi bile ara ara kulaklarımda yankılanıyor, çok sinir bozucu ama komik bir sesi vardı. Ve o tulumba hakkında hatırladığım daha fazla şey, sonraki yıllarda hiç akmadığı ve süs olarak orada durduğuydu. Sonra kaldırmışlardı onu oradan. Keşke hep aksaymış.

Bu aralar kesik kesik çocukluğumdan sahneler geliyor gözümün önüne. Bunlardan daha fazlaları. Ne şapşal bir çocukmuşum diyorum, aslında bunları ne kadar fazla hatırlarsam o kadar çok beynime kazıyorum unutmam zorlaşıyor. O sebeple, ara ara annemle abimlerle ya da kuzenlerimle anıları yâd etmek pek keyifli oluyor. Hele ki, en son annem ve abimlerle Ankara'da o soğuk odada yaptığımız geçmiş muhabbeti çok fazla keyifliydi. Hepimiz uykusuzluktan şapşal olmuş, uzun süredir de bir araya gelmeyişimizden dolayı da sevinçli bi' halde o güne kadar ne kadar şey varsa kahkaha ata ata yeniden yaşamıştık. Unuttuğum birçok olay, hatta ilk duyduklarım bile olmuştu.

Babam, iş seyahatinden bir sepet dolusu çilek getirmişti. Sepeti de minikçik tatlı bir şeydi. Hemen hemen her ailede 'Biz seni cami avlusunda bulduk' diye kandırılan çocuk bizim ailede de bendim. Kaç yaşında olduğumu hatırlamıyorum ama 5 yaşında bile değilimdir. Ki yine hayal meyal hatırlıyorum bunu da. Dayım, o gün küçük çilek sepetini gösterip ''Biz seni bunun içinde cami avlusunda bulduk'' demişti. Sanırım, elle tutulan gözle görünen bir kanıt göstermesi beni bu duruma daha çok inandırdı. Gittikçe üzerime geliyordu, ben ağlayıp 'Hayırrrr' diye feryat ettikçe o keyiflenip, senaryosunu kuvvetlendiriyordu. Mutfaktaydık, çok net hatırlıyorum burayı. Ve annem, dayıma kızıyordu. ''Çocuk inanıyor yapma artık şaka olduğunu söyle'' dayım da anneme itiraz edip, benim ağlamamdan gaddarca haz alarak devam ediyordu. Zaten içimde kuşku var, annem bir yandan 'Yalan söylüyor sen bizim kızımızsın' diye teskin etmeye çalışıyor, bir yandan da dayım durmaksızın konuşuyordu. Ağlaya ağlaya odama gittim, elimdeki büyük siyah poşet nereden geldi hatırlamıyorum ama çekmecemdeki kıyafetlerimi gelişi güzel o kocaman poşete doldurup bir yandan da ağlıyordum. İşte bu sahneyi çok fazla net hatırlıyorum. Annem odama gelmişti ve beni öyle görünce kahkaha atmaya başlamıştı, ben de o anda 'Sonunda istedikleri oldu, evi terk ediyorum diye gülüyor işte' gibisinden bir şeyler düşünmüştüm. Annem ''Nereye gidiyorsun kızım?'' diye sorunca, kısacık boyumla, elimde siyah kocaman bir poşetle, görmesem de akmış sümüklerimle, kızarmış burnumla ve ağlamaktan bi' hale gelmiş gözlerimle bağırdım O'na; ''AİT OLDUĞUM YERE.!''

Demek ki ait olduğu yeri arayıp bulmak isteği çok küçüklükten kalma bir şeymiş bende. Hatta bunun uğruna siyah bir poşetle çekip gidebilme yürekliliği de bundan ileri geliyormuş. Şimdi o kadar cesaretli miyim bilmiyorum ama; 'kabulleniş'lerimin ötesinde içimde öyle bir dürtü olduğunu biliyorum...Galiba bu olayla birlikte beynimin bir köşesine yerleşti ve içimde bir yere, bir şeylere ait olma istediği hiçbir zaman bitmedi. Ya da bana ait olan bir şeyler. Daha güvenli ve daha çok içinde 'ben' olan bir şeyler...

Peki sonra n'oldu evi terk ettim mi? Hayır tabi ki, dayımın sepeti gösterip beni inandırması gibi daha somut şeylerle atağa geçmişti annem ve bana bebeklik kıyafetlerimi göstermişti ardından Kuran'a el basmıştı.

Ben inandım ve gökten üç elma düştü.. :)


02 Ocak 2010

Tanrı'nın çektiği fotoğraf.

''Aslına bakarsan..'' gibi saçma bir giriş yapacaktım, hatta yaptım. Lakin sildim. Aslına falan bakmayalım, çünkü belli bir aslı yok bu bünyenin. Sureti aslı yerine geçer mi? Zilyon tane fotokopilenmiş anlardan birindeyiz işte. Hep bir 'dejavu' hali. Aslına bakarsan çok da sevmem bu kelimeyi. (Bak yine)

Aslına bakarsan, şakaklarımdan hem de iki yanından şırıngayla bi' şeyler enjekte ediliyor beynime beynime. Hücrelerimden akıyor o şeyler bu bariz, ama kimi zaman içimde şaşırtılacak derecede bir güç peydahlanıyor ki sorma gitsin. Ellerimle gözlerimi kapatıyorum, karanlık. Fişi çekiliyor dünyanın, kaçak kat çıkıyorum güçsüzlüğüme. Bilsen, ne kadar çaldım ben malzemeden. Birazdan, -çok azdan hem de- yağmur başlayacak. Ondan önce şimşek çakacak ve ben çocuk saflığımla küçükken olduğu gibi Tanrı fotoğraf çekiyor sanacağım. En sevimli halimle poz verirken gök gürleyecek ve en korkunç karem olacak bu dehşete düşmüşlüğümle.. Evime kaçacağım yağmur bastırdığında, uzun zamandır 'ahmak ıslatan' yağıyor yağmurlar, ki bilirsin gökyüzünün de bi' kırılma noktası var. Elbette bir gün depresyonlu yağacak yağmur. En dibinden hem de. Korkma diyeceğim yanımdaki küçük kıza, elinden tutup koşturacağım bi' saçağın altına. Gök gürleyecek, o ağlayacak. Sonra ona da Tanrı'nın fotoğraf çektiği hikayesini anlatacağım. Kendisini leyleklerin getirdiğine inandığı kadar inanacak. Ya da inanmayacak...İnanmasın ama; bir şeylere inandığı zaman sarsılıyor insan..

Sarsıldım. Ben de inandım. Ya yanlış inandım ya da yanlış anladım. Ortada yanlış bir şeyler var bunu inkar edemem. Zaten, inkar ve bahane mekanizmalarımın hepsini az önce kahveme karıştırıp içtim. O kadar anlamsızlar. Şimdi sadece kabulleniş var, körü körüne. Pes ediş belki de? Şimdi eğer sağlıklı düşünebilen birisi olabilseydim -eskisi kadar ''birazcık'' olsa da yeter- esamesi okunmayacaktı bu pes'lerin.

Gizli saklı bir şeyler var, şuramda işte bak. 'Masum değilim' eskisi gibi, masumca şeyler yok içimde. Biliyorum karışık anlatıyorum, çünkü karışık yaşıyorum, karışık hissediyorum ve yine hep üstü kapalı oynama hallerindeyim. Ben kendime bir süre inziva istiyorum.

Hep bir veda havasındayım, başım öne eğik.


Benmerkezcilik bazen ağırdır.

Düşündüğüm her şeye kırılıyorum bazen ben. Bi' bakıyorum, çocukken düşüp yaraladığım dizlerim sanki hala kanıyor gibi. Burnumun kenarlarında sanki hala silinmekten yara olmuşluk var. En çok böyle anlarda kızıyorum kendime, beynime bir süzgeç takmışım da en kötü şeyi geçirip geçirip aklımın elleriyle tutup, sıkıp kesiyorum ellerimi. Bilsen, hepsi bir cam parçası çoğu zaman.

Sürekli kendimi anlatacak kadar bencilim. Fazla sevgi düşkünü, fazla ilgi yumağı olmak heveslisi. Biliyorum içimde insanlara dağıtacak sevgimden daha saf bir şeyim yok benim. Ve bu dünyada insanlardan alabileceğim daha önemli, değerli bir şeyim de yok. Salt ''değer'' aradığım her zaman.

Hep karnım çok tok olsun istiyorum, hiçbir şeyin azıyla yetinmeyi ögrenmediğimden 'yoksunluk' hissi hep asabiyet benim için. Diğer insanlardan farkım, bunları dile getiriyorum ve bunu yaparken de çekinmiyorum. Asgari düzeyde bir suskunluğum yok, olmadı hiçbir an bile. Ancak şu aklımın isyana geçtiği anlar her ne kadar bünyemi diri tutsa da aşındırmakta günbegün. Elim her bir paragraf başı yapmaya gitse 'Ben' diye başlıyor, böyle 'benmerkezcilik' zamanla yoruyor beni. Kendimden başka bir şeyim olmadığı düşüncesine kapıldığımda ise uyku güzel bir kaçış evreni olurdu, artık o da değil.

Her gün evrenin sırrını çözebilmek umuduyla uyanmıyorum. Hayret dürtüm çoktan kaybolmuş, insanlık için yepyeni bi' atılım yapacak potansiyelde hiç değilim, sihirli değneklere falan da inandığım yok. Süper güçlü bi' hayat beklentim asla olmadı, hep sıradanlığımdan yanaydım ve bunu da benimsemiştim. Taa ki içimde birisi sanki yanlış kabloyu kesene kadar. Sürekli isyan eden bir insan değilim; ama içimde ergen isyanı kıvamında bir şeyler var. Uyuyunca geçmiyor, çikolata mutlu etmiyor, son zamanlarda beklediğim ve istediğim her şey birbiriyle önceden anlaşmışçasına olmuyor. Kendimi üçüncü sınıf filmde yoldan geçen bi' figüran olarak bile hissetmiyorum..

En çok böyle zamanlarda kızıyorum kendime. Dışarıda çok fazla rüzgar var, bütün ağaçlar kış çıplaklığında ve ben ne zaman kendime dokunmaya çalışsam saydamlaşıyorum.