30 Mart 2010

Bana bir haller oluyor. Kimin ahını aldım bilmiyorum ki.

Kesinlikle dış güçlerin oyununa geliyorum şu sıra. Üzerime hain planlar kurgulanıyor, sanki o gizli dış güçler benim bu halimi uzaktan izliyor ve pusuya yatmış kehkehkeh gülüyorlar çok fena da zevk alıyorlar. Zira son günlerde üzerime çöreklenmiş talihsizlik silsilesinin başka türlü bir açıklaması olamaz. Bi' gudubetlik, bi' elini attığın her şeyin kuruması falan. Çıldıracağım! Hiçbir şey mi istediği gibi gitmez insanın aynı günler içinde.

İlk başta elimden nasıl düşürdüğümü bilmediğim bi' telefonum var. Yani öyle duruyordu elimde, sonra bir baktım yerde. Garibimin bir düşümlük canı kalmış gibi, açılmadı bir daha hiç. Açılırmış gibi oldu o da kandırdı beni. Keza bir bardak da öyle zayi oldu gitti. Canımbenim.

Bilgisayarda tam böyle heyecanla bir şey yapıyorum, çogzel bi' şey olacak ama uğraşmışım. Zrank! kitleniyor kalıyor. Yapma be yavrucağım diyorum, şak! diye kapatıyor kendisini. Galiba bataryasını çıkarmak suretiyle kapattığım günlerin intikamını alıyor. Mesincırda tam çok önemli bir konu hakkında tartışırken kablosuz ağ kapatıyor kendisini. Bi' daha dön ki toparlayabilesin konuyu, sinirim cacık olmuş zaten.

Kırık yılın başında televizyon izleyim diyorum, çizgi film var diyorum holey falan. Uyuyakalıyorum.

Gece lambasının ampülü bi' gece iki kere patlayabiliyor.

Hayır hep teknolojik değil bahtsızlıklarım tabii.

Arkadaşla havuza gidelim, yüzelim, negatif elektriklerimizi atalım diyoruz. Hazırlanıp çıkıyoruz, maksat spor olsun diye dolmuşa binmek yerine yürüyoruz ebesininkine. Yürüken yağmur başlıyor, malum yere ulaştığımızda havuzun yarışlar dolayısıyla kapalı olduğunu öğreniyoruz. Dolmuş güzergahından epey uzaklaştığımızdan, yine ebesininkindeki otobüs durağına yürüyoruz eve dönmek için. Bekle ki otobüs gelsin. Durakta, üşüyen ve sırt çantalarını dizlerinin üstüne koyup sarılmış eşortmanlı iki genç bayğan olarak bildiğin 'evden kaçmış kız' portresi çiziyoruz. Otobüs gelmiyor, beklediğimiz durak ve çevresi ürkütücü-kamyoncu tipli amcalarla dolu. Otobüs gelmiyor yine gelmiyor yine gelmiyor.

Bir dişim iyi oldu derken diğer dişim ağrımaya başlıyor ve annemin kırk yılın başında yaptığı en sevdiğim yemeği keyifle yiyemiyorum.

Bare yemek yiyemedim, bi' şeyler okurken kahve içeyim diyorum. Kahve bitmiş.
Yeni aldığım ve iki tanesini içtiğim sigara paketini kaybediyorum. Nasıl kaybedebilirsin koskoca sigarayı demeyin, bildiğin yok işte.

Aynı operatörden olduğunu sandığım bi' arkadaşımı arıyorum, nasılsa aynı ya bık bık bık da bık bık konuşuyorum. Sonra telefon kapanıyor, sarjı bitti heralde diyorum. DEĞERLİ ABONEMİZ BAKİYENİZ SIFIR KONTÖRDÜR. diye bir mesac geliyor. Nasıı yaa?! Nası yani. Şşş. Dalga mı geçiyorsunuz, bi' dolu kontörüm vardı benim diye gözüm dönüyor sonra numaraya bakıyorum. Hay allah belamı vermesin benim....

Hadi akşam sinemaya gidelim diyorum, film konusunda anlaşamamış olabiliriz belki ama ekilmem de gerekmezdi hani. Buna üzüldüm işte.

Perdelerim uzun olduğu için, fark etmeden pencereden bakarken perdeyi peşimden getirip sandalyede üzerine oturup halkalarının bir kısmını koparıp, kornişin bir kısmını da çökertebildim ya yuh bana, yuh hayvanlığıma.

Duran kapıya -ki zaten hep durur- kafa atabilirim, kafa atmadan ziyade bodozlama girebilirim. Yeter ki karanlık olsun. Karanlıkta yer-yön duygusu sıfır bir insanım biliyordum da bu defa canıma kast edecek raddeye geldi. Yazık çarpma etkisiyle ölen binlerce beyin hücreme.

Ayağımdayken kaybolan terlik tekisine sahibim. Bir bakıyorum, bir ayağımda terlik var bir ayağımda yok. Az önce ayağımdaydın kardeşim nerdesin? Sağa sola bakınıyorum yok, ikisi kaybolsa neyse de birisi nasıl gizemli biçimde aniden kaybolabiliyor onu anlamış değilim. Ama..Ama..Ayağımdaydı diyorum? Nasıl ya? Nasıl..

Böyle böyle spontane biçimde hepsi başıma gelince ''noluyo yaa diyorum'' artık. Her kim benimle böyle maytap geçiyosa, yakaladığım an affetmeyeceğim. Soğudum her şeyden yaa, bildiğin soğudum. Sırf bu talihsizliker yüzünden erkenden giriyorum yatağa, uyumaya çalışıyorum. Uyuyamasam bile kalıyorum orda. Meteor düşecek değil ya, yatıyorum uslu uslu.

Ananem olsa, 'yatağına yat, iki oku üfle sağ tarafından tekrar kalk' derdi. Ama inanır mısın onu bile yaptım. Hadi bunlar yine hafif şeyler kısmen, bunların şiddetlenmesinden korkuyorum. En çok da üzerime sıcak bir şey dökmekten korkuyorum nedense. Allaaam her şey gelsin başıma da o gelmesin nolur ya :(

19 Mart 2010

Aşk ciddi bi hastalıktı.

Aşk ciddi bir hastalıktı.

Başlangıcından, yaşanma sürecine, sona erişine, atlatılma maceralarına kadar kocaman illet bir hastalık. Ki bazen aklı eksik kalıyordu insanın sorgulama sürecinde. Güçlü görünmeye çalışılan uzunca saatlerden sonra bi' nokta kalıyordu; yıkılış!

İlk insan nasıl aşık olmuştu? İlk insan sevdiğini nasıl söylemişti bilmiyorum ama, aşk dünyaya salınmış en tehlikeli silahtı. Nükleer güçleri bile kıskandıracak büyüklükte bir silah. Kızılderililerin Amerika'dan intikam almak için tütünü/sigarayı bulup kıtaya yayıp onların başına 'sigara bağımlılığını' salmalarından da beter bi' şeydi. Hiçbir insan evladı, bir diğerini böyle derinden sarsamıyordu asla ve hiçbir insan evladı böylesi bir duygusal etkiye parçalanmıyordu. Aşk yıkıcıydı, akıl oynatan şiddetlerde her gece darmaduman ediyordu. Hiçbir rihter ölçeği tam rakamlara ulaşamıyordu, her gece o curcunada milyar tane beyin hücresi ölüyordu üzülmekten. Felaket bölgesi ilan ediliyordu kalp, etrafına kırmızı şeritler çekiliyordu. Kocaman 'Girilmez' tabelaları asılıyordu dört bir yana.

Amaçsızca sorgulanıyordu her bir duygu, aşkı hatırlatacak en ufak bir şey, bir kelime, bir söz, bir ses, bir şarkı her şeyden uzak kalası geliyordu insanın. Kalıyordu da belki, dağıtarak. Dağıtmak? Nereye kadar. Bir yanı toparlayacakken bir yanı dağıtmak insan doğasının bir numaralı kuralı oluyordu. Orayı toplarken yine aşktan yıkılıyordu insan.

Konuşmadan geçirilen uzunca saatleri vardı. Belki de bir şey düşünmeden, kalbinin ortasına kocaman bir düğüm atılıyor. Hiç olmadığın kadar çaresizce bekliyorsun, bekliyorsun ama neyi? Bekliyorsun ama ne olacak ki bunun sonu? Bi' son olmalı elbet ama değil mi? Gitmeyecek yani hep böyle. Aynı kısır döngünün kısırı sen olmayacaksın ama değil mi?! 'Geçecek' deniliyor sana her dertleşme seansında. 'Geçmiyor' diyorsun, inanmıyorlar. 'Geçecek' diye diretenlere kızıyorsun belki, içinde değiller ki neyi ne kadar bilirler ki? Sinek sesinin uçak sesi gibi etki ettiği saatlerde, Ariel kokan yorganı ısırıyorsun sesin duyulmasın diye ağlarken. Bi' an boşluktan bırakıyorsun kendini, düşüyor gibi ki uzatabileceğin bir elin bile yok, elin olsa elini uzatacağın insan yok....

Bazı bazı hayret ediyorsun kendine, 'Nasıl bu denli güçsüz olabilirim' diye hatta almıyor aklın bi' son gelsin istiyorsun. Peki yarın seni unutacağım, diye aptal bir şeyler dökülecek içinden. Güleceksin. Salak olmayı çok iyi becerdiğin için güleceksin. Sonra daha çok güleceksin; ama keyiften değil.

İsmi geçecek her gün, her yerde. Engel olamayacaksın. Belki bir büfe adıdır ismi, her gün girip sigara aldığın. Acıya bağışıklık kazanmak gibi bir seçeneğin yok, o ismi her gördüğünde yine sarsılacaksın. Bi' zaman sonra, bu sarsılışların sıklığına alışacaksın.

En kötüsü...Belki o'na biraz kızabilsen, öfkelensen hatta nefret etsen çok kolay olacak senin için. Ama yapamayacaksın. Hâlâ aklına geldiğinde gülümsemesi için coşacak, ellerin heyecandan titreyecek ve nefes alamayacaksın. Olur ya, öyle kendinden geçmiş bi' halde sesi çınlasa kulaklarında yastığı kafana gömüp ağlayacaksın. Çözümü yok, nereye gittiğini bilmeden bununla yaşayacaksın. Nereye kadar olduğunu da bilmeden...Öyle gelişine yaşayacaksın.

''Karnım acıktı..'' dedim Anneme,
''Mercimek yaptım'' dedi,
Ağladım...

18 Mart 2010

Karadeniz, soğuk, yağmur ve bir kadın...

Bi' anda darmadağın olmak. Birkaç sahne ile.

Soğuk bi' sabah, çok değil bir saat sonra insanlar için 'günaydın' olacak. Kapıları açarken onlar, ben kapatacağım gözlerimi. 05:51.

Tipik bi' Karadeniz havası, sabah ayazı, denize yakınlık. Ki denize yakın yerdir hep soğuk olan, yağmur yağmakla yağmamak arasında kalan. Ve hırçındır Karadeniz sabahları, soğuktur, yağmurdur..

Uyumaya ramak kalmıştı oysa, yapacaklarımı yapmış tüm işten saydığım şeylerimi bitirmiştim. Odanın sigara dumanı havasızlığından, hırçın Karadeniz soğuğuna açtım penceremi. Aydınlanıyorduk, neredeyse artık göz gözü görecekti. Bir silüet gördüm çöp kutusunun önüne yaklaşan. Sırtında iki kocaman poşet vardı. Daha önce o çöp kutusunun önünde çok silüet görmüştüm, çöp karıştırıp satabileceği bir şeyleri arayan... Çok kez izlemiştim ve çok kez canımın yandığını hissetmiştim. Bu başkaydı, bu fark ediş beynimin her zerresine yayıldı. Üstünde mont yoktu, sadece gri bir hırkası vardı. Belliydi, inceydi. Belki altı kalındı, belki bu soğuğa dayanmak için beş kat kazak giymişti ama yoktu montu. Peşi sıra taşıdığı iki çuval vardı, birisi sol omuzunda birisi sağ omuzunda. Eminim omuzunda kimsenin görmediği taşıdığı onca şey kadar ağır değildi. Ve yine eminim ki o mutlaka bir çocuğun annesiydi. Benim annem gibi, senin annen gibi, onun annesi gibi...

Çöpü karıştırdı, aklımın içini karıştırdı. İki teneke kutu buldu içinde, yere koyup ayaklarıyla ezdi ivedilikle. Anne olduğu kadar güçlüydü de, içimi ezdi...O an her şeye, ama bildiğim her şeye okkalı bi' küfür etmek istedim. Rahatlayamazdım ki. Ağlamak istedim, dişlerimi sıkmak istedim, dudaklarımı ısırmak istedim. Düzene, adalete, eşitsizliğe, fakir olabilmeye, çöp kutularına, yağmura, soğuğa hatta Tanrı'ya bile kızdım.

Soğuğa dayanabilecek gibi değilken ben, o dışarıda diğer çöpü karıştırıyordu. Aklımı karıştırıyordu. Pencereyi kapattım ve elimin değdiği sıcak kalorifer canımı acıttı. Demiştim, Karadeniz hırçındı. Öfkeliydi de kimi zaman. Şimdi öfkem Karadeniz kadardı, öfkem deniz kadardı. Kabardı..Kabardı..Kabardı...

Eminim bir çocuğun annesiydi o.
Benim annem gibi, senin annen gibi, onun annesi gibi...

Aklımın içinde kimsenin sağ kurtulamayacağı bir fırtına başladı. İçime yayıldı. Öfkelenmenin çare olamayacağını düşünemeyecek kadar çok öfkeliydim. Pencereyi açıp bağırmak istedim. Herkese, her şeye. Uykum kaçtı, dudaklarım titredi...Kendime kızdım. Bencilliğime kızdım. Bu zamana kadar gereksiz yere nazlandığım her şeye kızdım. Kıyasa gidecek olsak, mükemmel bir hayatım olmasına kızdım. O kadın olmak istedim, o kadın ben olsun istedim. Çöplerini karıştırmak zorunda olmadığı bir yere gitsin istedim. Burası kadar soğuk olmasın, burası kadar yağmurlu olmasın ve onun hayatı gibi fakir olmasın gittiği yer...


14 Mart 2010

İç ses ve böyle akla takılan bi' şarkı.

İç sesim haddini aşıyordu. Üstelik saat de 06:02'ydi.

Sürekli bi' fısıltı vardı içimde, bana sürekli ne yapmam gerektiğini söylüyordu ve ben sinirleniyordum. Aslında şu sıralar sinirlenmek için çok fazla bi' bahane aramama gerek yoktu. Duyduğu her sese -hatta müziğe bile- tahammül edemeyen halim vardı, buna rağmen uyandığımdan beri hâlâ aynı şarkı çalıyordu sessizce. Şarkıyı başa alma işi otomatikleşmişti, şuursuz bi' eyleme dönüşmüştü.

Bugün normalüstü sayıda telefonum çaldı. Konuşmaya ve insanlara bir şeyler anlatmaya halim yoktu. Açmadım. Utanmadım da bundan. Utandığım bir şey varsa o da artık Göksel'in Depresyondayım şarkısının klibini çekiyormuş gibi yaşamamdı. Klibini geçtim, şarkıyı yaşıyordum. Artık şu depresyon kelimesinden bile iğreniyordum. Bu kadar çok ayağa düşmesindendir ki, böyle basit bir şey değil benimki. Yani gidip bir doktora alıp antidepresanları hatırı sayılır derecede mal olup da aşılabilecek bi' şey degil. 'Değil' diyorum ama ne olduğunu ben de bilmiyordum.

Keyifsiz olduğumu saçlarımı sımsıkı toplamamdan anlayacak kadar iyi bi' arkadaşım vardı. Telefonda 'Hadi gel bize çekirdek de getir' dediğimde geliyordu, yatağımın üzerine çarşaf gibi gazeteyi serip sokakta yiyormuşcasına çekirdek kabuklarını savurarak bilmemkaç saat psikopatça çekirdek yemeye vurabiliyordum kendimi. Öyle hırsla yerken, onu dinliyordum. Konuşmuyordum.. Bazen dinleyemiyordum bile, hırsla çekirdeğimi yerken. Paketteki çekirdek bitince dudaklarım acıyordu, kollarım acıyordu dayak yemiş gibi oluyordum. Çizdiğim bu umutsuz tabloya dışardan bakıyordum: Çekirdek, pijama, toplanmış saçlar, alakasız saatte yenilen orta boy pizza, konuşunca ağlarmış gibi titreyen ve kesinlikle bana ait olmayan bi' ses tonu. Ya cidden grip oluyordum ondandı bu nazım cazım herkese ve her şeye ya da tek bi' ihtimal daha vardı: bugün daha çok batmıştım. İç sesim hala bir şeyleri nasıl yapacağımı anlatıyordu ve inatla ciddiye almıyordum, yorulmuştum. Dinlemekten onu sürekli.

Uyumak dedim...Evet uyumak, en güzel bir şeydir. Candır, canandır. Kitap okurken uyuyakalmak daha iyidir, daha süperdir ve elbette daha candır dedim. Yatağa girdiğim gibi uyuyakaldım, yarım saat sonra uyandım. Sanki 8 saat uyumuş gibi dinçtim. Bundan nefret ediyordum işte. O uyanış ki, buhranlara uyanıştı benim için. Hele ki susadıysam ve gidip su içmek zorundaysam hepten ayılıp bir daha uyumamacasına kendimi bırakıyordum iç sesime, o da beyin kıvrımlarıma işkence ediyordu büyük bir hazla.

Bir daha uyuyamayacağıma emin olduğumdan, oturup ders çalışayım dedim. Onu da tutturamadım. Gördüğüm her kelime, şık, tablo, işlem mutlaka bir şey çağrıştırıyordu ve boşuna gözümü yoruyordum. Şu anda çalışmak, hiç çalışmamaktan iyidir dedim. Sanki çok süper bi' şey demişim gibi kendimi tebrik ettim.

Bir ara, hiçbir şeyi ciddiye almadım. Çok garip bi' andı. Gün içinde ilk defa kendimi bu kadar rahat hissettim. 'Ne olcaksa olsun yaaa' dedim, sonra sinirlendim her şeye. İç sesim yine başladı, ''Ne diyosun yaa! Nee!? Yüzüme konuş, ha dinliyorum söyle?'' diye çıkıştım, sustu. Oysa en çok o anda konuşmaya başlaması gerekirdi, çünkü bildiğin tam boşverdim kafasına ulaşmıştım ki o da çok uzun sürmedi. Boşunaydı yani, yine bi' protokol ciddiyeti çöktü hayatıma. Hâlâ aynı şarkı çalıyordu, artık o da sinir bozmaya başlamıştı.

Hava aydınlandı sonra. Kahve yoktu. Bonus olarak dişim ağrımaya başlamıştı. Kollarım ağrıyordu, canım acıyordu, her şeyi her şeye rağmen yine çok ciddiye alıyordum. Yorganı kafama çekip, beynimi durdurmaya çalışırken uyuyakaldım.

11 Mart 2010

Keşke hep böyle uyansam

Gece eve hayli 'pert' geldikten sonra, nasıl bi' uykuya düştüm anlatamam. Gece bi' ara uyandım, su içtim direkt uykuya gömüldüm. Eee buraya kadarı normaldi.

Uyuyorum hala, odamın perdeleri kapalı ama çok kuvvetli bi' ışık giriyor içeri. Rahatsız etmiyor gözlerimi, uyanmakla uyanmamak arasında olan o keyifli yerdeyim. Yatağın sıcaklığı ve yumuşaklığı 'gitme biraz daha kal' diyor. Nitekim, biraz daha dalıyorum uykuya. Rüya görüyorum sanıyorum, bi akordeon sesi geliyor dışarıdan. Çok net, böyle süzüle süzüle geliyormuş gibi. Gözlerimi açsam ve dikkatli baksam üzerime doğru uçan renkli müzik notalarını da görecek gibiyim. O kadar keyifli ki, sanki böyle birisi beyin kıvrımlarıma masaj yapıyormuş gibi gevşedim gevşedim gevşedim. 'Hatırla Sevgilim' çalıyordu, keyifle...Sonra tamamen uyanıp ama hala o uykunun sersemliğini de üzerimden atamayıp sesin dışardan geldiğini anladım. Kalkıp pencereyi açtım, ses uzaklaşıyordu ama nasıl bi keyif bırakmıştı bende anlatamam. Süzülüyor gibiydim..

Epeydir bu kadar güzel uyanmamıştım, ki bilirim bi' insan nasıl uyanırsa tüm günü de öyle gidiyordu. Sonra bu uyanmanın verdiği keyifle, kahvaltı ettim, kahvemi içtim bi yandan muhabbet laklak derken, iletime 'akordeon sesiyle uyanmak, rüyam değilmiş meğersem.' yazdım aynı caddede oturduğumuz birkaç arkadaşla, bi' dahakine o sesi duyar duymaz dışarı çıkıcaz diye sözleştik. Resmen dans etmek istiyorum o sesle. Ne güzel bi' şeymiş böyle uyanmak. Anaaa tüm derdim kederim, bir iki nota ile silindi gitti. Sonra oturdum pc başına akordeon dinledim şu saate kadar ehehe. Kendimi bugün eski bi Türk filmi gibi hissediyorum. Fazla mutlu, fazla keyifli, böyle kırlar kelebekler, bembeyaz tül gibi süzülen bi' elbisem var. Ağaçların arasında döne döne süzülüyorum, yanımda kırmızı şapka takmış akordeon çalan bi' adam var. Sanki o'na aşık gibiyim, o çalıyor ben kendimden geçiyorum, kur yapıyorum. Ahaha.

Yarın sabah da öyle uyanayım amaaa n'oluuurrrr lütfeeen!

04 Mart 2010

Her şeyi boş verdim kafası.

İşte bunu seviyorum bebeğim!

Belki 6 ay boyunca kullanmak zorunda olduğum ilaçlarım olabilir, midemi üşütmüş olabilirim, su içsem kusuyor olabilirim, birçok ders çalışmam gerekirken hiç çalışmıyor olabilirim. İlaçlarını aldın mı diye inatla soran anneme ''Ne ilacı yaaa'' deyip içimden ''Boşver gitsin be validem'' diyebilirim. İyi beslenmiyor olabilirim, sadece karnımı doyurmak ve daha keyifli sigara içmek için ağzımın içine birkaç parça lokma tıkıştırabilirim. Bilmem kaç gündür evden çıkmamış da olabilirim ve bu beni rahatsız etmeyebilir. Özlediğim insanları sırf dışarıya çıkmaya üşendiğim için eve çağırabilirim. 'Kahve içer misin?' diye sorup 'Evet içerim' cevabını alınca 'Sıcak su var, tabii içebilirsin aldıktan sonra' deyip kendime de bir kahve yapsın isterim, o kadar büyük boyutlarda çıkarcı olabilirim. Tüm gün koca bir hiç yapıp, gece yine erkenden uyuyup sabah yine erkenden kalkıp, ertesi gece yine erkenden yatıp ''Bugün Allah için n'aptın'' tarzı soruları kendime çevirip ''Bugün kendin için n'aptın?'' diye sorup pişkinlikle gülebilirim. Sonra ne kendim, ne allah ne de başka birisi için bir şey yapmadığım kafama dank edince, yataktaki uyuma pozisyonumu değiştirip en rahat kıvama gelebilirim. Yüz üstü yatıp, nefessiz kalabilecek kadar yorganın altına kafamı gömmektir kendisi.

Küçük küçük notlar tuttuğum not defterimi kaybedince hiç üzülmeyecek kadar umarsız olabilirim, belki çok önemliydi içindekiler. Ben ve saçma hayat çıkarımlarım. ''Aaa bir kuş konmuş badi parmağıma şalalalala'' tarzında kuşun ve benim kimsesizliğimi betimleyen öyle saçma salak bi' not defteri. İtiraf ediyorum çok dağınığım. Yazdıklarım sadece şu blogumsu şeyde bir arada durabiliyor, bu sebepten teknolojiye her daim methiyeler düzerim. Adımın baş harfinin tuşu kırılmış ve yeri boş olan bir laptoba sahip olabildiğime de şükrederim. Belki bence özel bi' harf olması kalbimi biraz kırabilir, başka bir tuş olsaydı keşke. Daha az kullandığım ya da hiç kullanmadığım, hatta kullanmak istemediğim..Immm örnek veriyorum ''G'' harfi. Sapasağlam duruyor üstelik, sinir bozucu çok bozucu. Hâlâ nette gördüğüm dokunmatik fosforlu klavyeyi düşünürüm, bu beni heyecanlandırır.


''Bu şarkı çok güzel, biraz daha burada kalalım mı?!''

Cansu'nun geçen akşam söylediği sitede önce eski dizilerden Sıdıka'yı bulup bayılana kadar izleyebilirim. Kehkehkeh gülebilirim, tam kendime kahve almaya giderken aynı anda hala gülerken babamla mutfak kapısında karşılabilirim. Aptalca gülen ve yavşak bi' suratla ''N'aber babacım!'' derken hala gülüyor olabilirim. Babamın aklının içini okuyabilirim, artık benden ve akıl sağlığımdan tamamen umudu kesmesini anlayabilirim. ''İyidir, senden naber kızım'' derken gözlerindeki dehşet ifadesi tüm mutfağı doldurabilir. Bilirim, içini kemiririm. Ama yine de bilirim ki ona göre beni ağlarken görmek değil de yavşakça gülerken görmek daha çok mutlu eder bizi. O sebeple dokunmaz, dokunmam, kahvemi alıp geri dönerim. O da mutfak masasında oturup sigara içerken bi' yandan kitabını okur.

Aynı sitede Şirinler'i gördüğümde sevinçten yatağın üzerine çıkıp zıplamak, kendi kendime yastık savaşı yapmak, yaparken de yastığın içinden kuş tüylerinin çıkmasını isterim. Ama yapmam, kalkıp zıplamaya üşenirim. Garip bi' şey şirinler izlemek, hani olmasa izlemesen de olur ama olduğunda da izlettirir kendisini bir şekilde. TV'de zaplarken karşına çıkarsa, durursun mutlaka. Aynı şey Tom ve Jerry için de geçerli. Yatağa girip bayılana kadar, bir daha görünce kusup hemen kanal değiştirebilecek kadar çok bölüm Şirinler izleyebilirim. Mesincırda Utku ile muhabbete sarmışken etkilerini görebilirim, beynim sulanabilir. Utku'ya uzun uzun Gargamel'in kalbinin ne kadar kötü olduğunu anlatabilirim.

Artık eskisinden daha çok küfür ediyor olabilirim. Buna etrafımdaki çoğu insan alışmış olabilir. Hatta garip biçimde ''Çok güzel küfür ediyosun sen yaa'' diye iltifat eden hemcinslerim kendileri etmeye çalışıp her şeyi mahvediyor olabilir, güler geçerim. Hiçbir şey Cansu'ya küfür etmek kadar eğlenceli olmayabilir. Ha bir de o tekerleme şeklinde ettiğim var ya! Hafif alkol sarmışken beni, bi' ben var benden içeri ki. Ama ama, bazen anlatamıyorum ki anlatmak istediğimi. Yani paragraf paragraf yazsam da veremem o duyguyu. Ama et bi' cümlelik küfür tamlaması. Oldu mu sana cuk?

Çekirdek, pijama ve sıcak su torbası ile bütünleşebilirim. Dudaklarım patlayana kadar çekirdek yerim ki kendisi sadece 1 ytliliktir. Bilerek az alırım/aldırırım. Çünkü 5ytllik olsa bile onu bitirmeden bırakamam. Anneme işkence olsun diye, ona da bırakırım çekirdek. Babam çekirdek sevmez o en çok badem sever. Yanında bitter çikolata.

Şimdi gidip annemin yanaklarını sıkacağım, evet evet. İçimden geldi. (Tırnaklarımı da kestim nasıl olsa, sakalı olduğu için çocuğunu öpemeyen baba gibi tırnakları uzun olunca annesinin yanaklarını sıkamayanım ben.) Ondan dün geceki çekirdek maratonu için özür dilemeliyim. Çünkü esir alınmış gibiydi ve ben onu kurtaramadım. Kader ağlarını örüyor ve kahvem bitiyor Karolin! Ayrıca bir fotoşopum bile yok, en çok lazım olduğu anda. Ben kime gülümseyeyim şimdi?