Şşşttt yaklaş biraz, sana bir şey anlatacağım.
N'aber günlükcan? Aslında biraz dinlenmeye çekilir gibi oldum, sonra olamadım. Aslında hâlâ yazabileceğim en saçma şeylerim var sana. Geçen gün demiştim; ''Düşünsene, yazmak öyle bir şey ki! Hiç sonu yok bunun. Bitmeyecek kelimeler, yazacaksın yazacaksın yazacaksın.'' Sonra belki kendini çokca tekrar edeceksin, aynı anlamlı cümleleri farklı kelimelerle anlatacaksın defalarca; ama sonuç itibarıyla rahatlayacaksın. Pragmatik bir kafayla düşünüyorum, maksimum fayda, maksimum haz. Yani bir önceki yazıda sorduğum sorunun cevabı şudur ki; yaşamak için yazıyorum. Bir kısım insanlar var ki deli deli yazar. (Buradaki deli deli, çok feci iyi, çok feci soyut ve bir kadar dehşet vs anlamında) Bense şairin dediği gibi 'delirmemek için yazıyorum.' Bazı anlarda gerçek anlamıyla delirdiğim doğru; evet genelde sağlam bir kafa yapısına hakim olamıyorum. Gençliğime ve körpecikliğime verelim. Bence daha çok büyüyeceğim çok.
Evdeki son, bu geceki ikinci kahveyi içiyor olmam ve saatin bir hayli geç olması en ufak umurumda değil. Muhtemelen sabah erken kalkmam gerekirken kalkamayacağım belki de kalkmam gereken saate kadar hiç uyuyamayacağım da önemli değil. Çünkü gün boyu aradığım 'huzur'a an itibarıyla kavuşmuş bulunmaktayım. Şirret ruh halinden çıkıp, gayet keyifle müzik dinleyen; şekersiz kahvesini içip sağa sola bakınan ve 'vakit öldürmek' deyimini tam anlamıyla hakkını veren saatler yaşıyorum.
Aklımın en zehir gibi çalıştığı anlar direkt geceye tekabül ediyor, aslında daha çok yalnızlığa. Hatta sessizliğe, sakinliğe. Yaşadığı her şeyden bir şeyler öğrenir ya insan, aslında her yaşından. Mesela ben son 3-4 aydır 'sakinliğin' nasıl mükemmel bir şey olduğunu öğrendim. Önceleri sinir bozan bu hal, artık alışkanlığa dönüştüğünden sanırım kişilik özelliklerime de işlemiş duruma geliyor. Evet önceden de severdim belki ama bu kadar değil sanırım. Şimdi etrafımda çok insan olduğunda rahatsız olan birisi olma kıvamına geldim. ''Ay eve gitsem de sakin sakin bir şeyler yapsam ne süper olur'' diye dahi düşünebilir oldum. Fırtınasız hayatı sevdim ben. Sırf can sıkıntısından kendi kendime fırtınalar yaratmayı sevdim, sonrasında 'Of ne salaksın Zerrin, her şey zaten mükemmel!' diye pişman olmayı bile sevdim.
Yukarıda dedim ya hani ''yaşadığı her şeyden bir şeyler öğrenir ya insan, aslında her yaşından'' ben de bu yaşımdan öğrendim mesela. O an benim için muazzam bir dönüm noktasıydı, o anda fark edemedim belki ama sonra eve gelip düşündüğümde anladım ki ben o günü hiç ama hiç unutmayacağım...9 Mayıs 2010!
21 yaş önemliydi. Ne 16 kadar cahil ve umursamaz, ne 18 kadar şaşkın ne de 20 kadar muallak. Bir kere çok gerçek bir rakammış gibiydi, 21 dediğim an kendime inanıyordum. Büyümek demek değildi, o olaya karşı acayip bir itilmem söz konusu. 21 demek kendini anlamaktı, kendini tamamlamaktı. Ama bu asla 'her şeyi öğrendim' tamamlaması değildi, aksine öğrenecek daha çok şey olduğunu kabul edip; her şeye kendini hazırlamaktı.
21'deydim. Belki bir şeylere başlamak için geç kalınmış bir yaştı, yaşıtlarıma göre. Ama umursamadım; çünkü hâlâ yaşıyordum, sağlıklıydım, ailem yanımdaydı. Bu üç şart tamamen sağlandığı anda beni hiçbir şey tutamazdı aslında. Her şeyi ama her şeyi yapabilecek potansiyel vardı içimde. Sonra bir de planlar vardı geleceğe dair, plan yapmak önemliydi. Hayal kurmak, o hayale inanmak ve o hayal için uğraşmak güzeldi.
21 yaşındaydım kendimi tamamladığıma inandığımda. Sarhoştum belki, ama tamamdım ben artık. Terk edilmiştim aylar önce; ama bu bana iyi gelmişti. Zaten kriz durumlarından pay çıkarabilme özelliğini edindiyseniz, tamamdır. Daha ömür billah sırtınız yere gelmez. Belki çok dibe batmıştım, çünkü en dibe batmak gerekiyordu kimi zaman. İşte o dibe batışın ardından canım acımaz oldu; o anda anladım ki evet aşksal evrimimi tamamladım ben. Aslında terk edeni aştım; aylar sürdü belki ama aşabildim, kabullendim ve kendime her baktığımda o'nu görmeyi bırakıp, esas görmem gerekeni yani ''kendimi'' görmeyi başardım. Kendimi gördüğümde başka bir şey daha gördüm, belki yeni bir felsefeydi benim için. Bu zamana kadar, sanki içimde çok büyük eksik varmış gibi başkalarının beni tamamlamasını bekledim. Onlarla tamamlamaya çalıştım kendimi. Onları da tamamlamaya çalışırken aslında eksildim kendimden. Şöyle bir geriye dönüp bakarsam eğer, bi' hayli eksildim. Kendi tamlığımı göremedim, karşıdakine odaklanmaktan. Ama artık değişen çok büyük bir şey vardı: ben kimse beni tamamlamadıkça da kendimi tam, huzurlu, güvenli, dingin hissedebiliyordum. Birinin beni tamamlamasına ihtiyacım yoktu. Bir tür teselli değildi bu, o günden sonra çok düşündüm; uzun uzun düşündüm ve uzun uzun konuştum bu konuyla ilgili birkaç insanla. Sonraki günler de farklı oldu benim için, eskiden uyandığım gibi buruk uyanmadım mesela. Kalbim kırık değildi artık, bunu göremeyecek kadar da uzak değildim kendime.
Klasik taktiğimdir benim, kendi kendime bi' şeyi sorgularken ''Nedir?'' diye sormak yerine ''Ne değildir?'' diye sorarak başlarım. Mesela artık aşk benim sorgu sonuçlarıma göre, kendi özünden koparcasına başka bir insana bürünmek değildir. ''Bir elmanın iki yarısı olmak'' geyiği de değildir, evet yine de bakınca bir bütün görülürsün; ama aynı poşetin içindeki iki farklı elma olmak gereklidir. Eğer bütünlükse görülmek istenen, poşete bakıldığında da pek tabi bir bütün görüş sağlanabilir. 'Bir poşetin içindeki elmalar' da bir bütünlük ifade eder. Aynı yerde olan iki farklı elma. Birisi yeşil, birisi kırmızı belki. Sonra bir gün poşet yırtılıp, bir elma düşerse yere, poşetin içinde sağlam bir elma kalacaktır. Ayrıca ikiye ayrılmış elma, zaman sonra kararmaya başlar... Bu asla 'güvenmemek' anlamına gelmeyecek elbette; ama en azından o gittiğinde sana kalacak bir 'Sen' olmalı geride.