23 Eylül 2010
Sorun yok.
Çok şeyin değişeceğini, bir şeylere uyum sağlarken sancılarımın artacağını biliyordum. Yeni sancılarımın olacağını, insanların beni yorabileceğini ve çok daha fazlasını. Bugün ''Neden suratın asık?'' diye soranlara dolu dolu gözlerle bakıp ''Mutsuzum'' deyip gerisini getiremeyişim de aslında tüm bunların bilincinde olmamdan. Evet, bunlar zaten yaşanacaktı. Her şey normal seyrinde gidiyor ve bugün çok mutsuzum.
Kafam yerinde olmadığından sürekli kayboluyorum şehir içinde. Bugün kendimi çok alakasız bi' yerde buldum ve sabah derse yetişemedim. Öğleden sonra dersim boştu geri dönerken yine kayboldum, oturdum ağladım ben de. Evet, burası çok büyük bi' şehir değil belki ama çok fazla karışık ve iç içe geçmiş her şey. Çok sıkışık her yer ve birbirine fazla benziyor. Üstüne bir de ruh halime yapışıp kalmış mutsuzluk ve salaklık olunca, ne yediğim yemeğin bi' anlamı oluyor ne de güldüğüm, konuştuğum bi'şeylerin.
Biliyorum en çok üç ay içinde her yerini avcumun içi gibi öğreneceğim bu şehrin de. Düzenimi oturttuğumda, çoğu şeyimi rutine bağladığımda çok daha keyifli olacak. O sebeple sorun yok şimdilik; ama bugün çok mutsuzum yine de.
20 Eylül 2010
İlk güne not.
Aynı şarkıyı belki bugün otuz üçüncü kez dinliyorum. Hiç ağlamadım. Sanırım biraz hızlı alıştım. Sabah gülerek uyandık oda arkadaşlarımla. Akşam biraz dudaklarım titredi, sonra balkona başka bir kız gelip muhabbet etmeye başlayınca geçti. Ben hiç ağlamadım. Canım yanmadı. Ve galiba burayı sevdim, ben hiç ağlamadım. Kalbim kırılmadı henüz...
Okul ve sınıf tahmin ettiğimden de iyidi. Aslına bakarsan, kafamda belli bir portre çizmemiştim. İnsanların çok iyi, çok güler yüzlü ya da çok sıcak olmasını beklemedim. Önce nasıl davranmam gerektiğini çok düşündüm. Sabah çok yorgundum, saçım başım dağınıktı, çok da umurumda değildi. Yine de gördüğüm herkese gülümsedim. Gülümsediğim herkes bana gülümsedi. Sonra garip bir hava oldu. Aniden bir kaynaşma ve enteresan bir diyalog şekli oluştu. Hani olur ya ''Yıllardır tanıyormuşum gibi'' hissi. Sonra iki saatlik boşluğumuzda sürü halinde sahile indik. İnsanların isimlerini ezberlemeye çalıştım, önemlidir insan isimleri çünkü. Bir insanın kulağına en aşina gelen şey kendi ismidir. Sonra güldük bol bol, göbekten güldük hem de. Güzeldi, kalbim kırılmadı hiç. Ağlamadım hiç.
Sınıf son dersten çıkıp yemeğe gitti. Oda arkadaşlarım da yurda geçmişti, mesaj atmışlardı. Ben de iki saat sonra gelirim dedim ama önce gidip sürpriz yapayım dedim. Odadan girince hoş oldu, sevindik. Sonra dün dolabımı cok dağınık yerleştirdiğimden, yeniden dolabımı yerleştirdik. Akşam yemeğimizi yiyip çıkacaktık, Refiye Abla yediğim en güzel arpa şehriyeli pilavı yapmıştı. (Arpa şehriyeli pilav görünce aklıma kimse gelmedi. Önceden gelirdi. Şimdi buraya yazarken geldi. Bu iyi bir şey bence. Ehehe) Sonra kızlarla çıkıp odamız için çöp kovası, kapı askılığı ve vileda aldık. Ben bugün yolları biraz daha çok öğrendiğimden kaybolmadan yurda geldik. Yurdun en geniş odasına sahip olduğumuzdan dolayı ayrıca mutluyuz ehehe. Özellikle uyumlu oda arkadaşlarına denk gelebilmek çok önemliymiş, kaldı ki çok şükür hiçbir pürüz şimdilik yok. Hatta tatlı bi' huzurumuz var...Bu sabah saatlerimizin alarmı aynı anda çalmaya başladı, sonra uyandık ve gülmeye başladık. Kahkaha atarak uyanmak güzel ki! Sonra yatağa oturup üşüyorumm diye bağırdım, dişlerim titredi. Göz bandım hala gözümde, yataktan bacaklarımı sarkıtmış, saçlarım bi' hayli dağınık durum çok daha komikti bence. Uyanınca komik olabiliyorum ben. Çirkin ve komik.
Şimdi en boş günlerim biliyorum. Derslerim başladığında aşırı bir yoğunluk olacak. Birkaç gün dinlenmem gerek sanırım, yarın derslerimiz boş. Okula gitmiyorum. Odayı temizleyeceğim. Annemin kızıyım çünkü rahat duramam. :)
Sanırım 'ilk gün'e dair daha çok şey yazılabilirdi ama ilk günmüş gibi hissetmedim hiç. Diğer güzel günlerimden sadece birisiydi ve cidden güzeldi..'ilk gün' anılarına bi' not düşüldü...Gülümsendi ve uykuya dalındı...
15 Eylül 2010
"Dileğini tutmuş sayar sonsuzdan geri"
Sandığın kadar mutlu değilim. Kendi doğum günlerimde mutlu olmayı beceremem; ama başka insanların doğum günleri bana daha çok heyecan verir. O insanı tanıdığım için, o güne borcum varmış gibi hissederim hep. Kendi doğum günümde ise alacağım çok şey varmış da hiçbirisini alamamışım gibi buruk olurum nedense. Evet, ben de her zaman daha fazlasını isteyen insanoğlundan birisi olabiliyorum böyle zamanlarda. Alacak-verecek muhasebesinde hep açık çıkıyor ve sinirleniyorum. İyi olmanın ölçütü nedir bulamadım bi' türlü. 'Göreceli herhalde' deyip boşvermeye çalışıyorum...
Geçmiş yaştaki yaşanan her şeyin bir gecede olduğu gibi önüme serilmesi ürkütücü olabiliyor böyle doğum günlerinde. Özellikle, geçirdiğim koskoca 21 yılda sanırsam en kötü yaş olması gelen yaş konusunda da tedirgin ediyor. 'Bir yıllık kalkınma planı' yapamıyorum bu yıl, çünkü geçen yıllarda tutmadığını görmek yeterince tecrübe edindirdi. Evren, cidden ona itina ve sevgi ile gönderdiğim mesajları yanlış anlıyor. Vişne diyorum, elma çıkıyor. Elma yemeyi cidden sevmiyorum. Muhtemelen elma da beni sevmiyor. Bu da evrenin 'Haddini bil' deme şekli galiba.
Kalbim geçen yıldan daha çok kırık; ama idare edebiliyorum (sanırım). Bu yaşımda geçen yıldan ve önceki tüm yıllardan daha fazla şey yapmam gerek. 3 gün sonra gideceğim, bilmediğim yeni bir şehir; yeni insanlar, beni inciltecek yeni insanlar, beni mutlu edecek yeni insanlar, beni şaşırtacak yeni insanlar...İnsanlar ve yeni. Ben ve yeni. Yeni bi' düzenin içinde ben ve insanlar. Yeninin heyecan vermesi değil bu defa, yeninin çok fazla düşündürmesi ve ara ara ürkütmesi. İnsanları seviyorum, insanları bazen sevemiyorum; ama en çok kendimi seviyorum. Kimi zaman bencilce seviyorum kendimi, başka insanları da sevmemin nedeni kendimi mutlu ettiklerinden. Onlara sarıldığımda, ellerini tuttuklarımda, omuzlarına yattığımda kendimi mutlu hissetmemden. Bu sebepten dünyanın en şanslı insanıyım ben. İşte o 'insanları' düşündüğümde kesinlikle daha çekilebilir bir akla sahip oluyorum. Salt sevgi ile ayakta durabiliyorum. Kendimi severek, onları severek...Hep daha çok severek ve elbette sevildiğimi hissederek.
Bu defa diğerlerinden farklı olarak 'kabullenişlerim' var. Eskiden hep ''Keşke o güne geri dönebilsem'' diye iç geçirdiğim zamanlarım oldu. Belki bir şeyleri değiştirebilirdim; belki bundan daha iyi olamazdım ama yine de değişebilirdi, neden olmasın? Olmasın. Olmamalı-ymış. Olamaz üstelik... Galiba büyüdükçe bu kabulleniş süreci daha çabuk ve daha az sancısız işliyor. Artık değiştiremeyeceğim şeyler yüzünden yorulmaktan, kalbimin sürekli kırılmasından ve yürümem gereken her yolun tersi istikametinde koşmaktan aşındım. Biraz daha fazla yaş geçtikçe, deneyimler, öğretiler ve çok dahası bana aşırı tepkisizlik verecek diye korkuyorum ara sıra. Gururumun her geçen gün kırılmaya alışması gerek; çünkü 'bu böyle' ve değiştiremiyorum. Artık değiştiremeyeceğim şeyler yüzünden de hırs yapmak saçma geliyor. ''Ne gerek var?'' dediğim durumlar artıyor...
Bir kitabı okurken, bir filmi izlerken hep sonunu merak eder ya insan. Aslında tüm kitabı sırf o sonu için okuyor olduğunun farkına varır. Ben de kendi sonumu merak ediyorum, kısa vadede bundan beş yıl sonra nerede olacağımı mesela. 16 yaşımdan bu yana her doğum günümde yazdığım gibi, beş yıl sonra bugün ne yazacağımı merak ediyorum en çok. Aslında bu merak, belki biraz kaygı, heyecan ve çok dahası, yeni bir yaşı kutlamak için; yeni bir yaşa daha yola çıkmak için yeterli nedenler. Sırf bu merak ve heyecanla, en sevdiğim ayakkabılarımla yeni yaşımdan başka yeni yaşıma koşuyorum.
15 Eylül kutlu olsun! :)
13 Eylül 2010
Odalar ve boşluklar.
Ben senin kim olduğunu biliyordum; ama sen 'kimin' sen olduğunu bilmiyordun. Sonra, ben senin aslında kim olmadığını anladığımda, aynı sokakta yan yana geçerken birbirini tanımayan iki insan anlamsızlığında sıkışıp kaldık. Ben uyurken dişlerimi sıkıyordum ve artık senin nasıl uyuduğunu bile unutmuştum.
Bir boşluk vardı, benden büyüktü. Sanırım ben zaman zaman o büyük boşluğun ta kendisi oluyordum. Sonra boşluk sana dönüşüyordu, ben senin boşluğun oluyordum ve dolaylı olarak benim en büyük boşluğum sen oluyordun. Kız çocuklarını seviyordum, insanları sana benzetiyordum, bankada sıra beklerken seni düşünüyordum, yaşlı insanlara yer verirken seni düşünüyordum; sen bir insanın vaktini yiyebilecek en akıcı şeydin çünkü. Otobüs gelmiyordu, yürüyordum; seni düşünüyordum. Sinirleniyordum, hızlı yürüyordum. Evime daha çabuk geliyordum.
Canım sıkıldığında kendime daha can sıkıcı şeyler yaratabiliyordum seninle birlikte. Kimi zaman bir şeylere öfkelenmem gerekiyordu; çünkü öfke beni her zaman diri tutuyordu. Belki fazlası yoruyordu. Dozunda sana kızdığımda, gün içinde kimseyi kırmam gerekmiyordu. Büfe yanlış sigara verse bile oflamıyordum ya da operatör mesajlarına o kadar da sinirlenmiyordum. Seninle alakası yok ama kendimi senin yüzünden kötü hissetmeyi seviyordum. Çünkü senden daha kötü hiçbir şey yoktu.
Bazı zamanlar balkonda oturup renkli rüzgargülünü izliyor, rüzgara hayret ediyordum. Rüzgargülü yön değiştiriyordu dönerken, bir sağa bir sola dönüyordu. Sonra senin varoluşunun hiçbir öznelliği kalmıyordu. Herhangi bi' şey oluyordun, ben seni mucizelerle kıyaslamayı seviyordum artık. Sen hiçbir zaman yeni bir mucize olamıyordun.
Biz aynı sokakta yan yana, öylesine geçen, birbirini tanımayan iki insan olduğumuzdan bu yana ben hep en kötü şeyleri hayal ediyordum. Kavga ederken, nasıl salonun camını kırdığımı; senin sinirlendiğinde ses tonunun beni yaraladığını, kapıları çarpışını...Sonra birbirimizi ayrı odalara kilitleyip saatlerce konuşmayışımızı. Hiçbir hayalde bile barışamadık biz. Sen kendini kilitlediğin odadan çıkmadın ve oradan başka odalarda sustun bana. Benim kapısını tıklatamayacağım, benden çok uzak odalardaydın.
Ben hâlâ aynı odada sana kızıyordum.
09 Eylül 2010
Mutlu insanlar şehrine gittim.
Meraba çok sevgili blog!
Bir hafta içinde sanırsam hayatımın en uzun yol programıydı. Bazen sıkıcı, bazen yorucu, uykusuz, kimi zaman da acayip eğlenceliydi. Ama her şeye değdi ve her şey sandığımdan da güzel oldu.
Samsun-İstanbul uçağına yetişememekten korkuyordum, uçak korkum hiç olmadı sadece uçağı kaçırma korkum oldu ona da yetişince keyiften dört köşeydim. Uçakta arkamda oturan iki kadının görümcesini, eltisini ve komşusunun koltuk takımı muhabbetini dinlemek zorunda olmak cidden kötüydü ama zor zamanlarımda elimin altında Uykusuzum olduğundan gülmemi içimde sıkıştırmak suretiyle geçirdiğim 1 saat 25 dakikalık yolculuktu. Arka koltuğumdaki kadınlar, uçak kazasız belasız indiğinde galeyana gelip alkışladı, benimse içimdeki uçağı kaçıran korsan tribim geçti gitti. Taksim'e ulaşmam 1.5 saati aldı. Acayip bir trafik vardı ve bir kere daha İstanbul'u neden sevmediğimi hatırladım. Daha havaalanına indiğim ilk dakikalarda bir taksici ve güvenlik görevlisi birbirine girdi. Dehşet bir kavgaydı, huzursuz oldum. Lanet olsun dedim içimden, insanlar neden böyle?
Planladığım gibi İstiklal'e indim. Derhal koşa koşa ıslak hamburger yemeye gittim. Acayip kalabalıktı, bir de referandum reklamlarından dolayı çok karışıktı her yer. Midem bulandı, hiç orada olmak istemedim. Abimin gelmesine daha vakit olduğundan, İstiklal'de yürüyüp biraz alışveriş yapayım dedim. Bu caddede daha önceden hem iyi hem kötü anılarım vardı. İyi olanları hatırlamaya çalıştım, daha az canım acısın diye; ama kötü olan anılar, iyi olan anılarımın hepsini dövdü ve başım önde buruk buruk yürüdüm. Kendimi uzun süre piç gibi hissettim. Gözlerim dolu doluydu, kalabalıktı. Midem bulanıyordu, fazla ses vardı, çok aydınlıktı...Gidip kocaman bi' milkşeyk aldım, üstümde beyaz hırkam vardı; üstüme döküldü. Birkaç alışveriş şeysine girdim, hiçbir şeyi beğenemedim. Sonra sıkıldım, o sıra abimin arkadaşı aradı beni almak için. Sen gelme buraya, ben gelirim dedim. Mecidiyeköy'e geçtim. Abim ve arkadaşıyla buluştum. Eve gittik, sonra bi arkadaşı daha geldi. Acayip eğlendim. İçtik, bol bol muhabbet ettik. Benim üniversiteyi kazanmamı kutladık.
Odanın içinde olan tek kişilik bi' koltuk negatifti. Ona oturan insan agresifleşiyordu. Sürekli koltuğa oturan insan diğerlerine bağırmaya çağırmaya başlıyordu. Gecenin bence en süper sahnesi buydu. Ve koltuğa oturan insan da sürekli değişiyordu nedense. Gece 2 gibi kocaman pizzalar söyledik. Pizzacı adresi yanlış aldı, kalın pizza dedik ince geldi, ödeme şeklini yanlış anladılar diye Dominos'a şikayet ettik. Hatta bariz pislik yaptık. ''Sizin gibi bir firmadan böyle bir yanlışlık beklemezdik'' diye. Uzun bi telefon trafiği oldu amaçsızca ve sarhoş biçimde bununla çok eğlendik.
Ertesi gün abimin arkadaşı, ben ve abim. Alışveriş için çıktık. Ben yine alışveriş yapmayı beceremedim. Benden gaza gelen abim ve arkadaşı bahaneyle alışveriş yaptı. Beşiktaş, Eminönü ve sonra Banliyö treni ile Olivyum'a geçtik. Geçen günlerde bi' arkadaşla banliyö treni muhabbeti yaparken ''Banliyö trenlerinde vazgeçtim zengin olmaktan'' demiştim. Yine dedim, uzun uzun güldük. 6 saat kadar orda kalıp, alışveriş yapmaya çalıştık. Hayatımda aldığım en güzel ayakkabıyı aldım. Ertesi sabah yağmur vardı, zaten gece yine geç vakitte sızmıştık. Öğlen 14.00 olmuş ama yataktan kalkasım gelmedi. Galiba İstanbul'u sadece yağmur yağarken sevebilirdim...
Abim süper güzel bi' kahvaltı hazırladı, sonra hep beraber çıkıp arkadaşını işe gönderdik. Ordan sonra da yine alışveriş yaptık. O gece Çanakkale'ye geçecektim, zaten de akşam oldu hemen. Gece otobüse bindim...4 yıl boyunca yaşayacağım o şehirle tanışmak için sabırsızlığımın doruk noktasıydı. Merak, bir sürü soru, yorgunluk, telaş ve biraz da heyecan vardı.
Yan koltuğum boştu, yayıla yayıla geldim. Otobüs feribota girdiğinde sabah saat 6:00'dı. Gökyüzü 'Sıçtın mavisi'ydi. Ay vardı, yıldızlar vardı en önemlisi mükemmel bi' deniz vardı. Büyülenmiştim. Tam da orada kalbim küt küt atmaya başladı. Otobüsten inip, feribotun üst katına çıktım. Tam burun tarafına oturdum. Üşüdüm, ensemden soğuk rüzgar girdi ve irkildim. Mest olmuştum bu üşümeyle. Keyiften içimden sımsıcak bi' şey akıyordu; ama dışım da üşüyordu. Not defterimi çıkarıp ''Dünyanın en güzel yerindeymişim gibi hissediyorum...Merhaba Çanakkale! Ben geldim!'' notunu düştüm.. Yanımda bi' adam oturuyordu, feribotun nereye gittiğini sordu. Bilmiyorum, ilk defa geliyorum dedim. Öğrenci misin? diye sorduktan sonra muhabbet etmeye başladık. Benim Çanakkale sınırları içinde muhabbet ettiğim ilk insan olması onu özel yapıyordu. Sistemden, üniversiteli olmaktan, sınavlardan ve Çanakkale'den tatlı bi' muhabbet ettik. Az önce bir şeyler yazdığımı gördüğünü söyledi. Evet dedim, her fırsatta küçük notlar düşerim kendime...Kendisinin de yazdığını söyledi, sonra edebiyattan ve yazmaktan muhabbet açıldı. Otobüsüme inerken, teşekkür ettim. Arkamdan ''Bunu da yazarsın!'' dedi ve güldü. Evet, evet yazacağım mutlaka! dedim, feribot kıyıya gelmişti. Koştum merdivenlerden indim. Başlangıç iyidi...Moral olarak 1-0 öndeydim ufak bir sohbet ile.
Servis kampüse doğru çıkarken, servisin içi benim gibi yeni kayıt yaptırmaya gelen öğrencilerle dopdoluydu. Herkes camlara yapışmış, kampüsün manzarasına bakıyordu. Cam kenarında oturuyordum, yüzüme o mükemmel deniz manzarasını gördüğümde bir sırıtış yapıştı gün boyu orada kaldı. Servis bizi en yukarıdaki fakültede bıraktı ve işte tam da en güzel yerindeydik manzaranın. Sanki günlerce çizilmeye uğraşılmış, en küçük hata dahi yapılmamış bir tablo gibiydi o anda boğaza doğru baktığım yer. ''Fotoğraflardan daha güzel..'' dedim kendi kendime. Saat erkendi ama kendi fakültemi arayıp bulmam gerekti önce. ''Nasıl olsa 4 yıl boyunca bol bol büyüleneceksin kızım burada, şimdi kaydı halletmen gerek'' dedim ve Güzel Sanatlar Fakültesi'ni aramaya başladım. Fakültemin rektörlüğü, en aşağıda olduğundan taş merdivenli bir yoldan epey yürüdüm; boğazdan rüzgar esiyordu, üstümde ince bir hırka vardı ve belki de daha önce üşümek hiç bu kadar keyifli olmamıştı. Salaklaşmış halde etrafımı izleye izleye rektörlüğe indim. Açılış saati 8'di. Birkaç öğrenci ve velisi vardı.
Merdivenlere oturdum, çantamın içinde bir poşette çikolata ve jelibon vardı onu çıkarıp yanıma koydum ve çantamda kitabımı aramaya başladım. Kocaman beyaz bir köpek aniden koşa koşa geldi, önce çantamı kokladı üstüme hopladı. Biraz kafasını sevdim. Sonra yan taraftaki çikolata ve jelibon paketini ağzıyla eşemeleye başladı, biraz uzağa gitti. Açamadı, geri yanıma getirdi. Sanki ''Açar mısın çikolatayı karnım çok aç!'' diyor gibiydi. Poşetin içinden çikolatayı açıp, verdim. Çok açmış gerçekten hepsini bir hamlede yedi. Sonra çantamda bir çikolata daha vardı, onu da açtım verdim. Su vardı, ondan da verdim. Hoplaya zıplaya kendisini sevdirmeye çalıştı, ayaklarımın dibinde yuvarlandı, kuyruğunu salladı durdu. Bence bu onun teşekkür etme biçimiydi. Çok da sevdim, sevindim. 2-0 öndeydim bence artık.
Karşıda kafe vardı, dışarıda da masaları. Gidip oturdum, not defterimi çıkardım. Bi' şeyler yazdım. Sonra benim geldiğim vakitlerde, bahçede dolanan kız ve annesi geldi oturdu. Yan masama bir kadın daha oturdu. Benden ateş istedi, kalkıp kendim yaktım. Çok samimi bir teşekkür etti, 'rica ederim' dedim. Gülümsedik. Apart reklamı yapan bir kız geldi, apartlar hakkında konuştuk. O sırada da kız ve annesi geldi yanımıza ve apartlar hakkında konuşmaya başladık. Onlar da yurt veya apart ayarlamamışlardı henüz. Biraz muhabbet ettik, sonra başka bir apart reklamı yapan birisi geldi. Sonra bir özel yurdun. ''İsterseniz hemen gidip gösterelim arabamız burada'' dediler, olur dedik. Merkeze yakın bir yurttu, kampüse de aynı şekilde. Kızla yaklaşık 1 saattir muhabbet ediyor, gülüyor ama henüz isimlerimizi bile bilmiyorduk.
''İsmin neydi?'' dedim, güldüm.
''Esen'' dedi güldü.
''Ben de Zerrin'' dedim güldüm ve memnun oluştuk tanıştık.
Özel yurdu ikimiz de beğenmiştik; ama yine de başka yerlere de bakmaya karar verdik. 3 kişilik odada 2 tane boş olan yataklara oturup birbirimize baktık ''Güzelmiş yaaa'' dedik. Odaları gezerken de, güzel olan her şeyde birbirimize bakıp gözlerimizle onay verdik. Bu ikimizin arasında kendiliğinden gelişen bir anlaşma şekliydi. Okula geri döndük, kayıtlar başlamıştı. Benim kayıt yaptıracağım yer en üst kattaydı, onunkisi de en alt katta. Yukarı çıkıp, dosyamı dolduruyordum. O sırada Esen elinde okul kimliği hoplaya zıplaya yukarı geldi. Dosyamı doldurmada yardım etti ve vesikalık resimlerimi kesip belgelere yapıştırdı. ''Benim yanıma mı geldin?'' dedim. -Ne kadar salakça bir soruymuş şimdi fark ettim ehehe- ''Eveet sana bakmaya geldim'' dedi. Dört katı benim için çıkmış olması sevindirdi. Kayıt bürosuna girip evraklarımı teslim edecekken kayıt yapan kadının sabah sigarasını yaktığım kadın olduğunu fark ettim. O da beni fark edince gülümsedi. ''Aaa sen mi geldin, hoş geldin'' gibi samimi bir bakışı ve tebessümü vardı. 3-0 önde hissettim kendimi. Belgelerimi aldı, hemen okul kimliğimi verirken gülümseyerek ''Hayırlı olsun Zerrinciğim'' dedi. Tekrar teşekkür ettim en sevimli halimle.
Kayıt işlerini hallettiğimize göre artık apartlara bakabilirdik. Kapının önünde bir sürü apartçı reklamı yapanlar vardı. Arabalarıyla götürüp, tekrar geri getiriyorlardı. Bir aparta daha gittik Esen ben ve annesi. Kampüs taraflarındaydı, bense merkezde bir yer istiyordum. Kaldı ki apartın olduğu muhit çok berbattı. İnşaatımsı bir yerlere girdi araba, Esen'e baktım ''Buralar ne yaa iğrenç'' der gibi. O da beni anladı ve evet öyle der gibi baktı. Aparta çıktığımızda orası da muhitten farklı degildi. Esenle suratlarımızı buruşturduk, kaçar gibi çıktık gittik. Okula dönüp, Esen'in daha önce aradığı başka bi' apartçıyla buluştuk. Onun da götürdüğü yer iğrençti. İsmi kesinlikle "hayvan bağlasan durmaz apartı" olması gerekti. Bize vereceği oda ahşap gibi, içeride kesif bir küf kokusu. Esen'e ''Ben burada yaşayamam'' der gibi baktım. O da ''Ben de'' der gibi baktı. Adam çok uzun lafa tuttu, sürekli kendisini övdü. Oradan eksi puan aldı benden, kendisini sürekli öven insandan kaçarım, korkarım ben. Birkaç apart daha baktık ama hiçbirisi bir diğerinden farklı değildi. O anda ben kafamda karar vermiştim ilk baktığım özel yurt olacaktı. Lakin Esen'in annesi özel yurdun fiyatına çok diyordu. Ve üzüldüm. Hatta nedense epey bir üzüldüm, ben özel yurda o kadar parayı verebilecektim; ama belki de o veremeyecekti. Otogara gittik. Biletlerimizi aldık. Esen annesine apart ve özel yurdun yemek ücretleri ile hemen hemen aynı fiyata geleceğini anlatmaya çalışıyordu. Ben de tabii. Aslında çok fazla karışmak istemiyordum; doğru olmazdı. Sonucunda elbette özel yurt daha kolaydı, sabah ve akşam açık büfe yemek bonusuydu.
Otogara gidip biletlerimizi aldık. Onlar öğlende Manisa'ya ben de 15.00'te İstanbul'a dönecektim. O sırada ben babamla konuştum, apartların iğrençliğinden bahsettim özel yurdun bana göre olduğunu söyledim. ''Sen öyle diyorsan öyledir, sana bıraktım'' dedi. Sonra Esen, "Ben gidince babamla konuşacağım sen yine de bizi aynı odaya ayarlamaya çalış'' dedi. Sevindim. Yurdu aradım, gelirsen bir daha ara ben seni aldırırım demişti yurt sahibi Fikret Amca. Acayip de tatlı bir amcaydı, hatta bizi yurtta karşılayan herkes çok tatlı ve sıcaktı. Yemek yapan kadın Trakyalıydı. Bize odaları o gezdirmişti. ''Em yapıyoz em yiyoz'' repliği aklımdan çıkmadı, eve geldiğimde de sürekli bu repliği tekrarlayıp güldüm. Çok tatlıydıııı yaa! Araba başka yere gittiğinden, Fikret Amca taksiye bin ben parasını ödeyeceğim dedi. Yok olur mu öyle şey ben öderim dedim. Taksiyle yurda geçtiğimde, kapının önünde herkes beni bekliyordu. Fikret Amca o arada derede parayı ödedi, karambole getirdi eheh. Sonra içeri geçip detayları konuştuk. Muhabbet ettik. Kaydı hallettik. Acayip sevdim oradaki insanları, ilk görüşmemiz olmasına rağmen onların da beni çok sevdiğinden emin oldum, ki çıkarken kadın beni öpüp öpüp sarılıp sarılıp öyle gönderdi. Yapmacık bir sevgi de değildi, kendimi ailemin içinde gibi hissettim birden. Esen'nin de bir ihtimal kayıt yaptırabileceğini söyledim, aynı odada olmak istediğimizi de ekledim. Hallederiz o işler kolay dediler. Sonra beni otobüse bineceğim yere bıraktılar. Kaldı ki orası İskele dedikleri yer, feribotların kalktığı, Kordon'nun başladığı nokta.
2 saatim vardı, yemek yedim. Aval aval insanları izledim. Herkes çok sakindi. Herkes çok yavaştı ve mutlu görünüyordu. Mutluluk etkisi yapan ve benim bilmediğim bir madde kullanıyor gibiydiler. Çok uzun bacaklı kızlar vardı, belki de turistlerdi bilmiyorum. Hepsi acayip güzeldi! Şehrin içinde bir yerlerde saklanmış huzur istasyonu vardı sanki. Her yere huzur dağıtıyordu. Özellikle İstanbul gibi iğrenç bir şehirden sonra Çanakkale bana cennetin bir beldesi gibi gelmişti. İndim Kordon'a oturdum. Aynı avallıkla izliyordum. İnsanların mutlu görünüşü garibime gidiyordu, bunların hepsi tezgah aslında. Bunlar hiç gerçek değil dedim. Gerçek olamayacak kadar güzel çünkü. Sonra PTT'den para çekmem gerekti ve oradaki memur da güler yüzlü, espirili sempatik olunca; tamam dedim, evet gördüğüm her şey gerçek. Siz hiç gülümseyen, son derece sempatik PTT memuru gördünüz mü? Ben gördüm!
Sahilde dolandım, dondurma gördüm. Üstümde sadece 2 tl bozuk para vardı. ''İki tlilik dondurma'' dedim, dondurma veren adamda bile ultra mutluluk vardı. ''Abi ne içtiniz hepiniz de bu hale geldiniz?'' diye sormamak için kendimi zor tuttum. Dondurmayı koydukça koydu, o kadar büyük dondurma oldu ki. O parayla başka herhangi bir yerde o dondurmanın yarısını bile alamam heralde. Acaba fiyatı yanlış mı anladı ki dedim ''İki milyonluk bu degil mi?'' diye gülümsedim. Belki iki dedim, yedi anladı. Ne bileyim! Yok ama ciddi ciddi 2 tl'likti. Dondurmayı aldım, vişneli üstelik nefis bi tadı var. Bir kere yaladım. O esnada da hâlâ dondurmanın ne kadar büyük olduğunun şaşkınlığındaydım. Aval aval elimdeki dondurmaya bakıyordum. Bir banka oturdum, dondurmayı yemek yerine hâlâ bakıyordum. Vee aniden loopp! diye dondurma yere düştü. Külahı boş biçimde elimde kaldı. Yere düşen dondurmaya bakarken yine ''Oha ne kadar da çokmuş'' diye şaşırmaya devam ediyordum. Belki şaşırmayı bırakıp, dondurmamı yalamayı akıl etseydim düşmeyecekti. Yere düşen dondurmayı alıp çöpe attım. Nedense hiç sinirlenmedim de dondurma yere düştü diye, sadece bakıp güldüm. Güldüm yani epey bir güldüm. Sanırım bu şehirde sinirlenmiyordu da insan. Yaşlı kadınlar, amcalar el ele dolaşıyordu. Her yaştan insan Kordon'da bisiklet sürüyordu. Acayip kıskanmıştım. Hemen buraya yerleştiğimde kendime mutlaka bir bisiklet almaya karar verdim. Yurttan Kordon'a çok mesafe yoktu. Pek tabii akşamları bisikletimle gelebilirdim. Kaldı ki hayatı boyunca hiç bisikleti olmamış ve buna hep heves etmiş birisi olarak içim coştu. Bisikletim olacaktı ve burası bisiklet için ideal şehirdi!
Otobüs kalkmak üzereydi, Feribot zaten yakındaydı ve otobüs çoktan girmişti. Önce otobüse girip eşyalarımı bıraktım. Sonra feribotun üst kısmına çıkıp çay içtim. Geldiğimde geceydi, çok güzeldi ama boğaz gündüz başka güzeldi. Yorgundum, uykusuzdum ama hepsine değer gibiydi o rüzgarı yemek. Aval aval baktım, insanlar fotoğraf çekiyordu. Belli ki şehri görmeye gelmişti çoğu. Kıyıya yanaşırken otobüse girdim ve yola çıktım. Yol da acayip keyifliydi, deniz vardı her tarafta çok uzun bir yol boyunca. Yan koltuğum yine boştu, yine yayıla yayıla geldim.
Ne zaman hava karardı, İstanbul'a girmek için OGS kuyruğunda felç olmuş trafikte şarjı bitmiş müzik çalarımla, kitap okuyamadığım karanlık otobüsün içinde kaldım, işte o zaman bir kere daha anladım İstanbul'u neden sevmediğimi, sevemediğimi. Çanakkale'de damarlarıma işlemiş huzur, keyif hali aniden silindi gitti. Agresif, hostu azarlayan, oflayan puflayan bi' insan oldum aniden. Kusmak istedim. Her şey bok gibi oldu bi' anda.
Mecidiyeköy'e varmam uzun sürdü. Eve gidip yemek yedim ve biraz oturduk. Muhabbet ettik. Yorgundum ama her şeyi hiçbir pürüz olmadan halletmiş olmanın rahatlığıyla, mutluluğuyla sızdım kaldım. Ertesi gün Samsun'a dönecek olmanın mutluluğu da üstüne binince, acayip süper uyudum.
02 Eylül 2010
İlk yolculuk.
Yine de benim yerime benden fazla sevinen insanların olması güzeldi. Nihayetinde hep istediğim Güzel Sanatlar Fakültesi- Sinema Televizyon öğrencisiyim artık. Çevrem hayalperestler ve realistler olarak ikiye ayrılmıştı. Hayalperest insanlar benim inatla sanat çevresinde olmamı isterken, diğer taraf aynı inatla daha garanti olan öğretmenliği istiyordu. Ben o arada acayip bi' bocalamıştım, artık seçim kaderindi ve sanırım kader bu defa işini cidden iyi yaptı ve son tercihlerimde olmasına rağmen 35 kişilik kontenjanlı harika bir okula yerleştim. :)
Bir süre aptal durumdaydım. Sevinsem mi, ''ne yapacağım ben şimdi?'' desem mi, her şeyi koyversem mi diye düşünedururken insanların tepkilerini duydukça sanırım daha çok seviniyordum. Hayatım ''Artık benim hayatımı yazar, film yaparsın ehehe'' diyen şakacı insan söyleyişleriyle doldu taştı. Herkese ''Evet hepinize bi' rol var merak etmeyin'' dedim. En azından okul ödevlerinin kısa filmleri için çevremde bir sürü eğlenceli insan var. Sırf bu ''Benim hayatımı film yaparsın'' repliğinden bile bir kısa film çıkarabilirim diye düşünüyorum. Sonra bir de Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencisi olmanın da garip bir havası varmış, lakin ben son derece salaklıkların insanı olduğumdan sanırım cidden 4 yılım film tadında geçip gidecek. Ayrıca mükemmel eğlenceli derslerim var, bazı arkadaşlarıma gösterip gösterip kıskandırıyorum. Ehehe.
Ne dediler?
Babam: Bi' daha düşün. Çanakkale çok uzak kızım yaa!
Annem: Hep istediğin olduğu için, içim rahat bebeğim.
1. Hala: Seni başka bir bölümde düşünemiyordum.
2. Hala: Kıvırcığım on ikiden vurduun!
1. Abi: Oha süper oldu kızım bu!!!
2. Abi: Okulu bitir, süper projelerim var seninle ilgili. Aile şirketi kurcaz!!
x kuzen: Kuzen seviyosun sen bu işi.
y kuzen: Gurur duyuyorum seninleeeee.
z kuzen: Öğretmenlik olsaydı daha çok sevinirdim (Realist ve açık sözlü kuzen)
Ananem: Yavrıııımm. Sen şimdi teleeeğğğzzyoncu mu olucan? (Yerim onu ben ya!)
x arkadaş: Çok kıskandım, yeniden okula gidesim geldi.
y arkadaş: Hep o bölümü okumak istedim ben :(
z arkadaş: Benim sol profil duruşum çok iyidir haa ehehe.
Dayı: Çok para var diyolar o sektörde. (Ticaret adamı)
Yenge: Ben çok süper taklit yaparım. Beni de oynatçan mı?
Amca: Beklemediğim bi' ataktı, şaşkınım.
Eski sevgili: Sen de bu sektöre bulaştın, iyi bi' şey olsaydı ben yapmazdım zaten.
Sanırım bu tepkiler geldikçe çok mutlu oldum. Daha çok mutlu oldum. Hep benim okulum konuşulsun istedim. Yolda bi' tanış göreyim de kazandığım yeri söyleyeyim diye çıldırdım. Telefonlar, mesajlar, feysbuk kutlamaları derken bir nebze tadını çıkardım. Asıl tadı sanırsam yarın Taksim'e çıkıp ''Merhaba İstanbul! Senden nefret ediyorum; ama ben geldim. N'aber?'' deyip Beyoğlu'na dalıp içerken çıkaracağım. İstanbul'da hafta sonunu geçirip, Çanakkale'ye kayda gideceğim. Çok merak ettiğim o şehir ile tanışacağım, beni sevmesi için dua edeceğim ve içimdeki bi' hisse güvenerek orayı deli gibi seveceğim. Fotoğraflardan, gidip görmüş insanlardan, halihazırda okuyanlardan Çanakkale hakkında duyduğum o kadar güzel şeyden sonra, hiç görmeden deli gibi özlediğim bi' şehir oldu. Ne gariptir ki, içimde çok sıcak şeyler var oraya karşı.
Bugün, her şeyin aynı haliyle yazdığım son yazım. Yarın, o uçaktan indiğimde aslında bambaşka bir yaşama inmiş olacağım. Belki bodozlama, belki yumuşak bir iniş...Yeni insanlar, hayatımı sürdüreceğim yeni iki şehir, yeni bir ev, yeni bir kadın...