Beş altı gündür yağmur yağıyor ve ben çok mutluyum. İlk yağmurların yağmaya başladığı gün sabah derse yetişirken kırmızı bi' şemsiye aldım, hiçbir şemsiyeyi bu kadar çok sevmedim. Tüm hafta içi sırf otobüs çilesini çekmemek için yürüdüğüm caddeler ve sokaklar boyunca sımsıkı tuttum onu sağ elimde. Kimi zaman o şemsiyenin altında iki kişi olduk, hatta bazen üç. Dört kişi de sığmaya çalıştığımız oldu.
Sanırım bu hafta en çok eğlendiğim haftaydı. Kalabalık olmaya gittikçe alışıyorum, başlarda yaşadığım o 'uyum problemimi' aştım. Sınıf ortamının ve arkadaşlarımın bambaşka güpgüzel insanlar olmasından dolayı çok şanslıyım. Belki bu kadar güzel insanlarla beraber olmasaydık buraya bu kadar çabuk alışıp, bu kadar çok sevmezdik. Geçen gün aniden ciddileşen konuşmanın özeti buydu. Ben halen ileride mutlaka bu tadın bozulacağına inansam da, herkesin benim gibi düşünüyor olması çok güzel. Sonra dedik ki, şehrin çok bi' önemi yok -aslında var da o kadar değil- eğer o şehri güzel insanlarla yaşıyorsan ya da çok kötü bir yerde yanından mükemmel insanlar varsa cennettir.
Buraya gelmeden önce, daha önce burada okumuş birisiyle konuşurken ve şehir hakkında bilgi almaya çalışırken bana şunu söylemişti: ''eğer güzel bir arkadaş çevresine sahipsen, mükemmel bir şehir'' şimdi anlıyorum ne demek istediğini. Oda arkadaşlarımın neden o kadar da mutlu olmadıklarını ve benim mutluluğumla kıyaslayınca daha iyi anlıyorum.
Cuma günü, son zamanlarda gülmediğim kadar çok güldüm. Her zamanki mekanımız Promil Bar'da geçirilen acayip komik, bol espirili ve kahkahalı saatlerden sonra alkolün de verdiği gazla Kordon'a indik. Yine epey bi' kalabalıktı. Aniden gaza geldik ve koşmaya başladık. Neden koşmaya başladık bilmiyorum ama koştum epey bi'. Sahilde balık tutan amcalar vardı, amcanın birisinin oltasının misinası dolanmış onu çözmeye çalışıyordu. Biz de yanından dururken, adamın misinayı çözmek için resmen can vermesine dayanamayarak yanına gittik. Canan diye bir arkadaşla oltayı alıp çözmeye başladık. Bu bizim alkol testimiz gibi bi' şeydi. Ben hâlâ o kafayla o oltayı çözmeyi nasıl başardım bilmiyorum. Sonra ben amcaya dönüp ''Ben hiç olta atmadım, bir kere atabilir miyim?'' dedim, ''Tabii kiii'' dedi ve nasıl atacağımı anlattı. Diğerleri kıyıda durmuştu ve bize bakıyordu çapraz kısmımda kalıyorlardı. Makaranın misinasını önce parmağımla tuttum ve geriye çekip attım, parmağımı bıraktım. Lakin rüzgardan dolayı kanca bizimkilerin üstüne, karaya doğru gitti ve orda acayip bi' telaş oldu. Herkes can havliyle kaçışmaya başladı. Önce ne olduğunu anlamadım ama kanca kara boyunca gidiyor elimdeki makaradan misina açıldıkça açılıyordu. Okan, kancanın peşine düşmüş yakalamaya çalışıyor. Ben elimde misina gülmekten kıvranıyor bir yandan da oldukça geniş kütleli olan Efe'yi oltalamaya çalıştığım konusunda basın açıklaması yapıyorum: ''En büyük balık Efe'yi yakalayacaktım kiiii ihihihi''
Orada durup yarım saat boyunca güldük, sonra içinde bir sürü sarhoşun olduğu ufak bir halay çekip sessizce dağıldık.
Kendime not:
sonraki yazı; yumurta, motokros, merve, marina apaçileri ve Türk sinema tarihi.
17 Ekim 2010
08 Ekim 2010
Yeni kavramlar.
Mesela ben hiç ''Memleket'' kelimesini kullanmazdım. Gerek kalmazdı ki, herkes aynı memleketliyken. Şimdi kullanırken garibime giden en önemli kelime ''Memleket''. Günde en az dört defa cümle içinde geçtiğini fark ettiğimde anladım aslında başka bir memlekette olduğumu, benden başka insanların, benden başka memleketleri olduğunu...
Önceleri bu kelime bana hep öğretmenleri ve memurları çağrıştırırdı. Sanki sadece onlar memleket değiştirmek zorundaydı. 'Hasret' kelimesinin arabeskliği ile memleket kelimesi birbirine iç içe geçen bambaşka şeydi. 'Gurbet' ise ağlamaklıydı, eski Türk filmi gibiydi çağrışımları. Ve nedense hapishaneler gelirdi aklıma. ''Sıla'' dediğimdeyse sessizlik oluyordu burada.
Gece boyunca memleket dedim, hasret dedim, gurbet kelimesi dudaklarımdan dökülürken ağlıyordum. Artık bunların hepsi yanyana geldiğinde annemi hatırlatıyordu bana. Annemin saçları, annemin kokusu. annemin her şeyi hep en güzel yapması. Memleket deyince babamın ''baba terlikleri'' geliyordu aklıma. Terliklerini her aradığında benim ayağımda bulduğu için kızmasını ''Kendi terliklerini giysene kızım, terlik mi almadık sana?'' diye azarlamasıydı sanki memleket. Yağmurlu Karadeniz gününün kasvetinin huzur vermesiydi en çok. Sessizliğe doymaktı bir de.
Uzak kavramı daha önce hiç bu kadar karmaşık olmamıştı. Bir şeyleri anlamlandırmaya çalışma kısmında ben nedense artık eksik kalıyordum; çünkü madem anlam veremiyorum o halde düşünmeyeyim diyordum bunaldığım vakitlerde. Artık gururuma dokunuyordu bu derece boş vermek. Sabah çıkıp, gün boyu derslere girip kafayı dağıtarak; gece yine aynı şekilde kalabalık bir grubun içinde sesimin ve sıkıntılarımın kaynayıp gittiği saatlerden sonra yurda giren en son kişi olarak daha çok boş veremezdim.
Artık bu şehrin daha büyük bir parçasıyım. Ya da artık bu şehir benim çok büyük bir parçam. Bu kadar kısa zamanda içime yer eden, denizine ve gemisine bakıp kaldırımında ağlayacak kadar çok bağrıma bastığım bi' yer. Caddelerinde üşüyerek delicesine koştuğum, güldüğüm, ana caddelerinden sıkılıp ara sokaklarını çözmeye kendimi adadığım, rüzgarlı soğuk; ama bana çok benzeyen bir şehir oldu burası...
Önceleri bu kelime bana hep öğretmenleri ve memurları çağrıştırırdı. Sanki sadece onlar memleket değiştirmek zorundaydı. 'Hasret' kelimesinin arabeskliği ile memleket kelimesi birbirine iç içe geçen bambaşka şeydi. 'Gurbet' ise ağlamaklıydı, eski Türk filmi gibiydi çağrışımları. Ve nedense hapishaneler gelirdi aklıma. ''Sıla'' dediğimdeyse sessizlik oluyordu burada.
Gece boyunca memleket dedim, hasret dedim, gurbet kelimesi dudaklarımdan dökülürken ağlıyordum. Artık bunların hepsi yanyana geldiğinde annemi hatırlatıyordu bana. Annemin saçları, annemin kokusu. annemin her şeyi hep en güzel yapması. Memleket deyince babamın ''baba terlikleri'' geliyordu aklıma. Terliklerini her aradığında benim ayağımda bulduğu için kızmasını ''Kendi terliklerini giysene kızım, terlik mi almadık sana?'' diye azarlamasıydı sanki memleket. Yağmurlu Karadeniz gününün kasvetinin huzur vermesiydi en çok. Sessizliğe doymaktı bir de.
Uzak kavramı daha önce hiç bu kadar karmaşık olmamıştı. Bir şeyleri anlamlandırmaya çalışma kısmında ben nedense artık eksik kalıyordum; çünkü madem anlam veremiyorum o halde düşünmeyeyim diyordum bunaldığım vakitlerde. Artık gururuma dokunuyordu bu derece boş vermek. Sabah çıkıp, gün boyu derslere girip kafayı dağıtarak; gece yine aynı şekilde kalabalık bir grubun içinde sesimin ve sıkıntılarımın kaynayıp gittiği saatlerden sonra yurda giren en son kişi olarak daha çok boş veremezdim.
Artık bu şehrin daha büyük bir parçasıyım. Ya da artık bu şehir benim çok büyük bir parçam. Bu kadar kısa zamanda içime yer eden, denizine ve gemisine bakıp kaldırımında ağlayacak kadar çok bağrıma bastığım bi' yer. Caddelerinde üşüyerek delicesine koştuğum, güldüğüm, ana caddelerinden sıkılıp ara sokaklarını çözmeye kendimi adadığım, rüzgarlı soğuk; ama bana çok benzeyen bir şehir oldu burası...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)