02 Nisan 2010

Hiçbir şeyin yazısı.

Bilseydim uykular bu kadar güzel, daha çok uyurdum. Uyuyunca düşünmüyor insan, yaralayan sadece rüyalar oluyor bazı bazı. Uyanış sürecinde birkaç saniye can acıtabiliyor ama sonra 'uyanıyorsun', gerçekler kadar değil ve olmayacak hiçbir zaman.

Kendimi 'yeni' bir şeylere başlamak için cesaretlendiriyorum, sonra cesaretim kırılıyor. Uyuyorum. Şekersiz kahvelere direncim gittikçe artıyor, alışabilmenin sevincini taşıyorum. Sonra 'nelere alışmıyor ki insan?' diye çıkarımlar yapıyorum. Başka şeylere alışabilmek için de kendime buradan saçma çıkarımlar buluyorum. Yetiyor mu? Pek sanmam.

Vazgeçmekle- direnmek arasında çok ince bir çizgi varmış, dahilik ve delilikte olduğu gibi aynı. İkisini de bulamıyorum, ikisinden de kaçıyorum. Sonra gördüğüm her şey bir çizgi oluyor, ben gerisinde kalıyorum. Sıcak simit sattığını iddia eden simitçilere inanıyorum, pencereye çıkıp bir tane simit alıyorum gayet soğuk çıkıyor. Yine kandırılıyorum. Yine ve yine.

Sıradan bir gün için, ömrümün bir gününü heba edebilirim. Evin tekir kedisi gibi hissediyorum kendimi. Fazla sessiz, fazla sakin. Bir köşeye sinip öylece izliyorum, aslında gözümün önünden geçip giden bir şey de yok. Ev fazla sakin, duran her şeyi izliyorum en ince ayrıntısına kadar. Dolaplar, halılar, kalemler, aslılık, lambalar, masa..Müziği bile dinlemiyorum artık sadece izliyorum gibi.

Erken uyanıyorum ya, diğer insanlar gibi karışmaya çalışıyorum hayatın içine. Hani bir yerlere sıkıştırsam kendimi ne güzel olur diyorum. Sonra amankimsebanadokunmasıncılık halim başlıyor. Göremediğim her çizginin yine dışında kalıyorum, çizgi şeklinde.

Saçlarımı çok kısa kestiresim var.