24 Haziran 2010
Hepimiz çok mutsuzuz.
Uzun zamandır her şeyden çok çabuk huzursuz oluyorum. Zaten diğer insanlar gibi olmayan keyfim en ufak bir şeyde dibe vurabiliyor. Sadece duruyorum o anlarda, bir şeyleri anlatabilmek, açıklayabilmek, belki aptal bir hayat kavgasına tutuşmak şöyle dursun hiçbir şey yapmaksızın öylece kırgınca durmak bir köşede...Bu bile sarsıyor. İnsanlar sesli konuşmasın, birbirine bağırmasın, kimsenin kimseye kendini anlatmak gibi bir derdi olmasın mesela, olduğu gibi yaşansın her şey. İçine sokulduğumuz 'iyi-kötü-çirkin' kalıplarından kendini hep 'iyi' göstermek gibi bir çabamız olmasın artık. Nedendir bu mükemmellik hevesi ve mükemmeli arama? Bazen ciddi anlamda kötü ve hiç olmak iyidir.
Yanımda birbirine bağıran, kızan insanlar olduğunda oradan hızla kaçasım geliyor. Bazı bazı gidemiyorum, çünkü genelde insanların hep bir şeyler söyleyesi geliyor. Ve benim de onları dinlemem gerekiyor. Karşındaki insanı dinlemenin, dinlenilen insan açısından ne kadar iyi ve mutlu bir şey olduğunu kimsenin beni doğru dürütst dinlemediğini fark ettiğimde anladım.Onca huysuz muhabbete odaklanıp samimiyetle dinleyişim bundan. Çünkü herkesin mutlaka çok üzüldüğü, yaralandığı bir hikayesi var. Bu hikayeleri dinleyecek insanlar bulmalı ve tüm zehirini onlara da salmalı. Ben artık duyduğum hiçbir hikayeye şaşırmıyorum, ''Vah vah canım başına neler gelmiş üzülme geçer'' demiyorum. Çünkü üzülsün ve çünkü geçmeyecek. Geçermiş gibi yapacak her zaman; ama çok ince bir çatlak bulduğunda yine kırılacak aynı yerden. Bunu onlara söyleyemiyorum, sadece dinleyebiliyorum. Evet, içim şişiyor dinlerken. O anlarda daha çok gözlerimi kapatıp, kimsenin bana bir şey anlatmadığı veya kimseyi anlamak zorunda olmadığım bir yerlerde olmak iyi gelecekken ben yine de dinliyorum. Daha önce milyon kez aynı hikayeyi dinlemişken ve aslında sadece kahramanlar değişmiş tepkiler bile aynıyken.
Şu sıra, fazla konuşamıyorum. Belki daha çok kırıldığım ve inatla insanların beni kırmaya devam ettiğinden olsa gerek aynı konuşamama haliyle tepkilerim çok belirsiz oluyor. 'Ne olacaksa olsun' halim beni ürkütse de, sanırım birileri ne yaparsa yapsın yine tepki vermeyecek sadece 'Peki.' deyip geçecek kafadayım. Bazen bir şeylere kendini ve halini anlatmak yerine, acizce durmak herkes için en iyisi olacaktır. Lakin durum şu ki, ne çemkirecek ne de ''Beni çok kırdın, çok üzgünüm ve canım çok acıyor senin yüzünden'' diyebilecek bir haldeyim.
Bazen öylece durmak iyidir. Tüm her şeyi karşındakinin 'vicdan'ına bırakmak da. Öyle bir andır ki bu, ne çekip kollarına sarsa sevse mutlu eder ne de tek bir cümle ile ruhunu öldürse üzebilir.
Hadi durma, daha çok vur bana sağlı sollu. Hissetmiyorum.
21 Haziran 2010
Okurcan ve Okurgül'e Sesleniş #3
Ve merhaba ben.
Çok ama çok kritik bir ay, malumunuz LYS'ler ardı ardına hayatlarımıza sille tokat girişmekte, yetmemekte sıcaklar bastırmakta. Çok acı acı bastırmakta, günlük duş sayısı 3'ye 4'e varabilmekte. Vantilatör ve klimalarla yaşanan tutkulu aşklaşmalarla bel, boyun, sırt ağrılarına sebep olurken hepimizin ağızlarından şu cümüller dökülmekte ''Haziran'da böyle sıcaksa Ağustos ve Temmuz'da napcaz biz yaa!'' Şahsen ben günde en az iki kere sayıklıyorum bunu. Her ne kadar yağmuru eksik olmayan bir coğrafyada yaşıyor olsam da, her gün akşam saatlerinde kocaman kocaman yağmur taneli sağnak yağışlarım olsa da acayip sıcak. Buna rağmen sıcak. Yağmura rağmen yine de sıcak. Çok sıcak demiş miydim?
Bu ayki seslenişim, hayatlarımızın çok içinde olan bi' şeyden yine: Para! Hayır ''Parayla saadet olmaz'' mavraları yapmayacağım. 21. yy'da hâlâ bu kafada olan insanlarımız varsa hepsine sağ elimi sallıyor, uzaktan öpücük atıp Seda Sayanvari avcumu üfleyerek gönderiyorum öpücüğümü. Mevzu bahisimiz Türk liramızdan büssürüüü sıfır atıldıktan sonra, kağıt paraların küçülmesi bundan sebep çok fazla kaybolması ve 5tl ile 50tl'nin renk olarak birbirine çok benzemesinden kelli sürekli karıştırılması ve bununla beraber gelişen olaylar...
Geçtiğimiz günlerde gayet yeni uyanmış, saçma sapan bir dalgınlıkla süpermarkete girdim. Alacaklarımı aldım, kasaya geldim. Kasiyer kızdan ölesiye nefret ediyorum; ama en yakın market o olduğundan başka markete gitmeye de çok üşeniyorum. Çünkü kız çok uyuşuk, öyle böyle bir uyuşukluk değil. O barkottan bir şeyleri geçirip, para üstü verirken bana fenalık üstüne fenalık geliyor. Elimde poşetle, geçirsin de doldurayım diye bekliyorum. Haspamda bir slovmoğşın edası, eline aldığı her ürün çok kutsalmış gibi narin narin tutuşlar... Hele şükür aldıklarımın hepsini geçirip ''6 tl 50 krş'' dedi, cüzdanımdan çıkarıp 50 tl verdim. Para üstünü vermesini bekliyorum. Bir yandan da aldıklarımın sonuncularını koyuyorum, gözüm bisküviye takılıyor son kullanma tarihine bakıyorum. Kız öylece ayakta duruyor, durduğunu görüyorum. Aslında şu anda para üstü sayması gerek. 'Ne duruyosun bee!!' der gibi şiddetle başımı kaldırdığımda ''1.5 tlniz var mı?'' dedi, ''Yok'' dedim sert ve sevimsiz biçimde. ''İyi o halde sonra verirsiniz'' dedi, ''Nasıı yaa, neden sonra veriyorum 50 tl verdim ben'' dedim ''Hayır 5tl verdiniz'' diye cevap verince sinirlendim ''Ben 50 tl verdim!!!'' diye çemkirir modda yineledim ve o anda kızın elinde duran 5 tlye aklım zoom yaptı. Hemen cüzdanımı çıkarıp içindeki 50tlyi görünce, direkt utanıp yavşamaya ve şuursuzca gülmeye başladım. Sonra kız da gülmeye başladı, ''Eheheh mehehe ya bu paralar çok benziyo birbirine'' diye sevimlilik yaptım. ''Ayyy evet, ben de geçen gün 5 tl diye birisine 50 tl vermişim. Geri getirdi sağolsun'' dedi. Gülmemi kesip ''Ayyy sen gerçekten de salakmışsın'' diyeceğim tutarken az önce benim de 50 tl yerine 5 tl verdiğim aklıma gelince vazgeçtim. Neticesinde aynı şey. Acayip utandım, zaten kıza da sinir oluyorum. Bu olaydan dolayı, artık birbirimize gülümsemek zorunda kalacak gibiyiz. Gülümsemeli iletişim kurduk bi' kere.
Velhasılı bu paralar birbirine çok benziyor dikkat etmek gerekli, sonra böyle sağa sola komedi oluyorsun. ''İnsanlık hali şaşırabilirim bla bla bla''sı yapmak istemiyorum, sevmem ben öyle şeyleri. Bariz dalgınlığıma kurban gittim, bir de yok yere sevimlilik yaptım salaklığımı ört pas etmek için. Bu zamana kadar olan kıza karşı oluşturduğum tüm karizmam yerle bir oldu. Hatta yan kasada olan kız bile güldü bana, çok komik bir şey sanki. Aman ne güldük ne güldük. Of çok sinirlendim yine, hep güldüler bana ühühühü. Tamam daha gülmesinler, allah belalarını versin yaa! :(
Şimdi bir de geçen gün para küçük diye 20 tl kaybettiğimi söylesem?
Paralar büyüsün ya!
20 Haziran 2010
Sınav biter hoş biter.
Uyanış-Varış
Gece uyuyamadım, yatağın içinde keskin 360 derece dönüşlerle dellendim durdum. Sınavı düşünmemek için sınavdan sonra neler yapacağımı düşündüm. Yeni projeler mesela, sabah aklıma gelince "Belki olmaz ama olsun" desem de uyumuşum. "Hangi ara uyuduğumu bilmiyorum" hissi var ya, uyandığında ''Anaaa uyumuşum da uyanmışım bile'' dersin, salak bi' şaşkınlık olur. Öyle oldu. Önceki sınavlarda (ki bilmeyenler için bu 3. oluyor) heyecandan uyandığım anda bir daha uyku hissi olmuyordu. Ama bu defa "Yatıp uyusam yea kim gidecek şimdi sınava" gibi bir düşünce geçti, şaşırdım. Bu benim çok da heyecanlı olmadığımı gösteriyordu. Tahmin ettiğim gibi de deli heyecana sahip değildim. Dün sabah kalkıp nasıl kahvaltı ettiysem öyle kahvaltı ettim. Tek fark içim bunalıyordu ve erken kalkmıştım ne olur ne olmaz diye. Annem enfes bir kahvaltı hazırlamış, tam tadında da çayı demlemiş. Kahvaltıdan sonra müzik dinleyip bir tane daha çay içerken uyuşuk uyuşuk oyun falan oynadım, sonra da giyinip çıktım. Sınavlarıma annemin ve babamın gelmesini istememek gibi bir huyum var. Onlar gelince benim aklım onlarda kalıyor. Dışarıda bekliyorlar, n'apıyorlar acaba, ayy çabuk çıksam da çok beklemeseler diye telaş yapıyorum. Bu sebepten de gelmelerine kesinlikle karşı çıkıyorum.
YÖK yine hayvanlığını kanıtlayıp beni uzak bir okula yerleştirdiğinden önce dolmuşa bineceğim durağa gitmek için başka bir dolmuşa binmem gerek. Yürünse de olur ama üşeniyorum. Ben tam ilk dolmuşuma binecekken adamın birisi hoop biniyor dolmuşa tek kişilik yeri kapıyor. Sap gibi kalıp şaşkınlık içinde bakıyorum, bir sinir bir sinir. Halbuki orada 5-6 dkdır dolmuşu bekleyen benim ve geldiğinde de oradaydım. İnsan demez mi hiç ''Hanımefendi siz bekliyordunuz zaten buyrunuz'' diye. Demedi tabii. Sonra dolmuş geldi, binecekken aşırı kilolu bir kadın kıçını kaldırıp yol vermedi diye oturacağım yerde ezildim büzüldüm. O da haklı, öylesine devasa bir bedeni hareket ettirmek zor olsa gerek diye düşünüp sinirlenmedim. Dolmuşçu bütün para verdim diye söylenir gibi oldu, parayı artistlik yaparak koydu yerine, keşke daha bütün para verseydim de daha çok sinir etseydim diye düşündüm. Asıl dolmuşa bineceğim yere gelince az daha fenalık geçirecektim, çünkü acaaayip bi' sıra vardı. İşte o an dedim ki, keşke babam götürseydi. Beklemeye başladım. Bir sigara yaktım saat 09:05. Sonradan anladım ki o kalabalık sıra fakülte içinmiş. Ben bir diğer yere gitmek için gelen ilk dolmuşa binerken, orada bekleyenlere üzüntü içinde baktım. Bir sigara içimlik süre kadar beklemedim ama orada olanların yetişmiş olması mucize, bir hayli de trafik vardı.
Yanım boştu, biraz ilerledikten sonra kadının birisi bindi. Sabahın o saatinde hele de pazar günü ne işi var bilmiyorum da acayip derecede parfüm sıkmıştı. Cam kenarında oturmama rağmen pencere açılmıyordu ve kadının parfümünden nefes alamadım. Ki bu benim ezelden rahatsızlığımdır, bazı parfümler yoğun olunca nefesim kesiliyor kısmen astlım krizi gibi bir şey oluyor. Yerimi değişsem diye baktım başka yer yoktu. Bir de koku o kadar iğrenç bir şeydi ki, midem bulandı ve kusmakla kusmamak arasında kalır ya insan, çene gerilir tek bir atakta kusarcaksındır. Mide bulantısı da pis bir şeydir, ter basar aniden insana. Sonra hemen şöforün arkasında oturduğumdan eğilip ''Ya kapıyı açar mısınız epey sıcak oldu'' dedim, biraz hava aldık kapattı. İnip başka dolmuşa binsem mi diye düşündüm o derece rahatsız oldum; ama başka bir boş dolmuş bulamama ihtimalim vardı. Sineye çektim. Ne var yani sıkıyorsun o kadar parfüm, çok açık ve net söylüyorum: Allah belanı versin!
Sınav salonu no:3, sıra:2
Sınıfa en son ben girdim. Sıram bomboş, en ön tarafta beni bekliyordu. Oturup, eşyalarımı çıkardım. 2 uçlu kalem, 1 uç, 1 kurşun kalem, 2 silgi, 1 açacak, 1 olips tropikal şeker, 1 albeni çikolata, 1 su, 1 selpak peçete, kimliğim, belgem ve en sonunda kolumdaki saati çıkarıp koydum. O kadar tedariğe rağmen sınavda 1 kere bile ucum kırılmadı. Onları yerleştirirken şöyle bir etrafıma bakıp, kendime güldüm. Çünkü kimsenin sırasının üstü benim kadar kalabalık değildi, nasıl bir paranoyak olmacaysa bendeki. Kitapçıklar dağıtılırken bir heyecan bastı. Dua falan etmeye başladım. TC kimlik no'm ezberimde olmasına rağmen, yazamadım bakamadan. Sınav gözetmeni esnaf tipli amcanın kolunda saati yoktu. Yan taraftaki kızın saati 10'a 3 vardı, benim saatim de 10'u 5 geçiyordu. Önce kızın saatine sonra benimkine baktı. Sonra benim saatimi sıranın üstünden alıp ayarladı ve gülümsedi ''Böyle yapalım da senin için'' dedi. Sinirlendim, belki benim saatim doğru ne biliyosun yani. Hayret bir şeysin yaa diye içimden söyledim. ''Başlayabilirsiniz arkadaşlar, başarılar'' diye bi' ses geldi arka taraftan. Sıram acayip rahatsızdı, oturakla masa bütündü ve arası fazla açıktı. Malum benim de boyum minik olduğundan aradaki mesafe çok geldi. Sonra sorulara daldığımda unuttum zaten.
1.Bölüm: Tarih aslında kolay bir derstir, ezberleyene...
Ezber ve çağrışım gücü. Acayip önemli bir faktör. Ayrıca yorumlama kabiliyeti. Tarih sorularının bilgi ağırlığı %75, yorumsa %25'di. Aslında bilgi ölçmek bakımından soracakları çok esaslı sorular olmasına rağmen, öyle zorlayan ve kasan pek bi soru yoktu. Sadece ''Oha bu ne!!!'' diye beynime şimşek çaktıran 2 soru oldu, boş bıraktım. 1 soruyu da emin olmadığım için boş bıraktım. 60 dakika fazlasıyla yetti. Evde çözdüğüm denemelerde 44 soruyu 16 dakika gibi kısa bir sürede çözebiliyordum. 3 boş ve 41 tane işaretlediğim soru kitapçığını 3 defa gezindim. Tüm soruları 3 defa okudum. Emin olamadığım 2-3 soru olsa da 30'un üzerinde net bekliyorum, çok rahat biçimde. Fazla da olabilir. Sonuç itibarıyla Tarih hiç beklediğim kadar zor değildi. Hatta biraz sinirlendim, keşke daha çok ezber gerektiren soru sordaydınız. O kadar ezberi boşuna mı yaptım? Aklımın içinde savaşlar, antlaşmalar geçerken Osmanlı devletinden babalar gibi gelebilecek zor sorular varken ve ben onların hepsini su gibi içmişken, sorsaydılar keşke.
2.Bölüm: Pardon Coğrafya-2 dediniz ama, bu Coğrafya-2 değil ki?
Coğrafya 2 dediğimiz bölümde, Ülkeler Coğrafyası kısmı da var. Aynı zamanda Türkiye Coğrafyası da. Toplamda 16 soru ve 25 dakika. Ülkeler Coğrafyası'ndan sadece 1 soru çıktı. Ve ben yaklaşık 7 ülkeyi, ince ince ezberlemiştim. Coğrafya-2 dediğin kazık Ülkeler Coğrafyası sorusu barındırmalı. Türkiye Coğrafyası kısmı da çok kolaydı. Süreyi yetiremedim neden öyle oldu bilmiyorum ama son 5 dakika dediğinde ben optiğime ancak işaretliyordum. Yani geriye dönüp, sorulara ve cevaplarıma tekrar bakamadım. Ama hepsini emin işaretledim. Boş soru bırakmadım, full net çıkarma ihtimalim var.
3.Bölüm: Mantık mantık dersi diye nicesine sarıldım, benim sadık yarim sosyoloji!
Kesinlikle sınavın en rezil, en berbat kısmı 'Mantık' sorularıydı. Mantık konularını fazla küçümsemek gibi bir hata yapıp, çok fazla çalışmamıştım açıkcası. Ama adamlar sanki Tarih ve Coğrafya'nın hıncını Mantık sorularından çıkarmışlar. Sembolik Mantık dediğimiz o lanet, sevimsiz ve o anlamsız kısımdan 4 soru gelerek beni tepe taklak etti. Toplamda mantıktan 10 soru geliyordu, 2 tane boş bıraktım. Sembolik mantık kısmında da 2 soru salladım. Diğer sorulardan da sanırım 4 tanesi kesin doğrudur diyebilirim. Öyle saçma sapan bir kısımdı. Ne yaptığımdan bir şey anladım ne okuduğumdan. Bir de yöntem olarak, hep son kitapçığa -yani sosyoloji, psikoloji, mantık kitapçığı- geldiğimde geriden başlayarak önce mantık soruları çözerim. Lakin mantıktaki bu karmaşadan dolayı, canım sıkıldığından sosyoloji ve psikoloji sorularınında bir hayli mantıksız oluşundan, artık yorulmuş olduğumdan psikoloji ve sosyolojide normalde gösterdiğim performanstan daha düşük bir şeyler yapmış olabilirim. 30 soru 45 dakikaydı ve ben mantıktan dolayı süremi yine yetiremedim. Sosyoloji ve psikoloji paragrafları anlamsızca uzun, çıkarım yapmak zordu. Ya da beynim ambele olduğundan ben bir sonuç çıkaramıyordum. Bir ara olduğu gibi bıraktım, kitapçığı falan kapattım. Su içtim, çikolata yedim. Kafamı toplamaya çalıştım, ama gözetmen son 15 dakika dediğinde ben daha psikoloji kısmını tam bitirememiş optiğime de işaretlememiştim. Acele ile kalanları okudum, yaptım. Soruları ve cevaplarımı da optiğe geçirirken göz ucuyla kontrol edebildim. Belki sakin halde bir defa daha kontrol edebilseydim çok iyi olacaktı. Bu bölümden çok iyi bir şeyler bekleyemiyorum. Normal net sayımın çok çok altında olacağından da eminim. N'apalım, sağlık olsun.
Geri dönüş- ''Ben neredeyim?'' karmaşası.
Daha önce hiçbir sınavda sonuna kadar kalmamıştım. ''Sınav bitmiştir arkadaşlar'' kelimesini duymamıştım. Aşağıya indiğimde, kapının önü velilerle doluydu. Kalabalığı geçtim, babamlar süpriz yapıp gelmemişlerdi bu defa. Önceki sınavda, daha çok salak olmuş biçimde çıkmıştım ve karşımda babamı gördüğümde acayip sevinmiştim. Her ne kadar 'gelmeyin yaa' falan desem de, sınavdan çıktığında karşında birilerini görmek iyi oluyor. Sınavdan çıktım ama, içim nasıl patlıyor. Bir şey rahatsız ediyor beni, içim acayip bunalmış bir haldeydim. Hani oturup ağlasam yeriydi, gözlerim de anlamsızca dolu doluydu. Sınav iyi mi geçti kötü mü geçti kestiremiyordum, ''oh beee geçti bitti'' rahatlığı da gelmemişti henüz içime. Okuldan çıktım, yürüyorum ama nerede olduğumu, nereye yürüdüğümü, eve gitmek için nereden dolmuşa bineceğimi unutmuş haldeydim. Zaten de ters tarafa yürümüşüm salak gibi. Aklım aniden başıma gelince ''Bi dakka nereye gidiyorum ben yaa??!!'' diye afalladım, sonra doğru istikamete döndüm. Dolmuşta insanlar sınav hakkında konuşuyordu ve ben arka tarafımda konuşanlardan Tarihten 1 sorumun yanlış olduğunu duydum. Moralim de bozuldu haliyle. Sonra dolmuştan inip, beni evimde götürecek o kutsal dolmuşa bindim. Hâlâ içim rahatlamamıştı, eve hoplaya zıplaya geleceğim sanıyordum ama; eve girsem de ağlamaya başlasam ve rahatlasam diye acele ettim. Annem ve babam kapıda karşılarken ve ayakkabılarımın bağcıklarını çözmeye çalışırken gözlerimden çipil çipil yaşlar akmaya başladı. Böyle durumlarda ayakkabı bağcıkları da asla ve asla çözülmez uğraştırır, bi' ton da ona sinirlendim. Geçen yıl sınava girdiğimde, eve ağlayarak hatta böğürerek girmiştim. Çok kötü geçmişti çünkü, babam da çok kızmıştı bana. ''Bunun için mi ağlıyorsun böyle birisi ölmüş gibi, yeniden girersin dünyanın sonu mu?! Senden değerli mi!!'' diye sinir yapmıştı. Ben de daha çok ağlamıştım, kızdı bana diye. Yine bu sebepten dolayı bir tartışma yaşanmasın diye, tuttum içimde böğürmemi. Öptüm sarıldım, babalar gününü kutladım. O da ''Geçmiş olsun. Nasıldı?'' dedi, ''Bilmiyorum'' dedim. O anda gerçekten de bilmiyordum, ancak uyudum uyandım öyle kritik yapabiliyorum. Babam her sınav sonrasında klasik laflarını da söyleyerek bana gerçekten sınavın bitmiş olduğuna inandırdı. ''Hayatta sınavdan önemli şeyler de var, 35 yaşına kadar girersin. Senden önemli değil, sıkma canını. İstediğin yer olana kadar denersin'' gibi rahatlatmaya yönelik ufak bir nutuk attı. Acayip ağlamak geldi içimden, kızar diye de ağlayamadım.
Uykuya gömdüm kendimi, bir ara uyandım acayip yağmur yağıyordu. Uyku sersemi çok şiddetli olduğunu hatırlıyorum. Keşke uyanık olup, görseydim yağmuru yaa dedim. Ama o şiddetli yağmurda uyumak da iyi geldi. Sonra telefon konuşmaları, ''Nasıl geçti'' sorularına verilen ''Hayırlısı olsun'' cevabı.
Hayırlısı olsun bakalım..
18 Haziran 2010
''Neyin beni beklediğini bilmemekteyim.''
-Gergindim acayip. Yatağa bağdaş kurdum, klasik müzik açtım. Durup kendi meditasyonlarımdan birisini yapıyorum ki kendisi çok saçmadır anlatmayacağım. Hava serinlemiş, yağmur fısıldıyor. Ortamda yağmur kokusu, sakinleşir gibiyim ''Her şey iyi olacak'' kafasında cesaretleniyorum. İyiyim, hoşum derken dışarıdan tok bir ses geliyor: ''Halı kenarlarına, battaniye kenarlarına itinayla overlok çekilir. Overlokçu.'' Sinirden aşağıya inip kendime overlok yaptırasım geliyor. Meditasyon, rahatlama falan hikaye. Hayatta bir gerçek varsa o da overloktur. 'İtina' ile yapılır üstelik, yabana atmayınız.
-İsmi 'Esra' olup da ''Esrarengiz'' diye mail hesabı alanların, mesincır iletilerinde esrarengiz yazanların koordinatlarını tek tek tespit edip, gece onlar uyurken bir çuvala koyup kaçırarak çok esrarengiz bir ormana bırakan gizli bir örgüt kursak ya?
-Bunaltı: Dizi müptelası annenin izlediği diziyi mutlaka ama mutlaka anlatma isteği ve anlatırken yaşaması. Ali kim? İlkay kim? Rauf kim? Noluyo beee!! Hayır kıramıyorsun da kadını öyle hevesli, heyecanlı, gözler pörtlemiş biçimde anlatırken. Dinleyip anlam vermeye çalışıyorsun. Olayları da tam bağlayamıyor birbirine, sezon finali şokundan kafası olmuş binbeşyüz zaar. Canımbenimya. Üzülmüş bi' de, kızın birisi intihar etti diye.
-Mutluluk: Sürekli yemek siparişi verdiğiniz dürümcünün adresinizi ezberlemesi. Adresi söylemeye başladıktan çok az bir kelime sonrasında 'Üçüncü kat di mi abla?' diye sözünü kesmesi. Başka türlü sözüm kesilse fena içerler tepki gösteririm de. Bu iyimiş meğersem.
-Feysbukta karışık albümlerin adını inatla 'Oradan buradan şuradan' koyanların gasp ve darp edilme ihtimali, yine aynı inatla 'Ortaya Karışık' adını verenlerden %43,2 daha çokmuş. (Kaynak: Kıçım Ansiklopedisi)
-İş için şehir dışında olan pek sevgili babamla telefonda konuşurken ''Babacım gelirken bana vuvuzela alsana oralarda vardır yeeaa'' dedim, ''Tünele giriyorum kızım sonra ararım'' dedi, suratıma kapattı. Geriye aradım, ''Ben şakacı değilim sen çok şakacısın ve ben vuvuzela istiyorum'' diyecektim. Açmadı telefonu. Mesaj atıp ''Bana vuvuzela almadan bu eve gelme'' diyesim geldi ama çok saygılıyımdır, demedim öyle bi' şey. Belki birazdan derim, hiiç emin değilim. Söz veremem.
-Şimdi hani Pazar günü o sınav var ya, ben de gireceğim bilmemkaçıncı defa. Hani o sınav var ya adı falan değişti, daha çok soru falan var. İşte o sınav var ya, o sınava tüküreyim ben!! Stres halinden kaşımın yanında sivilce çıktı, gözüm kadar. Saçlarım dökülüyor, saçma salak rüyalar görüyorum. Ben bir soru şıkkıymışım mesela, birileri beni yuvarlak içine alıyor. Artık telefonla, mesajla falan 'başarılar' dilenmeye başlandı. Yarın akşam yedi düvel akraba arar, artık her yıl aynı anları onlara yaşattığım için utanır oldum. İnsanlara beni aramak gibi bir misyon yüklüyorum her sene 'Başarılar canımcım, heyecan yapma bık bık bık' diye. Belki bu yıl kazansam bile, sırf alışkanlıklarından seneye bir daha arayacaklar 'Başarılar' dilemek için. Hayır o kadar iyi şey diliyorsunuz, başardığım yok. Başardığımı beğendiğim yok. Sorun sizin dileklerinizde mi yoksa benim her sınavda elimi ayağıma, ayağımı aklıma, aklımı heyecanıma karıştırdığımdan mı bilemedim? Söz veriyorum, bu yıl sırf bir dahaki yıl yine beni aramak durumunda kalmayasınız diye en boktan üniversite ve en boktan bölümleri dahi tercih edeceğim. Siz de kurtulun, ben de kurtulayım. Yaş oldu 21, artık oha ama di mi? O değil de, sınava gireceğim okul yine bi' hayli uzak, şehrin göbeğinde oturuyorum etrafımda vesaitisiz gidebileceğim 8-10 okul varken bana bunu yapıyorsun ya YÖK, yatacak yerin yok!!
Ben çürük bir düzeneğin üzerindeyim.
Neyin beni beklediğini bilmemekteyim.
Her yerde bilinmezlik var..''
12 Haziran 2010
6 gün kala.
Erken uyan. Kahvaltı et, iyisinden olsun. Sağa sola bakın. Ders çalış. Ya da canın istemiyorsa çalışma. Bugünün iyi olacağına inan. Saçlarınla uğraşma, hafta içi git kestir. Sevdiklerinle çılgıncasına vakit öldürmenin tam zamanı aslında. Gece kuzenini otogarda karşıla, sarıl dolu dolu. Tavlayı çok iyi bildiğini iddia etme, karşındaki er kişi acı biçimde yenebilir seni. Üzülme, tekneleri sev. Mavi turları. Kollarını açıp, sarıl önüne gelen her sevdiğine. Ama az iç. Gül ve güldür, o insanlar sana hep gülerler. Sen de onlarla birlikte hep gülersin. Canın istemiyorsa çalan telefona kızma, açma boş ver. Aramasını istediğin aramıyorsa da sonra çemkirirsin zaten, o anda moralini bozma. Az sigara iç. 'En salak espiriler' klasmanında açık ara fark at, sabah uyanınca neye güldüğünü unutacaksın; ama gül. Sabahın 7:30'unda kalkma, o ev senin değil ve herkes uyuyor. Herkes uyansın diye de evde gürültü yapma. Yanlışlıkla kapıları çarpmak, yere bir şeyler düşürmek çok ayıp. Dün gece annen ve baban seni hiç aramamış diye sinirlenme, sen artık büyüdün. Merak etmemiş olma ihtimalleri var mı diye düşünme, ''Artık beni sevmiyolar, beni merak etmiyolar ühühühüveğeğe'' deme. Saçmalama, salak salak olma. ''Güveniyorlar'' diye mutlu ol mesela. Belki aşk tazeliyorlardır hem?
Akşam eve dönüş güzeldir. Eve girerken ayran al. Sonra insanlara daha az trip at mesela. Hem kıramayıp, hem çok fena kırmaya kalkışmak kötüdür. Sonra üzülürsün, üzersin de belki. Uzun mesincır tartışmaları, bir yerden sonra bayar. Karşındaki insana 'uf sıkıldım bu konudan' diyebilirsen iyidir. Diyemezsen konuyu bulandır, o daha bir iyidir. Uyku gelecek diye bekleme, kimi zaman gelmez. Yatağa yattığında bile gelmez çünkü o anane uydurmasıdır. Ananeden kızına, kızından sana kalmıştır. Sen ve senin gibi insanlar, yatakta uyku beklerse kötü olur.
Şu yorganını atma artık üstünden. Havalar sıcaklasa bile, uyuyan insanın üstüne bilmem kaç kat kar yağar zaar. Güneş uyandığın ilk etapta sinir bozar, hâlâ ses tahammülsüzlüğün var. Kısık sesle müzik yatağa uzanmışken iyi gelir, annen süpriz yapmış patates kızartıyor olabilir. Bugünleri özleyeceğin sabahları düşünüp üzülebilirsin. Yine de evde ekmek yok diye anneye bağırma. Üzülmesin. Evin içinde o önde sen arkadasında öpmek için tur at. Şebeklik iyi iş yapar çünkü anne üzerinde.
Sınava 6 gün kaldı. Korkma, panik yapma. Notlarını eline alıp, birkaç gün daha ezber çalış. İyi gelir. Vakitli uyu, uyku düzenini bozma, B vitamini al, hafızanı diri tutmaya çalış. Annen 21 tane kuru üzüp sayıp sayıp verirse gülme, ye onu. Aklını karıştıracak insanlardan kaç, 6 gün kaldı ve çok iyi olacak. Korkacak bir şey yok. (Buna ben de çok inanmadım ama neyse. Eehe)
Sana bugün bir şarkı tuttum, bağırarak söyleyince keyifli oluyor.
09 Haziran 2010
Her civciv ölümü tadacak.
Neredeyse her çocuğun bir dönemine damgasını vuran en sevimli hayvanlardan birisidir civciv. Onlar ki, çarşıda pazarda kenarında delikleri olan bir kolinin içinde onlarca hoplayan zıplayan neşeli halleri -bu hâl neşe mi bir yere yığınlanmaktan dolayı bunalım mı bilemedim- ve sesleri ile hepimizin mutlaka ağlayarak istediği, kimimizin elde edemediği dostcanlardır. Ben çok ağlamıştım, bir türlü almamışlardı; ama mahallede en az üç kişinin bir civcivi mutlaka vardı. Ben de o civcivlere teyze, abla, cicianne falan olarak içimdeki bu civciv eksikliğini kapatıyordum. Şimdi ismini hatırlamadığım bir civciv vardı mahalleden Sümeyra diye bir arkadaşımın. Kardeşi Nesibe ile beraber bakıyorlardı ve artık civciv tavuktan hallice bir hale gelmişti. Evde besliyorlardı ve anneleri de çok seviyordu, bu sebepten çok kıskanıyordum onları. Civcivi de acayip seviyordum, beraber o minik tatlı şeyi parka falan götürüp gezdiriyorduk, yemek veriyorduk, oynuyorduk. O dönemlerde yine civcivi olan Sevilay diye başka bir kızın, civcivinin balkondan düşüp öldüğünü öğrendiğimizde kendi civcivimize gözümüz gibi bakmaya başladık. Lakin bir gün hangi akla hizmetse civcivi leğenin içine sokup, sabunlayıp köpükleyip yıkadık, o da birkaç gün sonra öldü.
Çok fazla üzülmüştük hepimiz, bahçemize onun için bir mezar kazıp gömmüştük. Sağdan soldan çiçek toplayıp gün aşırı mezarını süslüyorduk. Kendi aramızda mütevazı bi' cenaze töreni yapıp, dualar okuyup, ağlamıştık. Bir zaman sonra başka mahallelerden tanımadığımız ama iyi niyetli yaşıtlarımız civcivimizin mezarını ziyarete geliyordu, çiçek yaprak falan bırakıp dua edip gidiyordu. Kısa zamanda mezar, türbe ve yatır tadında bi' yer olmuştu. Acayip mistik ve karamsar havası vardı. Çok üzülmüştüm belki ama yine de hâlâ civciv istiyordum, anneme yine her gördüğümde ''Civciv alalım noloooorrr anneeeciğimm'' diye zırlardım. O da, ''Ölürse üzülüyorsun hayır almayacağım'' der almazdı; ama mutlaka başka bir şey alarak beni avuturdu. Aynı civciv krizlerimin denk geldiği dönemlerde 'sanal hayvan' çılgınlığı başlamıştı. Gidip babama en pahalı, en afili sanal hayvandan aldırmıştım. Annem de öldüğü zaman yine üzüleceğim kanaatinde olduğundan babamı azarlamıştı. Ben de araya girip ''Yaaa ama ölürse burada tuşu var yine canlandırırız kiiiii'' demiştim, buna rağmen ilk beslediğim köpek öldüğünde acayip üzülmüştüm.
Çoğu yaz anneanneme gönderilirdim ve acayip severdim orayı. Mükemmel bir bahçesi vardı. Bir sürü arkadaş, benim olmasa da kuzenlerimin bisikleti -çünkü çılgıncasına koruma içgüdüsü olan ebeveynlerim bana bisiklet de almıyordu-, sınırız meyve, aşırı anane ilgisi, bol mutluluk olan bambaşka bir yerdi orası benim için.. Sanal hayvanımla avutulduğum yazdan sonra hevesim geçmişti sanal hayvandan. Ertesi yaz uzunca bir süre ananeme bıraktılar beni. Bir gün ananemle pazara gittiğimizde o neşeli sesi duydum. ''Cik cik cik cik cik..'' Ananemin eteğinden çekiştirdiğim gibi sesin geldiği yöne gidip, kenarlarında delikler olan bir kolinin içinde onlarca üst üste binmiş acayip şeker civcivleri gördüğümde ''Ananeeeeeğğ civcivvv alalımmm nolooorrr'' diye aşka gelmiştim. O da ''Ama bizim bahçede çok kedi var, hemen yerler bunu yazık olur hayvancağıza'' demişti. ''Yaaa ama hiç ayrılmam ki ben başından korurum onu hep, alalım nolursun çok istiyorum ananeciiim'' diye diretince ananem tabii ki bir tanecik kızından olan bir tanecik torununu kıracak değildi. Kırmadı da, bir tane civciv aldık. O anın mutluluğunu çok net hatırlıyorum, yol boyunca civcivime ne isim vereceğimi düşünüyordum. Ananeme şu olur mu bu olur mu diye sorup duruyordum. Sonra isminin 'Civcik' olmasına karar vermiştim. Bahçeye gelip hemen kutudan çıkarıp ilgilenmeye başladım. Bir yandan da mahalleden en yakın arkadaşım olan ve üst katta oturan Derya'nın gelmesini bekliyordum, sağa sola koşturup sekerek ''Deryaaaaa, Deryaaaaa'' diye bağırıyordum sevinç içinde. Sonra Derya balkona çıktı, onunla konuşuyordum ''Bak ananem civciv aldı, bu ikimizin olsun hadi gel de oynayalım'' derken civciv o sıra arkamdaydı. Sonra Derya ''Kediiii!!!!'' diye bir çığlık attı, arkamı döndüğümde alçak kedi, hain kedi, pislik kedi benim civcivimi ağzının içine çoktan almış bi' de yaklaşık on metre ileri koşup geri dönüp bakıyordu. Olduğum yerde kalakaldım. Ne ardından koşabildim ne de bağırabildim. Sadece o kare aklımın içinde yıllarca yer etti kaldı. Kedi ve ağzında Civcik. Dalga geçer gibi yavaşça arkasını dönüp gitti, olduğum yere oturup dövünerek ağlamaya başladım. Derya da haykırarak ananemi çağırıyordu. Ananem gelip beni susturmaya çalıştıkça daha çok ağlıyordum, acayip üzülmüştüm ve kocaman kadını da üzmüştüm. Sonra ben o bahçeden nefret edip ''Eve gitçeeem been, babamı istiyorum beeen ühühühüveğeğe'' diye ağlamaya başladım. O akşam babam gelip beni almıştı. Eve döndüğümde de bir kaç gün daha üzülüp unuttum. Çocuk aklı işte... Belki de kedilerden bir türlü hoşlanamayışımın sebebi bu olabilir. Civcivimi yiyen o kedinin eşkâlini de asla unutmadım!
Ertesi yaz tekrar o bahçede geçti. Yine çocuk aklımla unuttum her şeyi. Derya ile psikopatça düğün kartı koleksiyonu işine girdik ve o yaz bahçenin bir kısmını yakmayı başararak bugüne enfes anılar bıraktık. (Bunlar başka bir yazı içeriği hehehe) Hâlâ bir araya geldiğimizde hiç bıkmadan, aynı karın ağrısı şiddetiyle bir daha bir daha gülüyoruz hepsine.. :)
R.I.P Civcik.