19 Kasım 2015

Biraz kendimin çocuğu oldum.

İki gecedir, en az iki kere dönüyor odanın içinde bu albüm. Kaldı ki bu güzel Norveçli kardeşlerimizin nadide ‘ilk’ albümleri, komple dinlenince aranan tadı veriyor. Ben bu tadı aldığım esnada, perdeyi ayağımla estirmek suretiyle yarattığım etkiyi izliyorum. Ve perdeden başka bi’ şey düşünmemeye çalışıyorum. Bir nevi meditasyon. 

Perde uçuşması hep bi’ romantik gelmiştir. Devinimi hatırlatır. Bilmem neden. Hem rüzgar hissi hoş bi’ şey bence. En sevdiğim yönetmenlerin de filmlerinde mutlaka o kadraj vardır. İşte neyse, perdeyi o kadar uzun süre izleyince rüyamda da perde görüyorum sürekli. Hep beyaz hatırladığım perde, çocukluğumdan net görsel hatıra olan anneannemin bej zemin üzerine turuncu kocaman çiçekli saykodelik perdelerine dönüşüyor. (Geçen gün bi’ yerde fotoğrafını görüp üzerine konuşmuştuk o perdelerin, kiminleydim hatırlamıyorum.) İşte neyse, perde dönüşünce çocukluğumu gördüm. Rüyamda hiç çocukluğumu görmüş müydüm bilmiyorum, kafa çocuk gibi işledi. Bir şeylerden korktum, ‘‘Çocuğum ya ondan korkuyorum’‘ diye bilgi notu düştüm kendime rüyamda. Bilinçaltım çocuk, bilinçüstüm -bilinçüstü ney be?- kadın. Telkin ve teskin ediyor. Biraz kendimin çocuğu oldum. Ve de annesi.

Sonra işte uyandım, ne çocukmuşum ne de kadın.

17 Ekim 2015

Kuş tüyü.

Bazı ‘an’ların uzun uzun anlatılması gerek, her başım sıkıştığında dönüp okuyunca bu cümleler o büyüyü hatırlatsın diye…

Cumartesi öğleden sonrası. Ofisteki işlerimi bitirip, dışarı attım kendimi. Hava güneşli, ama günlerdir süregelen burukluk güneşe rağmen geçmiyor. Geçecek gibi de değil. Ama havanın rengi umutlu. İş için görüşeceğim kişinin şehir dışına çıktığını öğrendim. Ekilmek hiç bu kadar güzel olmamıştı. Programım birkaç saat boş. Ekim ayı dergilerimi henüz alamamışım. İstikamet D&R! Yeni olan ne varsa topladım çıktım.

Önümde kendime ait birkaç saatimin olduğunu bilmek, uzun zamandır böyle bir bilinçle yaşamadığımdan olsa gerek kahveyi bile ayrı güzelleştirdi. Uzun zamandır dinlemediğim, Explosions in the Sky’dan Look into the Air çalmaya başladı iPod’da. (Kesinlikle bu aletin duygusal zekası var, an’a uygun şarkı denk getirmekte üstüne yok!) Ben henüz müziğin bana verdiği mesajı anlamamışım, havaya bakmak yerine heyecanla açıp okumaya başlıyorum. Tam caddenin kenarındaki bir mekan, trafik, insanlar, masama gelip ‘bu sandalye boş mu?’ diye soranlar hepsi bu anın dışında. Belki ben bile.

Kafa Dergi’nin girişini okumaya başladım. Kadir İnanır yazmış. Önce başlık, sonra pankart takıldı gözüme. Pankartı taşıyan insanlara baktım, şarkıyı başa aldım. Günlerdir her canım derin sızladığında, ‘‘Hııkkk’‘ diye nefesimi tuttuktan sonra yeniden nefes alabilmek için yaptığım gibi bir sigara daha yaktım.

Tüm dikkatimi verdiğim yazının ortalarındayım, hem okuyorum hem de okuduklarımı sorgulayıp, içselleştiriyorum. Kafa hizamdan dergiye doğru bir şeyin uçtuğunu farkettim. Göz hizama geldiğinde, onun beyaz bir güvercin tüyü olduğunu anlayınca bu kez heyecandan nefesimi tuttum. Süzüldü, süzüldü -yemin ederim müzikle ahenk içinde süzüldü- tam pankartın üzerindeki ‘barış’ yazısının yanına kondu. O an ilk defa havaya baktım. Güvercini aradım. İnsanlara baktım. Kimse farkında değildi. Keşke hep beraber sevinebilseydik. -hepimiz birden sevinebiliriz, göğe bakalım- diye fısıldayamadım hiçbirisine.

Kamuya açık alanlarda bağıra bağıra ağlamayı, 8 yaşımdayken bana oyuncak org almayan anneme ağlayarak direnişe geçtiğimde yediğim okkalı dayakla bıraktım. Bırakmamış olsaydım, çok ağlardım. Sinir krizi gibi ağlarım hem de. Bir önceki gün, Ankara’da hayatını kaybedenleri beyaz güvercine benzettiğim yazı aklıma geldiğinde; tüm kalbimle orada oturmuş hepsinin adını, yüzünü, hayallerini düşünüp, çok içten hiçbir şeyi istemediğim kadar barışı istediğimde, bir kişi dahi ölmesin diye dilediğimde, sanki oralardan bir ‘barış güvercinin’den bir tüy gelip önüme düşüverdi. Bekle, dedi. Bu kadar umutsuz olma, bu kadar sinirli olma. Bir tüy konuşabileseydi eğer, ‘‘Vazgeçme!’‘ derdi. İnandıklarından. Sevdiklerinden. Direnişinden.

Bir tüy konuşabilseydi eğer, söz verirdi bana. ‘‘Sana söz, barış gelecek’‘ derdi. O diyemedi ama, ben o sözü aldım. Bana söz di mi? O barış ge-le-cek!

Gece eve yürürken aynı şarkı çalıyordu, omzumun üzerinde hayali bir güvercin beni takip ediyordu, ben saatler sonra bile not defterimin arasına sakladığım beyaz bir tüyün varlığıyla mutlu oluyordum. Kamuya açık tüm alanlardan kaçtım. Güvendeyim.

16 Ekim 2015

Bugünleri özlemeyeceğim.

2015 Ekim’in ikinci haftası. Bu ülkede barış için yola çıkan beyaz güvercinleri öldürdüler. Eminim ileride toruna torbaya, yaşlı duygusallığımla ağlayarak ve ellerim titreyerek anlatacağım. En ufağı soracak: ‘‘Neden öldürdüler?’‘ Anneleri kızacak belki, böyle ölümlü dehşetli şeyler anlatıyorum diye. ‘‘Çünkü öldürdüler’‘ diyeceğim. Ve ben bugünleri hiç ama hiç özlemeyeceğim.

Mesleğimin henüz çok başı. En zor haftasıydı. Nerede durmam gerektiği konusunda ciddi sıkıntılar yaşadım. Hem güçlü durmam, güçlü yazmam, olayları iyi kavramam, konuşulanları kaçırmamam gerekti. Ama ben çok üzgündüm. Ve genç yoruldum. Binlerce insan yüzü geçti önümden, çoğu tanıdık; güçlü olmalarından gurur duydum. Ben o kadar değildim. Eylemlerde fotoğraf çekerken ağlıyordum gizli gizli, vizörün içindeki boşluk ıslanıyordu. Ellerim titriyordu, fotoğraflar bulanıktı, içimden slogan atıyordum. Kalbim kırıktı, erken yorulmuştum. Daha çok sigara, daha çok alkol. Daha fazla ağrı kesici. Ruhumun mutsuzlukla ciddi imtihanında, yine iktidar kazandı. Ben gece eve yürürken yine bu şarkıyı dinleyerek içeriye ağladım. Sokağımın başındaki ağacın önünde durup, biraz da ona söyledim şarkıyı. O da ağladı. 

‘’Şu mermi içimi delmeseydi eğer, seni alıp götürecektim...’‘

06 Ekim 2015

Zaman akışta.

Mantık sistemim alarm veriyor. Kendimi unutabileceğim alanlar oluşturmaya çalışıyorum, bu derinlik bizi batırır; bunu kendime anlatamıyorum. Neler olduğunu, olacağını ve olmasını istediğim şeyleri düşünmeyi birkaç hafta önceki panik atak vak’asında bıraktım. Hepsi orada öyle duruyor. Ondan önce çözümleyeceğim her problem dağ gibi yığıldı ama her şeyin başı mutluluk. Bazen bencilce. Bu yüzden sorunlar daha minimal artık: Neden ayakkabımın bağcıklarının birisi çok güzel kurdele olurken diğeri olmuyor? Bu kuaför neden kahküllerimi yamuk ve çok kısa kesti? Zerrin böyle boşvermeyi nereden öğrendi?

Olağanüstü hâl ilan etsem, birisi de çıkıp ‘‘ya kızım saçmalama’‘ demez. Çünkü aslında öyle. Ben her şeyi stabil tutmayı kendi kendime deneme yanılma yoluyla öğrenmişken, birden bir şey oluyor; ne bileyim bir şarkı dinliyorsun, bir deniz kabuğu konuveriyor avcunun içine, bir fotoğrafa bakıyorsun, bir sandalın üzerinde oturmayı özlüyorsun, sonra bir bir yüzüne vuruyor yapman gerekenler, alman gereken kararlar, artık yazmanın zamanı gelen şeyler.

Gözlerim dolu dolu oturdum evin en serin köşesinde, sonbaharın ilk çorabını giydim, yağmur yağsın diye bekliyorum ve ‘zaman akışta’

15 Eylül 2015

Yıldızlardan doğum günü pastası.

Yıldızlarla çizilmiş üçgen bi’ doğum günü pastası. 27 kum tanesi doldurdum cebime.

Eylül’ün 14′ünü 15′ine bağlayan gece. Kumsalda ters duran bi’ sandalın üstündeyiz. Hava bulutlu ama yıldızların gelmesini bekliyoruz, sandala uzanıp. Az sonra doğum günüm olacak. Tayfa sarhoş. Şarkıyı söylemek çok güzel. Kayığın üzerinde ayaktayım, belki düşerim. Düşersem çok güleriz. Öyle bi’ yerde bağıra bağıra bu şarkıyı söyleyin. Kadehler yıldızlara.

‘‘Pantolon ceket sokaklar benim! Bastığım toprak, ağaçlar benim!’’

Havai fişekler patlıyor. İyi ki doğdum ben! ^__*

01 Eylül 2015

Dram.

Temel insanlık dramının her şeye ve herkese karşı ilgi kaybetmekten olduğuna inanıyorum artık. Güzel bi' ağaç gördüğünde heyecanlanmaktan, bir çocuğa dil çıkarıp O'nun utanarak annesinin arkasına saklanmasındaki müthiş masumiyeti gözlemlemekten, kıyıya vuran dalganın kendine has bir melodisi olduğuna inanmaktan, gemi düdüğü sesinin kendini dünyanın en güzel yerinde hissettirmesinden, yolda yürürken şarkı söylemekten bu kadar vazgeçmemiz ancak 'dram' kelimesiyle açıklanır sanırım. Belki bir de keder.

15 Ağustos 2015

Bu hissi ezberle.

Beklediğin şeyler gecikince, kendini oyalamak için bi' şarkı söyle. Olmayacaklar bile belki hatta, 'beklenti' de değil, safi beklemek. Sonra bağzı 'beklenmedikler' oluyor. ('Beklemek' kelimesi anlamını kaybetti, bir daha tekrarlama!) 

Yaşam amacını yeniden bulabildiğin, görece sıcak güneşli Pazartesi. Sana kim olduğunu hatırlatan güzel bi' film. İlk defa izliyormuş gibi. (Bence daha sık aynı filmi izlemeliyim) Çok özlediklerine yazılan birkaç içinin içinden gelen cümle, etrafındaki insanları mutlu edebildiğini gördükçe daha çok, hatta bokunu çıkararak mutlu etme isteği ve bundan da aşırı keyif almak... 

Rengarenk kelebekler çıkıyor ağzımın içinden. Bu güzel hissi unutmamalıyım. Bu hissi ezberlemem gerekli. Ve yeniden kendimi... İçinde güneş geçen şarkılara da bayılıyorum!

07 Temmuz 2015

Kırılsaydı duramazdım.

"Sorarsanız söylerim, sıkıntı var."

Tut o 'söylenmemesi gereken' kelimeleri, çarp birbirine. Çıkan ses rahatlatır belki. Yazmaman gerekirdi. Bunu yazmamalıydın; ama biliyorsun 'yazmazsan delirecektin', delire delire yaz öyleyse boşver. (Boşverince çok tatlı oluyorum.) 

Tut o kelimeleri çarp birbirine, çıkan ses senin sesindir. 

Uyu, uyumadan önceki o hissi de unut. Kırgın çünkü biraz. (Yalan söyledim, epey.) Nasıl uyursan öyle uyanırsın. Olmamış, becerememişsin. ''Nasıl uyursan öyle uyanırsın'' demiştim, bir gece önce. Bir gece uykusu, bir öğle uykusu, bir de akşam uykusu. Hep kırgın uyudun, kırgın uyandın. 

Sırf kendinden başka birisini bu kadar çok düşündün diye, yine inceliğin yüzünden... Bunu artık öğrenmiş olman gerekirdi. Ah!.. Hep bu incelikler yüzünden. 

Hem bence, sadece biraz incindi. Kırılsaydı duramazdım.

15 Nisan 2015

Patika.

Dudağının kenarında üç dikiş varmış gibi gülümseyince acıyor. Her gece yastığından fısıldayarak özür diliyor, yine geç kalmış. Bazı günler anlamsızca uzun, ''Şimdi biraz sarılabilir miyim?'' diye soruyor düşüne. 

Birazdan yine aynı patikada yürüyecek. Omuzlarında öğlen güneşinin sıcaklığı. Boynu papatya gibi, açılıp saçılmış sapsarı tazeliğe. Uzanıp öpüyor omuzlarından... 

Kalbini kıran renkler var, en sevdikleri bir zamanlar. Şimdi adını bile söyleyemiyor, dudaklarının kenarı acıyor çünkü biraz. Her gece kendisinden fısıldayarak özür diliyor, düşündükleri ve özledikleri yüzünden. Uzanıp öpüyor gözyaşlarından...

*DALL-E


05 Mart 2015

Ouse Nehri.

Gece mektup, kahve ve tütün kokuyor. 

Yazılacaksa yazılacak, yani bunların acısı bir şekilde çıkacak. Durduğunu hiç görmedi. Fitili bir şarkı ateşleyecek önce, ''Noluyor ya, iyiydik hani?'' diyecek sonra kendine. On dakikası bir önceki on dakikasına tutmuyor ki, yine hangi densizliğin peşinde? Boşverecek, fitili yanıyor; birazdan patlayacak. 

-Patlamadan birkaç dakika önce.- 

Bir arabanın ön koltuğu. Hava karanlık ve uzun farlar yanıyor. Kıvrımlı yollardan geçiyorlar, farların önünde karlar uçuşuyor. Arabada fitili ateşleyen o şarkı çalıyor. Kimse konuşmuyor, çünkü yol çok güzel kıvrılıyor. Her virajda farın belli belirsiz aydınlattığı dağlar ve yol kenarındaki ağaçlar görünüyor. Şarkı vadilerden tepelerden bahsediyor. Sabaha, şehre ve tüm insanlara çok uzaklar; ama aşka en yakın. Şarkı bitiyor, gözlerini açıyor ön koltuktaki 'gizemli kraliçe'. Az önce müziğin yaşattığı akıl tutulmasının farkında; ''Karşısı hep dağ...'' diye fısıldıyor. Şarkıyı başa alıp, gözlerini kapatıyor. Buralar hep kraliçe. 

-Patlamadan birkaç dakika sonra.- 

Tam beş dakika otuz dokuz saniyedir yerde ölü taklidi yapıyor. Kafası halıdan taşmış, ensesinde soğuk parke. Taş kesilmiş gibi hissediyor bedenini. Taşı tanımlıyor hemen kafası. Bir kadın, Ouse Nehri kıyısında ceplerine dolduruyor O'nu. Az sonra intihar edecek ve hepimiz bir gece yarısında bilinçakışı yazarken O'nu anacağız.

''Ne hoş bir güzelliği vardır, hafif adımlarla, dünyadan gülümseyerek geçenlerin...''

-Virginia Woolf