08 Ağustos 2010

Hiç ve Hiç.

Bomboş baktığımda korkmalıydın. Şimdi bana sessizce bir şeyler anlatmanın manası yok, çünkü duymuyor ve hissetmiyorum sesini, seni. Detone şarkılar gibi geliyorsun bana. Şimdi burada durup susalım; ama beraber susmayalım. Sen dışarıya çık. Bilmediğin bir otobüse bin ve bilmediğin bir yerde in. Geri dönüş yolunu unut ve sen gelene kadar ben taşınayım. Pencerelerimde ters yapıştırılmış kağıtları gör ve üzerinde 'Satılık' yazıyor olması şaşırtmasın seni.

Şimdi eğer yaptığım yemekleri yiyecek kimse yoksa ve ben sokak kedilerinden -hatta tüm kedilerden- pek hoşlanmamama rağmen kalan börekleri pencereden onlara atıyorsam bu benim suçum değil, yalnızlığındır. Oysa şimdi hep düşünüyorum, kedilerin bu işte bi' parmağı olabilir mi? Ve galiba boşuna nefret etmiyorumdur belki de? Bilmiyorum. Aslında bu saçma şeyi düşünerek efor da sarfetmek istemiyorum.

Gecenin üçünde hiç üşenmeden kalkıp, o sıcakta mutfağa girip un helvası yapıyorsam ve yaklaşık yarım saat unu ve yağı kavururken 'çırpma teli' dediğimiz şeyin aslında ne kadar ilginç bir şey olduğunu düşünerek vaktimi harcayabiliyorsam bunun suçlusu ben değilim. Sabaha karşı bir vakitte helvaları tabağa yerleştirdikten sonra ''Şimdi bunların hepsini kim yiyecek?'' diye sormaktan korkuyorsam, cevabının ''Hiç kimse'' olduğunu bilmemdendir. Ve aniden gözlerim dolup, saçma sapan bir fırtınaya yakalandıysam o cevabın sağlama istemeksizin çok doğru olmasındandır.

Özetle: aslında bu yazıda kocaman bir 'hiç' okudunuz.
Hiç ve hiç.
Böyle.