Fazlaca sakin gün, günler... Hani çölün ortasında kalmış da hiç rüzgar esmezmiş gibi, esmemesi de rahatsız etmezmiş gibi. Tüm dünya sanki uyurken Tanrı tarafından slovmoğşın moda alınmış, öyle de unutulmuş, süregelen her gün öyle gidiyor. Kimse bir dur demiyor bu gidişe ya da hiç kimse hızlanmak için bi' şey yapmıyor. Herkes aslında halinden o kadar memnun ki, içte dışta sağda solda her şey sakin...Bu dünyada daha önce hiç savaşlar olmamış gibi. Hiç araba kazalarına, grizu patlamalarına, şiddetli duygu travmlarına şahit olmamışız gibi. Biraz neşesizce, ama iç huzurun önemini kavramış insanlar gibiyiz hepimiz. Ruhlarımız bir yere mi varmış da ermiş gibiyiz, yoksa ruhlarımızı bir yerlerde unutmuş/kaybetmiş ya da paketleyip bilmediğimiz adreslere mi göndermişiz de böyleyiz bilmiyorum. Benim sakinliğimden her şeyin etkilenmesini seviyorum. Kocaman bir gölde, suya taş atsan halkalar oluşturmayacak kadar kayıtsız kalmak taşa ve taş atana garip bir hal ama iyidir. Severim bunu ben.
Dün, bugün yağmur yağdı hep. Yarın da yağacak, hissediyorum. Aslında tüm bunların sebebi, bu yağmurlar. Öyle güzel arındırıyor ki bizi kirlendiğimiz ve kirleneceğimiz her şeyden. Ki Karadeniz'in yağmuru sanki daha bir başka temizliyor bizi, hiçbir yağmur böyle güzel yağmayı beceremezmiş gibi. Hava aydınlıkken, yani gökyüzü masmaviyken, iri yağmur kütlelerinin çok fena bir hızla yeryüzüne düşüşünü görmek/duymak bir mucize. İnsana var olduğunu ve bu dünyada hâlâ iyi şeyler olduğunu hatırlatabilen tek şey gibi. Sonra bir şarkı tutup, yatağa girince perdenin aralanmış kısmından dışarıyı yorgun ve sakin gözlerle izleyedururken o şiddetli sesi duymuyor olsak bile, o sesi en içimizde hissedebilmek daha başka bir şey. Gözlerini kapatınca insan, gözyaşları daha hızlı düşer yanlara doğru...Ve sakince ağlıyor olmak, aslında bunun hiçbir sebebinin olması; sadece yağmurla birlikte daha çok arınmak isteyişten geliyor. Ardından gelen sakin bir uyku...Rüyada bile her şey çok sakin; rüyada görülen deniz ve deniz kenarında öylece durup saçları uçuşurken kendini görmek; sakinliğin bilinçaltına kazınması demek. Bunu özümsemek...
Çok uzun süredir hiçbir uykudan dinç ve huzurlu kalkamazken, sonunda bunu başarmak bugünün en büyük hediyesi. Aynı sakinlikte, içte hiçbir fırtına olmaksızın pencereyi sonuna kadar açıp hâlâ ıslak yeryüzüne 'Günaydınlar' sunmak ve karşıdaki ağacın kupkuruyken 1 hafta içinde yemyeşil yapraklarını bir bir üzerine giydiğini fark etmekse yeni çıkarımlar oluşturma sebebi. Bir mucizeye daha tanık olmaksa paha biçilemez bir gerçek. Yine bahar gelir, yine yaz gelir ve yeniden yeşillenir ağaçlarım...Kuru dalları kesip yakacak yapmaktansa sabırla beklemek, sessizce beklemek, kuru dalların kırılma olasılığı daha çokken; kendini seni kıracak olan her şeyden sakınmak -kendinden bile- ve sonrasında yeniden en kurumuş yürekleri kıskandıracak kadar mükemmel bir yeşille heybetli ve bir o kadar göz alıcı halde dünyayı selamlamak. Bu bir toparlanma hikayesi...
Hiçbir şeyin can acıtmaması hâli, acıya ve olacak olan her şeye duyarsızlaşmaya ulaşmak bir yerde kısmi his felci olsa bile bir süre böyle idare edilebilir. Hem çok şey hissedip, hem de hiçbir şey hissetmiyor olmak kendi içinde büyük bir anaforken, dünya daha sessiz; kararsız ve hep yavaş...
Hep elim çenemde bir şey düşünüyor gibi göründüğüme bakma. Boşluğa daldırdığım gözlerimde bir anlam yoksa, konuşmaya teşebbüs ettiğimde sesim çıkmıyor ama bu beni rahatsız etmiyorsa; adımlarım yavaş, saçlarım dağınık ve ayaklarıma çorap giymeyi unutup ''Neden üşüyorum?'' diye sorabiliyorsam kendi kendime, başka insanlarla konuşmak ve bir şeyler anlatabilmek elzem geliyorsa bana ve çalan hiçbir telefonu açmıyorsam bundan sebep, bir zamanlar konuştuğum/yazdığım onca şeye inanamıyorsam, enerjime hayran kalıyorsam... Aslında çok mutsuz olduğumdandır ve buna alıştığımdan...
23 Mayıs 2010
15 Mayıs 2010
Sokağın sesi.
Dışarıda nefis bir hava lakin Karadeniz'e pek güvenilmez. O'nun yapmayı en çok sevdiği şeydir, birkaç gün çok sıcak geçen havanın ardından akşam üzeri yarım saat içinde kendisini kapatmak ve 1 saat öncesinin havasını şaşırtacak derecede yağmurlanmak. O sebeple kararsızdım dışarı çıkmak veya çıkmamak konusunda; 'Şeker değilim ya erimem' dedim çıktım. Her zamanki gibi, mp3 çalarımı kulağıma takıp, müziğe kaptırdım kendimi. Ki hep yürürken müzik dinlersem gideceğim mesafe daha çok kısalıyor gibi. Hatta artık kendi içimde gidilecek mesafeleri ''İki şarkılık mesafe, altı şarkılık mesafe'' diye ayarlar olduğumu fark ettim geçenlerde. Yolda dinlenilecek müzik klasörüm bile var mesela, en çok 110 dinlemek enfes oluyor yolda giderken. Adımlarımın hızı, köşeleri dönerken kavislenişim hepsi müziğe odaklı. ''Bir yol var, yürümem gerek...'' derken 110 bir şarkısında sanki yürümenin hakkını veriyormuşum gibi gelir, hatta bazen sırf o şarkının klibini çektiğimi hissedip kendi kendime rol yaptığım olur. Acayip de eğlencelidir o anlar mesela, kafanın içinde sürekli klip kurgulamak. Kim bilir kaç klipte oynamışımdır, kim bilir kaç kişi haberi olmadan benim klibimde oyuncu olmuştur.
Bugün yürürken şarjım bitti. Üstelik evin rotasını aşmış, evden de epeeey uzaklaşmıştım yani nereden baksan 10-12 şarkılık mesafe vardı. Müziksiz yürümeye başladım; ama garip bir şey vardı. Bir boşluk ama; boşluk gibi de değil. Hoş ve tatlı gelen bir boşluktu. Bir yerde asılı kalmışım da, aslında o asılı kaldığım yerden çok fena keyif alıyormuşum gibiydi. Yürüdüğüm cadde oldukça kalabalıktı. İnsan sesleri, topuk sesleri, çocuk sesleri, sokak müziği yapan grubun içindeki yan flüt sesi...''Bir dakika yahu??'' dedim, bunu derken resmen bir sokağın köşesinde durup etrafıma baktım. Hatta bakıp bir şeyler görmekten öte, etrafımı duydum. Bilmediğim bir yere fırlatılmış gibi işitsel bir şaşkınlık yaşıyordum. Önce bu şaşkınlığı üzerimden atmam gerekti, büfeye girdim su aldım. Tam orada hâlâ durup suyumu içerken, yandaki dondurmacının önünde annesinden ağlayarak dondurma isteyen çocuğu duydum. Ardından annesinin de onu sakinleştirmek için ''Akşam olduğu için dondurma satmıyorlarmış kızım amcalar'' diye kandırışını da. Buna inanan çocuğun annesine dönüp ''Başka amcalar satmazlar mı?'' demesinden sonra kikikikiki diye güldüğümü farkettim. Tam bu gülme hissini atlatamadan, önümden geçip giden berduş tipli bir adamın kendi kendine konuşmasının ardından gülmeye başlamasını ve kahkahasını duydum. O geçip gittikten sonra O'ndan bir farkım yoktu, çünkü ben de kahkaha atıyordum berduş görünmememe rağmen.
Yalnız yürüdüğümde müziğim olur, arkadaşlarımla yürüdüğümde de mutlaka yolda giderken bir şeylerden konuşuyor oluruz. Yani bugün şaşkınlıkla seslerini duyduğum o kalabalık insan grubunun içinden birisi de ben olurum. Yine her şekilde bugün duyup şaşırdığım sesleri algılayışım zayıf olur. Belki sokağın sesine alışkın insanlar için sadece bir 'ses'tir yanından geçerken yanımdakine bir şey söyleyip onun kulağına giden kısımlar. Ama bugün benim kulağıma gelen her ses bir şeyleri fark edişti; sokağın sesini tamamen unuttuğumu farketmekti. Kendi dokusunun içinde olan her sesin; kornasıdır, topuk sesidir, kadın kahkahasıdır, kalın erkek sesidir, genç ergen kızların cilveli gülüşleridir, hepsinin kendi içinde acayip bir şekilde iç içe geçmiş ve bütünleşmiş olduğunu farkettim. İşporta tezgahında satılan oyuncaklardan birisinin dans ederken Spice Girls'ün Wannabe şarkısı çalıyor olması ve benim ortaokul yıllarında o şarkıyla beraber 5 kız arkadaşımla aynı Spice Girls kızları gibi dans etmeye çalıştığımız ama beceremeyişlerimizi, yine de çok eğlendiğimizi hatırlatmak ve yine gülümsetmek gibi hoş süprizleri varmış sokak sesinin. Kasabın önünden annesiyle geçen küçük bir çocuğun, şaşkınlık ve sevinçli bir ses tonuyla ''Anneee! Baaak ineeekkk'' deyip aniden güldürmesi de ayrıca komikmiş. Yaza yaza bitiremeyeceğim birçok hoş ayrıntısıyla beraber hoş süprizlermiş bunlar.
Düşündüm tabii biraz bunun üstünde 'Neden?' diye, tabii ki yine teknolojinin bizi yalnızlaştırması vardı sebeplerin başında... Günden güne daha yalnız, daha duyarsız, etrafından daha çok bihaber nesil olacaktık. Sırf bu sebeplerden dolayı daha da mutsuz olacaktık üstelik. Her yeni teknolojik aletin cazibesine vurulup her gün daha çok uzaklaşacağız içinde teknoloji olmadan da keyif alınabilecek her şeyden. Daha çok diyorum, daha çok! Artık bayramlaşmalar ve doğum günü kutlamaları bile maille, smsle, facebooklayken her gün biraz daha çok... Hayatı kolaylaştırdığı gibi hayatın kısırlaştırmasını izleyeceğiz teknolojinin. Hem seveceğiz hem de ara ara kızacağız ona. Hatta bazen öyle çok seveceğiz ki, en basitinden sokağın sesini duymayı unuttuğumuzu anlamayacak kadar çok seveceğiz...Ancak benim bugün yaşadığım fark edişe ve 'kafaya bir şeylerin dank etmesine' kadar... Eder mi etmez mi benden gerisinin bilemem. Ben fark ettim ve üstüme düşeni yaparak yazdım, gerekirse neferi bile olurum bu hareketin. Yeter ki duyalım artık sokağın sesini..Orada güzel şeyler oluyor! ;)
Bugün yürürken şarjım bitti. Üstelik evin rotasını aşmış, evden de epeeey uzaklaşmıştım yani nereden baksan 10-12 şarkılık mesafe vardı. Müziksiz yürümeye başladım; ama garip bir şey vardı. Bir boşluk ama; boşluk gibi de değil. Hoş ve tatlı gelen bir boşluktu. Bir yerde asılı kalmışım da, aslında o asılı kaldığım yerden çok fena keyif alıyormuşum gibiydi. Yürüdüğüm cadde oldukça kalabalıktı. İnsan sesleri, topuk sesleri, çocuk sesleri, sokak müziği yapan grubun içindeki yan flüt sesi...''Bir dakika yahu??'' dedim, bunu derken resmen bir sokağın köşesinde durup etrafıma baktım. Hatta bakıp bir şeyler görmekten öte, etrafımı duydum. Bilmediğim bir yere fırlatılmış gibi işitsel bir şaşkınlık yaşıyordum. Önce bu şaşkınlığı üzerimden atmam gerekti, büfeye girdim su aldım. Tam orada hâlâ durup suyumu içerken, yandaki dondurmacının önünde annesinden ağlayarak dondurma isteyen çocuğu duydum. Ardından annesinin de onu sakinleştirmek için ''Akşam olduğu için dondurma satmıyorlarmış kızım amcalar'' diye kandırışını da. Buna inanan çocuğun annesine dönüp ''Başka amcalar satmazlar mı?'' demesinden sonra kikikikiki diye güldüğümü farkettim. Tam bu gülme hissini atlatamadan, önümden geçip giden berduş tipli bir adamın kendi kendine konuşmasının ardından gülmeye başlamasını ve kahkahasını duydum. O geçip gittikten sonra O'ndan bir farkım yoktu, çünkü ben de kahkaha atıyordum berduş görünmememe rağmen.
Yalnız yürüdüğümde müziğim olur, arkadaşlarımla yürüdüğümde de mutlaka yolda giderken bir şeylerden konuşuyor oluruz. Yani bugün şaşkınlıkla seslerini duyduğum o kalabalık insan grubunun içinden birisi de ben olurum. Yine her şekilde bugün duyup şaşırdığım sesleri algılayışım zayıf olur. Belki sokağın sesine alışkın insanlar için sadece bir 'ses'tir yanından geçerken yanımdakine bir şey söyleyip onun kulağına giden kısımlar. Ama bugün benim kulağıma gelen her ses bir şeyleri fark edişti; sokağın sesini tamamen unuttuğumu farketmekti. Kendi dokusunun içinde olan her sesin; kornasıdır, topuk sesidir, kadın kahkahasıdır, kalın erkek sesidir, genç ergen kızların cilveli gülüşleridir, hepsinin kendi içinde acayip bir şekilde iç içe geçmiş ve bütünleşmiş olduğunu farkettim. İşporta tezgahında satılan oyuncaklardan birisinin dans ederken Spice Girls'ün Wannabe şarkısı çalıyor olması ve benim ortaokul yıllarında o şarkıyla beraber 5 kız arkadaşımla aynı Spice Girls kızları gibi dans etmeye çalıştığımız ama beceremeyişlerimizi, yine de çok eğlendiğimizi hatırlatmak ve yine gülümsetmek gibi hoş süprizleri varmış sokak sesinin. Kasabın önünden annesiyle geçen küçük bir çocuğun, şaşkınlık ve sevinçli bir ses tonuyla ''Anneee! Baaak ineeekkk'' deyip aniden güldürmesi de ayrıca komikmiş. Yaza yaza bitiremeyeceğim birçok hoş ayrıntısıyla beraber hoş süprizlermiş bunlar.
Düşündüm tabii biraz bunun üstünde 'Neden?' diye, tabii ki yine teknolojinin bizi yalnızlaştırması vardı sebeplerin başında... Günden güne daha yalnız, daha duyarsız, etrafından daha çok bihaber nesil olacaktık. Sırf bu sebeplerden dolayı daha da mutsuz olacaktık üstelik. Her yeni teknolojik aletin cazibesine vurulup her gün daha çok uzaklaşacağız içinde teknoloji olmadan da keyif alınabilecek her şeyden. Daha çok diyorum, daha çok! Artık bayramlaşmalar ve doğum günü kutlamaları bile maille, smsle, facebooklayken her gün biraz daha çok... Hayatı kolaylaştırdığı gibi hayatın kısırlaştırmasını izleyeceğiz teknolojinin. Hem seveceğiz hem de ara ara kızacağız ona. Hatta bazen öyle çok seveceğiz ki, en basitinden sokağın sesini duymayı unuttuğumuzu anlamayacak kadar çok seveceğiz...Ancak benim bugün yaşadığım fark edişe ve 'kafaya bir şeylerin dank etmesine' kadar... Eder mi etmez mi benden gerisinin bilemem. Ben fark ettim ve üstüme düşeni yaparak yazdım, gerekirse neferi bile olurum bu hareketin. Yeter ki duyalım artık sokağın sesini..Orada güzel şeyler oluyor! ;)
14 Mayıs 2010
Kendini tamamlamak ve 21 yaş üzerine.
Şşşttt yaklaş biraz, sana bir şey anlatacağım.
N'aber günlükcan? Aslında biraz dinlenmeye çekilir gibi oldum, sonra olamadım. Aslında hâlâ yazabileceğim en saçma şeylerim var sana. Geçen gün demiştim; ''Düşünsene, yazmak öyle bir şey ki! Hiç sonu yok bunun. Bitmeyecek kelimeler, yazacaksın yazacaksın yazacaksın.'' Sonra belki kendini çokca tekrar edeceksin, aynı anlamlı cümleleri farklı kelimelerle anlatacaksın defalarca; ama sonuç itibarıyla rahatlayacaksın. Pragmatik bir kafayla düşünüyorum, maksimum fayda, maksimum haz. Yani bir önceki yazıda sorduğum sorunun cevabı şudur ki; yaşamak için yazıyorum. Bir kısım insanlar var ki deli deli yazar. (Buradaki deli deli, çok feci iyi, çok feci soyut ve bir kadar dehşet vs anlamında) Bense şairin dediği gibi 'delirmemek için yazıyorum.' Bazı anlarda gerçek anlamıyla delirdiğim doğru; evet genelde sağlam bir kafa yapısına hakim olamıyorum. Gençliğime ve körpecikliğime verelim. Bence daha çok büyüyeceğim çok.
Evdeki son, bu geceki ikinci kahveyi içiyor olmam ve saatin bir hayli geç olması en ufak umurumda değil. Muhtemelen sabah erken kalkmam gerekirken kalkamayacağım belki de kalkmam gereken saate kadar hiç uyuyamayacağım da önemli değil. Çünkü gün boyu aradığım 'huzur'a an itibarıyla kavuşmuş bulunmaktayım. Şirret ruh halinden çıkıp, gayet keyifle müzik dinleyen; şekersiz kahvesini içip sağa sola bakınan ve 'vakit öldürmek' deyimini tam anlamıyla hakkını veren saatler yaşıyorum.
Aklımın en zehir gibi çalıştığı anlar direkt geceye tekabül ediyor, aslında daha çok yalnızlığa. Hatta sessizliğe, sakinliğe. Yaşadığı her şeyden bir şeyler öğrenir ya insan, aslında her yaşından. Mesela ben son 3-4 aydır 'sakinliğin' nasıl mükemmel bir şey olduğunu öğrendim. Önceleri sinir bozan bu hal, artık alışkanlığa dönüştüğünden sanırım kişilik özelliklerime de işlemiş duruma geliyor. Evet önceden de severdim belki ama bu kadar değil sanırım. Şimdi etrafımda çok insan olduğunda rahatsız olan birisi olma kıvamına geldim. ''Ay eve gitsem de sakin sakin bir şeyler yapsam ne süper olur'' diye dahi düşünebilir oldum. Fırtınasız hayatı sevdim ben. Sırf can sıkıntısından kendi kendime fırtınalar yaratmayı sevdim, sonrasında 'Of ne salaksın Zerrin, her şey zaten mükemmel!' diye pişman olmayı bile sevdim.
Yukarıda dedim ya hani ''yaşadığı her şeyden bir şeyler öğrenir ya insan, aslında her yaşından'' ben de bu yaşımdan öğrendim mesela. O an benim için muazzam bir dönüm noktasıydı, o anda fark edemedim belki ama sonra eve gelip düşündüğümde anladım ki ben o günü hiç ama hiç unutmayacağım...9 Mayıs 2010!
21 yaş önemliydi. Ne 16 kadar cahil ve umursamaz, ne 18 kadar şaşkın ne de 20 kadar muallak. Bir kere çok gerçek bir rakammış gibiydi, 21 dediğim an kendime inanıyordum. Büyümek demek değildi, o olaya karşı acayip bir itilmem söz konusu. 21 demek kendini anlamaktı, kendini tamamlamaktı. Ama bu asla 'her şeyi öğrendim' tamamlaması değildi, aksine öğrenecek daha çok şey olduğunu kabul edip; her şeye kendini hazırlamaktı.
21'deydim. Belki bir şeylere başlamak için geç kalınmış bir yaştı, yaşıtlarıma göre. Ama umursamadım; çünkü hâlâ yaşıyordum, sağlıklıydım, ailem yanımdaydı. Bu üç şart tamamen sağlandığı anda beni hiçbir şey tutamazdı aslında. Her şeyi ama her şeyi yapabilecek potansiyel vardı içimde. Sonra bir de planlar vardı geleceğe dair, plan yapmak önemliydi. Hayal kurmak, o hayale inanmak ve o hayal için uğraşmak güzeldi.
21 yaşındaydım kendimi tamamladığıma inandığımda. Sarhoştum belki, ama tamamdım ben artık. Terk edilmiştim aylar önce; ama bu bana iyi gelmişti. Zaten kriz durumlarından pay çıkarabilme özelliğini edindiyseniz, tamamdır. Daha ömür billah sırtınız yere gelmez. Belki çok dibe batmıştım, çünkü en dibe batmak gerekiyordu kimi zaman. İşte o dibe batışın ardından canım acımaz oldu; o anda anladım ki evet aşksal evrimimi tamamladım ben. Aslında terk edeni aştım; aylar sürdü belki ama aşabildim, kabullendim ve kendime her baktığımda o'nu görmeyi bırakıp, esas görmem gerekeni yani ''kendimi'' görmeyi başardım. Kendimi gördüğümde başka bir şey daha gördüm, belki yeni bir felsefeydi benim için. Bu zamana kadar, sanki içimde çok büyük eksik varmış gibi başkalarının beni tamamlamasını bekledim. Onlarla tamamlamaya çalıştım kendimi. Onları da tamamlamaya çalışırken aslında eksildim kendimden. Şöyle bir geriye dönüp bakarsam eğer, bi' hayli eksildim. Kendi tamlığımı göremedim, karşıdakine odaklanmaktan. Ama artık değişen çok büyük bir şey vardı: ben kimse beni tamamlamadıkça da kendimi tam, huzurlu, güvenli, dingin hissedebiliyordum. Birinin beni tamamlamasına ihtiyacım yoktu. Bir tür teselli değildi bu, o günden sonra çok düşündüm; uzun uzun düşündüm ve uzun uzun konuştum bu konuyla ilgili birkaç insanla. Sonraki günler de farklı oldu benim için, eskiden uyandığım gibi buruk uyanmadım mesela. Kalbim kırık değildi artık, bunu göremeyecek kadar da uzak değildim kendime.
Klasik taktiğimdir benim, kendi kendime bi' şeyi sorgularken ''Nedir?'' diye sormak yerine ''Ne değildir?'' diye sorarak başlarım. Mesela artık aşk benim sorgu sonuçlarıma göre, kendi özünden koparcasına başka bir insana bürünmek değildir. ''Bir elmanın iki yarısı olmak'' geyiği de değildir, evet yine de bakınca bir bütün görülürsün; ama aynı poşetin içindeki iki farklı elma olmak gereklidir. Eğer bütünlükse görülmek istenen, poşete bakıldığında da pek tabi bir bütün görüş sağlanabilir. 'Bir poşetin içindeki elmalar' da bir bütünlük ifade eder. Aynı yerde olan iki farklı elma. Birisi yeşil, birisi kırmızı belki. Sonra bir gün poşet yırtılıp, bir elma düşerse yere, poşetin içinde sağlam bir elma kalacaktır. Ayrıca ikiye ayrılmış elma, zaman sonra kararmaya başlar... Bu asla 'güvenmemek' anlamına gelmeyecek elbette; ama en azından o gittiğinde sana kalacak bir 'Sen' olmalı geride.
N'aber günlükcan? Aslında biraz dinlenmeye çekilir gibi oldum, sonra olamadım. Aslında hâlâ yazabileceğim en saçma şeylerim var sana. Geçen gün demiştim; ''Düşünsene, yazmak öyle bir şey ki! Hiç sonu yok bunun. Bitmeyecek kelimeler, yazacaksın yazacaksın yazacaksın.'' Sonra belki kendini çokca tekrar edeceksin, aynı anlamlı cümleleri farklı kelimelerle anlatacaksın defalarca; ama sonuç itibarıyla rahatlayacaksın. Pragmatik bir kafayla düşünüyorum, maksimum fayda, maksimum haz. Yani bir önceki yazıda sorduğum sorunun cevabı şudur ki; yaşamak için yazıyorum. Bir kısım insanlar var ki deli deli yazar. (Buradaki deli deli, çok feci iyi, çok feci soyut ve bir kadar dehşet vs anlamında) Bense şairin dediği gibi 'delirmemek için yazıyorum.' Bazı anlarda gerçek anlamıyla delirdiğim doğru; evet genelde sağlam bir kafa yapısına hakim olamıyorum. Gençliğime ve körpecikliğime verelim. Bence daha çok büyüyeceğim çok.
Evdeki son, bu geceki ikinci kahveyi içiyor olmam ve saatin bir hayli geç olması en ufak umurumda değil. Muhtemelen sabah erken kalkmam gerekirken kalkamayacağım belki de kalkmam gereken saate kadar hiç uyuyamayacağım da önemli değil. Çünkü gün boyu aradığım 'huzur'a an itibarıyla kavuşmuş bulunmaktayım. Şirret ruh halinden çıkıp, gayet keyifle müzik dinleyen; şekersiz kahvesini içip sağa sola bakınan ve 'vakit öldürmek' deyimini tam anlamıyla hakkını veren saatler yaşıyorum.
Aklımın en zehir gibi çalıştığı anlar direkt geceye tekabül ediyor, aslında daha çok yalnızlığa. Hatta sessizliğe, sakinliğe. Yaşadığı her şeyden bir şeyler öğrenir ya insan, aslında her yaşından. Mesela ben son 3-4 aydır 'sakinliğin' nasıl mükemmel bir şey olduğunu öğrendim. Önceleri sinir bozan bu hal, artık alışkanlığa dönüştüğünden sanırım kişilik özelliklerime de işlemiş duruma geliyor. Evet önceden de severdim belki ama bu kadar değil sanırım. Şimdi etrafımda çok insan olduğunda rahatsız olan birisi olma kıvamına geldim. ''Ay eve gitsem de sakin sakin bir şeyler yapsam ne süper olur'' diye dahi düşünebilir oldum. Fırtınasız hayatı sevdim ben. Sırf can sıkıntısından kendi kendime fırtınalar yaratmayı sevdim, sonrasında 'Of ne salaksın Zerrin, her şey zaten mükemmel!' diye pişman olmayı bile sevdim.
Yukarıda dedim ya hani ''yaşadığı her şeyden bir şeyler öğrenir ya insan, aslında her yaşından'' ben de bu yaşımdan öğrendim mesela. O an benim için muazzam bir dönüm noktasıydı, o anda fark edemedim belki ama sonra eve gelip düşündüğümde anladım ki ben o günü hiç ama hiç unutmayacağım...9 Mayıs 2010!
21 yaş önemliydi. Ne 16 kadar cahil ve umursamaz, ne 18 kadar şaşkın ne de 20 kadar muallak. Bir kere çok gerçek bir rakammış gibiydi, 21 dediğim an kendime inanıyordum. Büyümek demek değildi, o olaya karşı acayip bir itilmem söz konusu. 21 demek kendini anlamaktı, kendini tamamlamaktı. Ama bu asla 'her şeyi öğrendim' tamamlaması değildi, aksine öğrenecek daha çok şey olduğunu kabul edip; her şeye kendini hazırlamaktı.
21'deydim. Belki bir şeylere başlamak için geç kalınmış bir yaştı, yaşıtlarıma göre. Ama umursamadım; çünkü hâlâ yaşıyordum, sağlıklıydım, ailem yanımdaydı. Bu üç şart tamamen sağlandığı anda beni hiçbir şey tutamazdı aslında. Her şeyi ama her şeyi yapabilecek potansiyel vardı içimde. Sonra bir de planlar vardı geleceğe dair, plan yapmak önemliydi. Hayal kurmak, o hayale inanmak ve o hayal için uğraşmak güzeldi.
21 yaşındaydım kendimi tamamladığıma inandığımda. Sarhoştum belki, ama tamamdım ben artık. Terk edilmiştim aylar önce; ama bu bana iyi gelmişti. Zaten kriz durumlarından pay çıkarabilme özelliğini edindiyseniz, tamamdır. Daha ömür billah sırtınız yere gelmez. Belki çok dibe batmıştım, çünkü en dibe batmak gerekiyordu kimi zaman. İşte o dibe batışın ardından canım acımaz oldu; o anda anladım ki evet aşksal evrimimi tamamladım ben. Aslında terk edeni aştım; aylar sürdü belki ama aşabildim, kabullendim ve kendime her baktığımda o'nu görmeyi bırakıp, esas görmem gerekeni yani ''kendimi'' görmeyi başardım. Kendimi gördüğümde başka bir şey daha gördüm, belki yeni bir felsefeydi benim için. Bu zamana kadar, sanki içimde çok büyük eksik varmış gibi başkalarının beni tamamlamasını bekledim. Onlarla tamamlamaya çalıştım kendimi. Onları da tamamlamaya çalışırken aslında eksildim kendimden. Şöyle bir geriye dönüp bakarsam eğer, bi' hayli eksildim. Kendi tamlığımı göremedim, karşıdakine odaklanmaktan. Ama artık değişen çok büyük bir şey vardı: ben kimse beni tamamlamadıkça da kendimi tam, huzurlu, güvenli, dingin hissedebiliyordum. Birinin beni tamamlamasına ihtiyacım yoktu. Bir tür teselli değildi bu, o günden sonra çok düşündüm; uzun uzun düşündüm ve uzun uzun konuştum bu konuyla ilgili birkaç insanla. Sonraki günler de farklı oldu benim için, eskiden uyandığım gibi buruk uyanmadım mesela. Kalbim kırık değildi artık, bunu göremeyecek kadar da uzak değildim kendime.
Klasik taktiğimdir benim, kendi kendime bi' şeyi sorgularken ''Nedir?'' diye sormak yerine ''Ne değildir?'' diye sorarak başlarım. Mesela artık aşk benim sorgu sonuçlarıma göre, kendi özünden koparcasına başka bir insana bürünmek değildir. ''Bir elmanın iki yarısı olmak'' geyiği de değildir, evet yine de bakınca bir bütün görülürsün; ama aynı poşetin içindeki iki farklı elma olmak gereklidir. Eğer bütünlükse görülmek istenen, poşete bakıldığında da pek tabi bir bütün görüş sağlanabilir. 'Bir poşetin içindeki elmalar' da bir bütünlük ifade eder. Aynı yerde olan iki farklı elma. Birisi yeşil, birisi kırmızı belki. Sonra bir gün poşet yırtılıp, bir elma düşerse yere, poşetin içinde sağlam bir elma kalacaktır. Ayrıca ikiye ayrılmış elma, zaman sonra kararmaya başlar... Bu asla 'güvenmemek' anlamına gelmeyecek elbette; ama en azından o gittiğinde sana kalacak bir 'Sen' olmalı geride.
11 Mayıs 2010
Vay anasını arkadaş.
Yaşamak için mi yazıyorum yoksa yazmak için mi yaşıyorum?
İşte bu sorunun cevabını bulana kadar yazmayacağım.
Aklımı tümden saldım; tutabilene helal olsun.
İşte bu sorunun cevabını bulana kadar yazmayacağım.
Aklımı tümden saldım; tutabilene helal olsun.
08 Mayıs 2010
Çünküler&Amalar
Sen huzursuz olursun, ben yanında olmam; çünkü olamam.
Sen huzurlu olursun, ben yine olmam; çünkü olamam.
Sonra bir şarkıyı çok seversin, ben duymam.
Yeni bir hikaye öğrenirsin, ben dinlemem.
Başka bir şehire gider, yeni insanlarla tanışırsın; ama ben tanışamam.
En çok ben yabancı kalırım sana, hissedersin; ama bir şey yapmazsın.
Başka kolları sararsın, hissederim; ama bir şey yapamam.
Başka ılık tenlerdir onlar, bilirim; ama bir şey yapamam işte.
Ağlamam. Hayır çok ağır yalan söyledim; çünkü ağlarım.
Ağlarken, ağlamıyormuş gibi yaparım.
Ellerimi yüzüme kapatırım; ama görmezsin sen.
Ağlamıyorken, ağlarmış gibi yapamam; çünkü aslında hep ağlarım ben.
Sevmiyorken, sever gibi de yapamam; ama belki sen yaparsın.
-Yaptın mı bana hiç?-
Başka isimleri söylersin; ama ben seninkini söyleyemem hiç.
Başka isimlerin sahipleri de söyler ismini,
Ben hiç söyleyemem; çünkü içim acır.
Ve kimse söylemez benim ismimi.
-Bir kere daha sen söyler misin?-
Benden başka olan her şeye karışabilirsin sen,
Benliklerini yitiren kültürler gibi olursun.
Karışık bir dil olursun bensiz. -Daha çok, ben sensiz!-
Öylesine koparsın ki içinde ben olan her şeyden;
Ama ben içinde sen olan hiçbir şeyden kopamazken.
Başka hayatlar, aşklar ezberlersin; ama ben ezberleyemem.
Ezberinden silersin beni, ben silemem.
Ezberimi bozarsın sen benim; ben bozamam.
Ben sana dokunmam; ama sen bana dokunursun.
Mide bulantısı, uykusuzluk ve karın ağrısı yaparsın o ilaçlar gibi;
Ama ben sana bir şey yapamam.
-Yapabilir miyim?-
Ben hep sana yazarım; ama sen beni hep silersin.
Ben durduğum yerde dururken, sen durmazsın.
Hep en uzağımda olursun baktığımda,
Yüzümü her sana çevirdiğimde daha uzak.
Ben hep kızarım sana; sen bana kızmazsın bile.
Ben hep söz veririm kendime ama; sen sözümü bile etmezsin.
-Yoksa içinden eder misin?-
Sen huzurlu olursun, ben yine olmam; çünkü olamam.
Sonra bir şarkıyı çok seversin, ben duymam.
Yeni bir hikaye öğrenirsin, ben dinlemem.
Başka bir şehire gider, yeni insanlarla tanışırsın; ama ben tanışamam.
En çok ben yabancı kalırım sana, hissedersin; ama bir şey yapmazsın.
Başka kolları sararsın, hissederim; ama bir şey yapamam.
Başka ılık tenlerdir onlar, bilirim; ama bir şey yapamam işte.
Ağlamam. Hayır çok ağır yalan söyledim; çünkü ağlarım.
Ağlarken, ağlamıyormuş gibi yaparım.
Ellerimi yüzüme kapatırım; ama görmezsin sen.
Ağlamıyorken, ağlarmış gibi yapamam; çünkü aslında hep ağlarım ben.
Sevmiyorken, sever gibi de yapamam; ama belki sen yaparsın.
-Yaptın mı bana hiç?-
Başka isimleri söylersin; ama ben seninkini söyleyemem hiç.
Başka isimlerin sahipleri de söyler ismini,
Ben hiç söyleyemem; çünkü içim acır.
Ve kimse söylemez benim ismimi.
-Bir kere daha sen söyler misin?-
Benden başka olan her şeye karışabilirsin sen,
Benliklerini yitiren kültürler gibi olursun.
Karışık bir dil olursun bensiz. -Daha çok, ben sensiz!-
Öylesine koparsın ki içinde ben olan her şeyden;
Ama ben içinde sen olan hiçbir şeyden kopamazken.
Başka hayatlar, aşklar ezberlersin; ama ben ezberleyemem.
Ezberinden silersin beni, ben silemem.
Ezberimi bozarsın sen benim; ben bozamam.
Ben sana dokunmam; ama sen bana dokunursun.
Mide bulantısı, uykusuzluk ve karın ağrısı yaparsın o ilaçlar gibi;
Ama ben sana bir şey yapamam.
-Yapabilir miyim?-
Ben hep sana yazarım; ama sen beni hep silersin.
Ben durduğum yerde dururken, sen durmazsın.
Hep en uzağımda olursun baktığımda,
Yüzümü her sana çevirdiğimde daha uzak.
Ben hep kızarım sana; sen bana kızmazsın bile.
Ben hep söz veririm kendime ama; sen sözümü bile etmezsin.
-Yoksa içinden eder misin?-
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)