23 Nisan 2010

23 Nisan ve anlamı kalmayan anlamı.

Aslında yazmayacaktım ama baktım ellerim titriyor düşündükçe ve sinirimi hiçbir şeyden çıkaramıyorum. Uyandığımdan beri huzursuzum, bugünün 23 Nisan olması ve çocuklara armağan edilmesi sadece Atatürk varken anlamlıydı, şimdi tüm anlamlarıyla çelişiyor yaşananlar.

Ahlaki vicdan, din vicdanı, insanlık vicdanı, sosyal vicdan bunların hepsinin esamesinin bile okumadığı bir olaydır Siir'te yaşananlar. Bilmeyenler için özet geçebilirim midem bulanarak. 14 ve 16 yaşlarında iki kız kardeşin, iki yıl boyunca şehirde birçok adam tarafından tecavüze uğraması ve bu adamların içinde 'hacı dedeler', polis, esnaf, okul müdür yardımcısı gibi bir çok rezil insanın olması mevzusu. Kızların verdiği 100 isimden birçoğu tutuklandı. Sadece bu değil midemi bulandıran, tüm bu olayların gizli bir biçimde halledilmeye çalışılması, 'aman şehrin adı kötüye çıkmasın' mantığıyla medyaya geç yansıması ve hemen ardından basın yasağı getirilmesi. İnternette de geçerli değil ya bu yasak! Hadi bunu geçelim, neden yasak? Birileri ahlak ve akıl dışı onca eylemi yapacak, aman yüzleri kızarmasın diye kol kanat gerilecek bi' de. Hadi yaa?!

Ntv'nin internet sitesinde okuduğum haberde çok acayip bi' ayrıntı vardı. Galiba benim canımı en çok o yaktı. Alıntılıyorum;

''İki kardeş, çok yoksul bir ailenin çocukları. Babaları Mithat T., çarşıda hamal. En küçüğü sekiz aylık yedi kardeşler. Abla S., 5’inci sınıftayken tecavüze uğradı. Korkudan sesini çıkaramadı. Esnaf arasında kulaktan kulağa yayılan durumuyla birlikte tacizci ve tecavüzcü sayısı arttı. Hiçbir talebe “hayır” diyecek gücü olmadı. 3 ile 5 TL arasında değişen para, çikolata, şeker ya da çubuk kraker karşılığında erkeklerle birlikte oldu. Kiminin bakkalı, kiminin dükkanının arka tarafına götürüldü. Geçen yıl okulu bırakmak zorunda kaldı. Esnaf, H. büyüdükçe ona da ablasına baktığı gibi bakmaya, aynı taleplerde bulunmaya başladı. Okulun müdür yardımcısı Fahrettin Kuzu da geri kalmadı. H.’yi, sıkıştırmaya, tehdit etmeye başladı. H., Kuzu’nun tacizlerinden bıkınca çareyi rehberlik öğretmeniyle konuşmakta buldu ve Siirt’te bilinip de görmezden gelinen gerçekler açığa çıktı.''

Çünkü hepsi onlar yoksul olduğu içindi.

Çünkü bu ülkede fakir olmak bir yerde susmak ve boynunu eğmek zorunda olmaktı 'kimilerine göre.' Hakkını arayamamaktı. Çünkü fakir insan sesini yükseltemezdi ve yükselttiği anda kimse ona inanmazdı, çünkü fakirdi bir kere o! Koskocaaa(!) şehir eşrafına iftira atabilirdi. Çünkü fakirdi dedim ya...Tecavüze uğradığı için okulunu bırakmak zorunda olandı fakir olan. Okula gönderilmeyen kız çocuğuydu, 15'inde evlendirilip 16'sında anne olmaktı. Kendi çocuğuyla beraber barbi bebekleriyle oynamak zorunda kalmaktı.

Ve fakir olmamak, fakir gördüğün yerde tecavüz edebilme hakkını veriyordu herkese. O şehirdeki adamlar, okul müdürü yardımcısı ve devlet. Evet evet devlet!

Kimsenin haberi olmadan bir yerlerde yine küçük kızlara tecavüz edilecek. Belki o çocuk o kadar küçük olacak ki 'tecavüz edilmenin' ne olduğunu bile bilmeyecek, oyun sanacak hatta. Sonra başka bir çocuğa, belki aynı çocuğa, şeker karşılığında...Çünkü doyurulması mümkün olmayan açlıkları var. ''Din'' kisvesi altında sadece karanlık bakışlarla oluşturulan 'baskılar' var. Güldünya* var hâlâ aklımda, hani abisi tarafından namus cinayetine kurban giden.. Hadi durup kıyaslayalım, abisi tarafından namus için öldürülen kız/kızlar ve tecavüze uğrayan diğer kızlar. Hangi namustur bu? Kendi namus anlayışıyla çelişebilen anlayışları var onların ve ''insanlık'' dediğimiz o yüce kavram tüm bu çelişmelerin arasında anlamsız kalıyor...

Tüm bunların olmadığı bir ülkede 23 Nisan kutlamak isterdim, egemenliğimin ve çocukluğumun tecavüze uğramadığı bir ülkede..Lakin orada değilim, değiliz..

*Ve Güldünya'yı anmışken...Şu şarkı dinlenmeli. Mekanın cennet olsun bir kere daha..Sen gittin ama her şey yine aynı..Her şey yine iğrenç..


Sezaryen bebek.

Hastane ortamındayım, iki hemşire var. Birinin elinde test sonuçları gibi bi' şey.

''Çocuk 7 aylık olmuş, sezaryen yapmamız gerek'' diyor. Afallıyorum. ''Ama ben normal doğum yapmak istiyordum'' diyorum. Hemşirenin birisi dalga geçer gibi gülüyor. ''Sezaryen daha kolay, hiçbir şey hissetmiyorsun bile'' diyor. ''Hayır!'' diyorum ''Benim bir arkadaşım sezaryen oldu, doğumdan sonra yürüyemedi bile, ben normal doğurmak istiyorum!'' diye kızıyorum. Anaç olan hemşire, normal doğumun mümkün olmadığını söylüyor. ''Saçmalamayın! 7 aylık çocuk mu doğurulur? Neresi mümkün değil bunun?'' diyorum. Diğer hemşire yine dalga geçer gibi ''Altı üstü bir yara olacak, o da üç dört gün sonra kapanacak. Yara olacak orası çizgi gibi. O yarayı çekip alacaksın.''

Başka bi' sahneye geçiyoruz. Narkoz verecekler diye bekliyorum ayakta. Kafamı çeviriyorum, hemşirenin kucağında bebek var. Galiba erkek bebek. Ve benim çocuğum. Bebek bana bakıp gülüyor; ama kocaman bi' şey yani normalinde 7 aylık falan. Nasıl tatlı gülüyor ama. Hemşirenin kucağında oturuyor hiç yeni doğmuş gibi değil. Ama içimde hâlâ doğuma girecekmişim gibi bir his var. Doğurmamışım henüz bana göre. Telaşlıyım.

Annemi aramışlar, annem panik içinde geliyor. Bebeği görüp dışarı çıkıyor. Sonra elinde bir tabak yayla çorbasıyla geri geliyor. İçine ekmek doğramış. Bebeğe yedirecekmiş, ''Anne küçücük bebeye yayla çorbası mı yedireceksin, ekmekleri de kocaman doğramışsın içine'' deyip kızıyorum. Annem alınıyor.

Uyandım. Salak gibiydim.

21 Nisan 2010

Şarapnel.

İdeolojilerimi yıkan sensen eğer, sesim çıkmaz.
Çünkü yıktığın yer sendir.
Dokunduğun yer 'Sen' olmuştur artık,
Ve sana protestom olamaz.

Bu gece saçlarımı kesebilirsin.
Söz veriyorum, çığlık atmayacağım.

İşlenmiş en büyük günah olacak olsa bile,
Öldürebilirsin beni bu gece. Ağlamam.
Pimini çekebilirsin,
Patlamaya hazır aşkın.
Ve bedenimde şarapnel dağlanması olur,
Acı çekmem, senin parçalarındır içime saplananlar.
''Sen'' olmuştur hepsi.

Ya da susabiliriz. Biz, ikimiz.
Huzur gelebilir aniden.
''Bizi bu anın içinde unutsunlar'' diyebiliriz,
Ama saat hep geç olur,
Sabahlar sen dokunmuşken daha erken gelir.
Çünkü 'Zaman' kıskanır beni sen koynumdayken.
Aldatılıyormuş gibi...

Bu gece saçlarımı okşayabilirsin.
Söz veriyorum bir kere daha sormayacağım
''Beni neden terk ettin?'' diye.

18 Nisan 2010

Ispanak yemeği.

Kuzen Ufuk ile eski evimize doğru gidiyoruz. Üstümde mor montum var ve hava sıcak bunalmışım. 'Keşke bunu giymeseydim' diyorum kendi kendime. Eski eve neden gittiğimizi bilmiyorum, apartmana girip asansöre biniyoruz. Asansör değişmiş, çok eski. Yukarı çıkmaya başlıyoruz ışıklar yanıp sönüyor. ''Aha kalacağız galiba'' diyorum. Kuzenim pis pis sırıtıyor. ''N'oluyor be neden gülüyorsun?'' diyorum cevap yok. Sonra asansör durmuyor, aşağıya iniyor, yukarı çıkıyor. Midem bulanıyor aşağı inip çıkmaktan. Sonra kaçıncı kattayız diye bakıyorum 375 yazıyor. Bunalmışım. Bi' bakıyorum üstümde siyah montum var. Seviniyorum bi' an ama sonra şaşırıyorum. Asansör duruyor aniden, kalıyoruz korkuyorum. Abimi arıyorum hemen. 'Gel bizi kurtar' diye. Abim geliyor, dışarıda çok gürültü var kavga gibi. Abim kötü adamlarla dövüşüyormuş. Ağlıyorum. Sonra asansör yeniden yukarı çıkmaya başlıyor. 487 galiba, çatı gibi bi' yerdeyiz. Kuzenim yanımda yok. Bir sürü çingene var, darbuka çalıp göbek atıyorlar; ama ben hiç eğlenmiyorum. Duvarın kenarında ayaklarımın üstünde duruyorum ve aşağısı uçurum. Üzerinde durduğum duvar kenarı sallanıyor, karşıya geçersem düşeceğim diye korkuyorum. Tuvalete gitmem lazım ama tuvalet karşıda, bacağımı atıyorum düşeceğim sanki. Bir edebiyatçının şiiri geliyor aklıma aniden, eğer şiirin hepsini hatırlarsam kurtulacağım gibime geliyor. Hatırlayamıyorum. Çingeneler beni alıkoymuş, abim hâlâ beni kurtarmaya çalışıyor. Sonra karşıya geçiyorum, çatının kapısından abimin gölgesini görüyorum. Acayip mutluyum, ''Kurtuldum'' diyorum. Çingeneler ''Abin ne kadar yakışıklıymış'' diyorlar. Sonra bir çingene elinde bir tabak ıspanak yemeği ile geliyor. Tüm kavga bitmiş, o ıspanağı yiyince barışacakmışız. İçimden diyorum ''Öff ama bu ıspanak çok pis görünüyor, kim bilir nasıl yapmışlardır. Ben bunu yiyemem ki!''

Sonra uyandım.

14 Nisan 2010

'Her işin adamı' Osman Amca...

İnsan Manzaraları bölümünde saygı ile işlenmesi gereken babacan bir adamdır Osman Amca...Küçük ve içi eski olan her şeyle dolu bir anahtarcı dükkanına sahiptir. Apartmanımızın hemen altında olan bu dükkandan bakar dünyaya. Küçüktür dükkan; ama büyüktür bu adam benim gözümde hep. 'Anahtarcı' kimliğinin ardında, bir amcanın elinden gelebilecek her şeyi yapar. Bisiklet, kapı zili, televizyon tamir ettiğine, balkon demiri ve korniş taktığına, çocuklarla oyun oynadığına, sıhhi tesisattan anladığına şahit olmuşluğum vardır. Ki eminim göremediklerim de vardır.

Bazı sabahlar pencereden bakarken rastlaştığım tüm zamanlarda O'nu, evimin hemen karşısında olan çam ağaçlarına susam serperken görürüm. Kuşları düşünür Osman Amca, diğer tüm insanları düşündüğü gibi. Kışları, kar yağdığında da ağaçların dallarına ekmekleri büyük parçalar halinde takarak gönlümü pratik zekasıyla bir kere daha fethetmişti. Mahallenin kedilerini şımartan da odur kanımca. Neden evimin etrafında daha çok kedi olduğunu, onun sitemsi yapıda olan üç blokluk apartmanımız etrafının bilumum yerlerine yiyecek koyarken gördüğümde anladım.

Seveni boldur Osman Amca'nın. Hep dükkanının içinde en az bir misafiri vardır, oturup uzun saatlerce orada ne konuşurlar diye merak ederim. Orada olmak isterim, ondan daha çok şey dinlemek isterim. Çocuklarla da çok iyi anlaşır. Hatta bazı anneler kapının önünde oynayan çocuklarını Osman Amca'ya emanet eder. ''Osman Abi çocuk burada, göz kulak oluversen ben de şuraya kadar gidip geleyim'' derler. 'Hayır' demez hiç, çünkü sever çocukları; çocuklar da O'nu tabii. Bir keresinde ip atlayan çocuklarla ip çevirdiğini görmüştüm, sonra yine bir çocuğun dört tekerlekli bisikletinin arka iki tekerini söktükten sonra çocuğa kapının önünde 'iki tekerlekli bisiklet' sürmesini öğretiyordu. Arkasından tutarmış gibi yaparak ama tutmayarak. Çünkü korkuyordu çocuk, düşmekten. Osman Amca da 'ben tutuyorum korkma, korkma, hadi olacak' diyordu. Sonra çocuğu bıraktı ve peşinden gitmedi. Çocuk artık iki tekerlekli bisiklet sürebiliyordu. Bu kadar kısa ama anlamlı bir andı. Yani o çocuk için, bundan bilmemkaç yıl sonra 'ilk defa iki tekerlekli bisiklet' sürdüğü anı hatırlayacak ve o anın içinde Osman Amca olacaktı. Çünkü bir çocuk için dört tekerlekli bisikletten, iki tekerliye geçiş her zaman önemlidir. (Kendiminkini hatırlayıp, gülümsüyorum...)

Anahtarcı- çilingirci kimliğinden mütevellit, bu eve taşındığımdan bu yana asla 'Ya anahtarımı unutursam? Dışarıda kalırsam?' telaşım olmadı. Çünkü ben ne zaman kapıda kalsam, hemen Osman Amca'ya inip ''Osmaaan Amcaaağğğ kapıda kaldım da ben, bi' açsan iki dakika yav'' derip açtırırım. Bu güveni yaşamak kadar da güzel bi' şey yok benim için. En çok görmeyi sevdiğim manzara, O'nun başka evlere çilingir için gitmeden hemen önceki hali. Kapıda kalmış biri panik halinde dükkanın önüne gelir, ya arabayla ya da yürüyerek. Osman Amca'yı alır gider. Gitmeden önce tamir çantasını içeriden alıp, önce dışarıya çıkar sonra çantayı yere bırakıp, dükkanın kapısını kitler. İşte tam hayran olunası nokta şurada başlar: Osman Amca yere eğilip çantasını alır ve yanındaki mağdur kişi ile yürümeye başlar. Ama bu yere eğiliş, kalkış, yürüyüş bende hep 'süper kahraman'lığı çağrıştırır. Clark Kent karizması vardır o eylemlerde bence. ''Günü kurtaran adam'' olur o mağdurun ve benim gözümde.

Henüz benim O'nu tanıyalı iki yıl kadar olmamışken -çünkü bu evde oturmuyordum- ailevi hukukumuzun çok eskiye dayandığını öğrendiğimde anlamıştım bu amcanın neden ayrı bir babacanlığı olduğunu bana karşı. İşbu hukuk, daha çok Osman Amcanın dedeme karşı olan sevgisi, saygısı olunca belki beni ona daha çok yaklaştırdı. Dedemin vefat ettiğini öğrendiğim sabah, şok olmuş vaziyette evden çıkıp gideceğim yönü şaşırdığımda görmüştüm onu karşımda. Nereden nasıl duydu bilmiyorum ama bence halimizden sezmişti. Hiç konuşmadık o sabah, bi' şey diyemeden sadece gözlerimizle konuşarak geçip gittim yanından. Dedemin hastalığı ağırlaştıktan sonra, sürekli konuşurduk O'nunla dükkanının önündeki sandalyede. Evden çıkarken gördüğümde 'dedeme gidiyorum' derdim. Selam iletir, selam getirirdim. Dedem Osman Amca için hep "Çok çalışkan adam" derdi. Osman Amca beni eve gelirken gördüğünde hemen kapıya çıkar, dedemi sorardı. Konuşurduk uzun uzun, teselli verirdi. Ki hep iyi gelirdi bu konuşmalar bana. 'Ölmekten' bahsederdi bazı bazı, sonra ahiretten. Yaşamaktan, hayattan, olması gerekenden. İnsandan konuşurdu...Ama dikta eder gibi anlatmazdı, o kadar iyi anlatırdı ki.

Şimdi O'nu ne zaman görsem, dedem gelir aklıma. Belki -çok yaşlı olmasa bile- 'dede' kisvesinde durduğu içindir ömrümde. Yine bazı bazı dedemi konuşup, anarız. Hep iyi şeyler söyler dedem hakkında, renkli gözleri parlar gözleri dolunca. Belki biraz kafam karışır, canım acır, dedemi özlerim; ama sonra bilirim ki -umut ederim ki- iyidir dedem şimdi..İyi adamdı o..Osman Amca da iyidir, en az dedem kadar...

09 Nisan 2010

Okurcan ve Okurgül'e sesleniş #1

Sevgili Okurcan ve Okurgül;

Artık sana seslenmeye, seni umursamaya karar verdim. Varolduğunu biliyorum orada bi' yerdesin, o kadar zamandır gelip gidip yazıyorum kendi kendime, belki sen de geliyorsun sık sık okuyorsun hiçbir anlam veremeden. Artık belli bi' hukukumuz da oldu. Aklımın içinde ne varsa hepsini şuraya buraya serpiştirdiğimden benden bi' farkın yok artık. Ondandır ilk defa da sana hitap ediyorum: N'aber?

Yorum bırakıp bırakmaman önemli değil, esasen genelde kişisel şeyler olduğundan blogta neye yorum yapacağını sen de şaşırıyorsun, anlıyorum. Üzülmüyorum, kırılmıyorum. Hatta olur ya ters bi' şey dersin moralim bozulur, kavga çıkar o sebeple sen hiç yorum falan da bırakma tamam mı? Burada yemin billah bir ironi yoktur.

Sana bugün çok önemli bir şeyden bahsedeceğim. Benim için acı bi' hayat tecrübesi. Belki aranızda mutlaka edinmiş okurcanlar vardır. Canlarımbenimyea. İstedim ki öğrenmeyenler de öğrensin, yeri gelirse -ki gelmemesini temenni ederim- bu durum karşısında yapılacak bi' şey olmadığını kabullensin. Neyi mi? Alt paragrafta anlatmaya çalışacağım canım. Bence bu olay için düzinelerce paragraf başı yapılabilir.

Sana bugün ayağımızın küçük parmağından bahsedeceğim. Hani şu minicik olan parmak, sevimli mi sevimli. Aynı şekilde çilekeş mi çilekeş. Neden çilekeş? Çünkü kendisi sürekli kapı köşelerine, sehpa bacaklarına ve bilumum yerlere çarparak insan vücudu üzerine anlatılmaz derecede bi' acı bırakıyor ya. Ha işte o acıdan bahsedeceğim. Lakin bu kez durum daha acınası, ne kapıya ne de koltuğa çarpılmış bir parmaktan bahsediyorum. Gayet uyurken, yorganın üzerimde dönmesinin ardından ayağımla uzun kısmını çevirmeye çalışırken, aynı zamanda da yorganı üzerime tam koordinatlarıyla yerleştirmeye çalışırken dellenmemden sonra yaptığım ani ve sinir dolu ataktan sonra yorganın küçük parmağın arasına girmesiyle akabininde gelen 'cıtıırrttt' sesi ve bünyeme yayılan acıyı betimlemek namümkün. İşbu olaydan sonra parmak ciddi bi' hızla şişmeye başladı ve yorgan her dokunduğunda acayip acıdı. Yüreğim hopluyor böyle acıdan. Kalkıp buz koyayım dedim, yürüyebilmem mümkün değil. Oturdum sinirden ağladım. ''Ben salak mıyım uyurken kendimi sakatlıyorum!!!!111'', diye. Ki sabaha karşı 5 sularıydı. Henüz yatalı 3,5 saat olmuş uykunun en tatlı yerinde acıyla uyanma halinin en kötüsünü yaşıyorum; susamışım, yürüyemiyorum, salağa bağlanmış ağlıyorum. Zaten gece eve bi' hayli kötü geldiğimden, başım çatlıyor. Ayağımı yorgandan çıkarıp öyle uyudum. Çünkü çok uykum vardı. Kırılmış olsa o acıdan duramazdım di mi, ayrıca yorganla parmak mı kırılır be? Ne saçmayım.

Kalktığımda yine yürüyemiyordum. Yatağın içinde diğer sağlam parmağımla o parmağımı yanyana getirip aradaki farkı görmeye çalıştım. Yok böyle bi' şişkinlik. Daha çok şişmiş, nerdeyse -abartmıyorum inan- baş parmağımın boyutuna gelmiş. Ki gözünde küçük parmağın küçüklüğünü ve büyük parmağın büyüklüğünü canlandırıyorsan şimdi, ne dediğimi anlayacaksın. Şimdi kıssadan hisseye geliyoruz ki: küçük parmağına sahip çık. Çok acıyor, öyle böyle değil. Yürüyemiyorum diyorum, yalan söylemiyorum. Ve gittikçe de şişiyor bu.

Küçük parmaklar kırılmasın :( 

Eğer sağlam bi' küçük parmağa sahipsen, sev onu!
Sev, anlıyor musun?

Öperim.

06 Nisan 2010

Matador nefesi.

+Bugün sinirli gibisin?
-Hayır canım saçmalama ne münasebet hiç de sinirli falan değilim. (çemkirir halde)                            +Yok yok bi' şey var, konuşmak ister misin?
-Yok bi' şey yok işte! Gelmesene üstüme.

5 dakika sonra. 

+Aaaa..Sen ağlıyor musun?!
-İki dakika soru sormaz mısın lütfen?

***
Yeniden ergen günlerine hoş gelmişim. Elim boş değil, bir dolu sinirle gelmişim. Durduğum yerde aklıma gelen onca şeye gereksiz bi' asabiyet yaparken bulmuşum da kendimi, çok sık olmayan sinire hınçla ağlama tepkisi geliştirmişim. 'Ağla ağla için açılır' kafasından çıkıp, 'Ağla ağla sinirin geçer' haline dönüşüp bir bok yapamamışım. Sonuç şudur ki, bir boğa gibi matadorun elindeki kırmızı pelerine koşmadan hemen önceki nefes tonuyla -ki kendisi kesik kesik hırslı ve hızlı- geçen dakikalardan sonra nefes almaktan yorulmuşum.

''Ayyy şu pencereleri açın yaa'' deyip dakika başı yanımdaki insanları bunaltıp, onların da tüm enerjilerini sömürmüşüm. En son daha çok soru soran arkadaşımı 'Birazdan dayak yiyeceğinin farkında mısın?' diye tehdit edip savuşturmuşum. Yetmemiş o bana sinirliyim diye sırnaşırken ve sinirime şarkı bestelerken pis pis bakışlar atmışım. Tüm bunları geçelim ben niye mışım mişim diye yazıyorum? İnsanlara salça olmadığım bir dünya istiyorum. Bi' temiz dayak yesem falan ağzım burnum patlasa, soğuk suya girsem, dudaklarımı ısırsam kanatsam, tırnaklarımı kendime geçirsem... Neler oluyor böyle?

Ben ne zaman böyle olsam, kesin başıma bi' şey gelir. Ananem hep sükut durmanın ne kadar süper bi' şey olduğunu anlatırdı bana küçükken. Sanırım bendeki potansiyeli hissetmiş canımbenim. Lakin ne kadar empoze edersen et, sakinlik kafası yok bende şu sıralar. Aslında tek bi hamle lazım, sorası iyilik güzellik derdi eğer olsaydı burada Cemal Süreya.

Sebebini biliyorum, pişman olacağımı da bilsem açıp -pişman olmamak için dua ettikten sonra tabii- ağzımı yumup gözümü, terbiyemi bir kenera atıp dan dan dan konuşmalıyım. İçte ne varsa dışa yansımalı. Acı olmalı biraz, dilim yanmalı belki konuşurken; ama konuşmalıyım! Ben susmaya alışkın bi' kadın olamadım hiçbir zaman, zaten ne geldiyse bundan geldi başıma. O değil de birisinden nefret ederken kendisi yoruluyormuş insan, dağılıyormuş hatta. Sorarım nefret duygusuyla kini perçinleyip içinin en cehennem köşesinde tutabilen insanlara!? Nasıl bütün kalabiliyorsunuz siz allasen?

02 Nisan 2010

Hiçbir şeyin yazısı.

Bilseydim uykular bu kadar güzel, daha çok uyurdum. Uyuyunca düşünmüyor insan, yaralayan sadece rüyalar oluyor bazı bazı. Uyanış sürecinde birkaç saniye can acıtabiliyor ama sonra 'uyanıyorsun', gerçekler kadar değil ve olmayacak hiçbir zaman.

Kendimi 'yeni' bir şeylere başlamak için cesaretlendiriyorum, sonra cesaretim kırılıyor. Uyuyorum. Şekersiz kahvelere direncim gittikçe artıyor, alışabilmenin sevincini taşıyorum. Sonra 'nelere alışmıyor ki insan?' diye çıkarımlar yapıyorum. Başka şeylere alışabilmek için de kendime buradan saçma çıkarımlar buluyorum. Yetiyor mu? Pek sanmam.

Vazgeçmekle- direnmek arasında çok ince bir çizgi varmış, dahilik ve delilikte olduğu gibi aynı. İkisini de bulamıyorum, ikisinden de kaçıyorum. Sonra gördüğüm her şey bir çizgi oluyor, ben gerisinde kalıyorum. Sıcak simit sattığını iddia eden simitçilere inanıyorum, pencereye çıkıp bir tane simit alıyorum gayet soğuk çıkıyor. Yine kandırılıyorum. Yine ve yine.

Sıradan bir gün için, ömrümün bir gününü heba edebilirim. Evin tekir kedisi gibi hissediyorum kendimi. Fazla sessiz, fazla sakin. Bir köşeye sinip öylece izliyorum, aslında gözümün önünden geçip giden bir şey de yok. Ev fazla sakin, duran her şeyi izliyorum en ince ayrıntısına kadar. Dolaplar, halılar, kalemler, aslılık, lambalar, masa..Müziği bile dinlemiyorum artık sadece izliyorum gibi.

Erken uyanıyorum ya, diğer insanlar gibi karışmaya çalışıyorum hayatın içine. Hani bir yerlere sıkıştırsam kendimi ne güzel olur diyorum. Sonra amankimsebanadokunmasıncılık halim başlıyor. Göremediğim her çizginin yine dışında kalıyorum, çizgi şeklinde.

Saçlarımı çok kısa kestiresim var.