19 Ocak 2010

Adı ''Adsız'' olan not defterinden.

Hemen hemen her gün başım ağrıyarak uyanıyordum. Kahvaltı masamdaki aile bireylerime sessiz konuşmaları konusunda direktifler verirken çirkefleşiyordum. Ama başımın ağrısı bu çirkefliğe değecek kadar çok oluyordu. ''Televizyonu kısar mısınız?'' diye fısıldıyordum sakince, az önceki çirkefliğimi unutmuş gibi. Masadakiler bi' şeyler konuşuyordu ve ben yine çayın şekerini ayarlayamamıştım.

Günün en alakasız saatlerinde uyukluyordum. Üstelik uyandığımda hangi ara uyuduğumun farkında olmayıp saate bakıp kocaman bir 'ohaaa' çekiyordum zamanı hiç eden uykuma. Ki yine başım ağrıyordu. Yıkanmaktan canı çıkmış kuru kayısı yiyip şeker dengemi tutturmaya çalışıyordum. Çay kadar başarısızdım üstelik, midem bulanıyordu.

Başına oturup bir şeyler yapmaktan/okumaktan keyif alamayacak kadar çok bozulmuş, ciddi bir fan ve işlemci sorunu olduğundan tamir isteyen ama inatla götürmediğim laptopum vardı. Öyle ki Speederxp bile hızlanmasına etki etmediği gibi zaten de kitleniyordu. ''Senden gelecek hayır Allah'tan gelsin'' deyip, bataryayı çıkarmak suretiyle bilgisayara acımadan şok üzerine şok uyguluyordum. Bırak Firefox'un zahmetsiz açılması, müzik bile dinleyemiyordum. Artık bir mp3 çalarım bile yoktu...O sebeple radyoyu açıp Sezen'nin söylediği gibi paso şarkı tutuyordum ama hiç iyi gelmiyordu. Akabininde bilgisayar kitleniyor ben de sinirimden mauseu ısırıyordum. Tam göbeğinden üstelik. Önceleri hızla masaya çarpardım lakin zayi olan mausların, elimde kalan gariplerin vebaliyle bu alışkanlığımdan vazgeçtim. Kaldı ki ısırınca daha çok rahatlıyordum, en azından vurduktan sonra mauseun ışığı sönünce ''Aha yine bozuldu bu yaa'' diye telaşa düşmüyordum. Radyoda Serdar Ortaç çalıyordu, tuttuğum şarkıydı üstelik. Sezen'e mi Serdar'a mı küfür edeceğimi bilemeden mauseu ısırdım.

Ara sıra pencereden bakıyordum, dört gündür yerler hiç kurumamıştı ve ahmak ıslatan bi' yağmur son günlerin popüleriydi. Karşı apartmanda, benim gibi pencereyi açmadan perdenin arkasından dışarıyı izleyen yaşlı bir teyze vardı. Çok yaşlıydı ama, birden kendimi huzurevinde hissettim. Karşı penceredeki komşuma el sallama isteği gelip gelip gidiyordu. Üstelik sanki randevulaşmışız gibi hep aynı anda pencereye çıkıyorduk. Bu bir mesaj olabilir miydi? Henüz bununla kafa yoracak kadar boş değildim.

Masada olduğu gibi bırakılmış bir dolu ders notu, test kitabı, silgi tozları, defterler vardı. Eh madem açık boynu bükük kalmasın diyerek oturup gayet gevşek biçimde ders çalışıyordum. İçine girdiğim savaşların, sebeplerin sonuçların, devletlerin arasında ilk defa tarih dersinden nefret ediyordum. Bare arada çeşit olsun diye Coğrafya çözeyim deyip dalıp gidiyordum sorulara. Sonra saate baktığımda ne kadar çok soru çözdüğümü farkedince kendimi öpesim geliyordu. Kendime armağan olarak bir koca fincan karadut yapıyordum. Son günlerin oraletten sonra gözde içeceği buydu. Renginden, ekşitmesine kadar sıcak sıcak enfes oluyordu. Sonra aynaya bakıp dilimi çıkarıyordum rengi değişmiş mi diye. Mosmor bir dil oluyordu, ''Babam bunu görse bana çok kızardı'' deyip dilimi hemen içeri sokup, bundan asla ona bahsetmemeye karar veriyordum. İçinde boya gibi kimyasalların olduğu her türlü besini görünce çemkiren bir babam vardı. Canımdı...Tam ben bunu düşünürken gittiği iş seyahatinden bilmemkaç kilometre öteden aradı, ''Hissetti mi acaba bu ne tesadüf?!'' diye hayrete düşerek telefonu açtım. Tabii ki ''Babacım, karadut içiyordum baktım dilim boyadan mosmor olmuş, oturup bünyeme şu an için dahil ettiğim ve tüm nefret ettiğin kimyasallarla seni andık. Ne iyi insanmışsın azizim, üstüne de sen aradın. Tesadüfe bak yaaa'' diyemedim.

Saçlarımı sürekli yıkayıp, tarayıp kendimi iyi hissediyordum. Gözlerime kusursuz bir biçimde eyeliner sürmeyi kavrayabilmek için, oturup deneye deneye batıra batıra en güzel biçimde sürmeyi öğreniyordum kendi kendime. (Bokunu çıkarır gibi ikileme yapmayı da çok seviyordum.) Silip bir daha bir daha, üstelik çok azimle. Odamın içinde bana ait üç tane ev terliği mevcuttu. Hepsi yatağın önünde, sanki yatağın içine üç tane ben girmiş gibi. Biri yatağın altına kaçmış, biri ileride, ötekisi ters dönmüş. Hemen aklıma anneannem gelip panikle ters dönmüş terliği çevirdim. Sonra yatağa oturup etkisi altında kaldığım bu batıl rüzgarından dolayı mauseu ısırmak istedim. İçine işliyordu bu batıl insanın, inan veyahutta inanma, yıllar yıllar ve yıllar boyunca göre göre hayvan olsa içine işler bunların hepsi. Terliklerin çiftlerini birbiriyle kavuşturup hayırlı bir iş yaptım. Kapının arkasındaki duvarın önüne dizdim. Beğenmedim bozdum, büyükten küçüğe doğru dizdim.

Gelen mesaj kutusunu ezberlediğim telefonuma mesaj geldi, gayet uyuklar bir halde salonda koltukta uzanmış kumandanın renk ayarı tuşunu karanlıkta el yordamıyla bulmaya çalışıyordum. Her gelen mesaja verdiğim heyecanlı tepkiyle, aradığım tuşu bulamamanın siniri birbirine karıştı. Mesajı okuduğumda sadece mutluydum ehehe. Değişken ruh hallerimi seviyordum. Ummadığım anlarda gelip keyif veren mesajları da.

Hayatımın en boş, en sakin, en sıradan günlerinden birini yaşıyordum. Dün gibi, ondan önceki gün gibi, neredeyse son yedi aydır olduğu gibi. Ocak'ın 19'una yakışır biçimde hava soğuktu, her gün daha fazla ders çalışmam gerekiyordu; ama ben biraz daha bıkıyordum. Yapmam gereken şeyler söylenildiğinde asabileşebiliyordum. Ara ara panikliyebiliyordum ve bunu kontrol edemeyecek seviyeye gelmekten korkuyordum. Gün içinde yapmak için, kendimi mutlu edecek şeyler arıyordum deli gibi. Tuvalime takılıyordu gözüm, ''tuvali'm'' diye sahipleniyor olmam becerebildiğim anlamına gelmiyordu. Ayrıca gözüm oradayken raftan yağlı boyalarımı indirip gayet kuruduklarını görünce vazgeçiyordum üzülüp. Sonra da hevesim kaçıyordu zaten.

Gün içinde alakasız zamanda uyuklamalarımın cezasını şimdi çekiyordum. 04:35'e girmişken hala cin gibi hiç uyumayacakmış gibi duran gözlerle nasıl, neden başladığını ve nasıl biteceğini bilmediğim bir şeyler karalıyordum. Adı, ''Adsız'' olan not defterine...

Bitti.

(Aniden keselim madem.)