17 Ekim 2015

Kuş tüyü.

Bazı ‘an’ların uzun uzun anlatılması gerek, her başım sıkıştığında dönüp okuyunca bu cümleler o büyüyü hatırlatsın diye…

Cumartesi öğleden sonrası. Ofisteki işlerimi bitirip, dışarı attım kendimi. Hava güneşli, ama günlerdir süregelen burukluk güneşe rağmen geçmiyor. Geçecek gibi de değil. Ama havanın rengi umutlu. İş için görüşeceğim kişinin şehir dışına çıktığını öğrendim. Ekilmek hiç bu kadar güzel olmamıştı. Programım birkaç saat boş. Ekim ayı dergilerimi henüz alamamışım. İstikamet D&R! Yeni olan ne varsa topladım çıktım.

Önümde kendime ait birkaç saatimin olduğunu bilmek, uzun zamandır böyle bir bilinçle yaşamadığımdan olsa gerek kahveyi bile ayrı güzelleştirdi. Uzun zamandır dinlemediğim, Explosions in the Sky’dan Look into the Air çalmaya başladı iPod’da. (Kesinlikle bu aletin duygusal zekası var, an’a uygun şarkı denk getirmekte üstüne yok!) Ben henüz müziğin bana verdiği mesajı anlamamışım, havaya bakmak yerine heyecanla açıp okumaya başlıyorum. Tam caddenin kenarındaki bir mekan, trafik, insanlar, masama gelip ‘bu sandalye boş mu?’ diye soranlar hepsi bu anın dışında. Belki ben bile.

Kafa Dergi’nin girişini okumaya başladım. Kadir İnanır yazmış. Önce başlık, sonra pankart takıldı gözüme. Pankartı taşıyan insanlara baktım, şarkıyı başa aldım. Günlerdir her canım derin sızladığında, ‘‘Hııkkk’‘ diye nefesimi tuttuktan sonra yeniden nefes alabilmek için yaptığım gibi bir sigara daha yaktım.

Tüm dikkatimi verdiğim yazının ortalarındayım, hem okuyorum hem de okuduklarımı sorgulayıp, içselleştiriyorum. Kafa hizamdan dergiye doğru bir şeyin uçtuğunu farkettim. Göz hizama geldiğinde, onun beyaz bir güvercin tüyü olduğunu anlayınca bu kez heyecandan nefesimi tuttum. Süzüldü, süzüldü -yemin ederim müzikle ahenk içinde süzüldü- tam pankartın üzerindeki ‘barış’ yazısının yanına kondu. O an ilk defa havaya baktım. Güvercini aradım. İnsanlara baktım. Kimse farkında değildi. Keşke hep beraber sevinebilseydik. -hepimiz birden sevinebiliriz, göğe bakalım- diye fısıldayamadım hiçbirisine.

Kamuya açık alanlarda bağıra bağıra ağlamayı, 8 yaşımdayken bana oyuncak org almayan anneme ağlayarak direnişe geçtiğimde yediğim okkalı dayakla bıraktım. Bırakmamış olsaydım, çok ağlardım. Sinir krizi gibi ağlarım hem de. Bir önceki gün, Ankara’da hayatını kaybedenleri beyaz güvercine benzettiğim yazı aklıma geldiğinde; tüm kalbimle orada oturmuş hepsinin adını, yüzünü, hayallerini düşünüp, çok içten hiçbir şeyi istemediğim kadar barışı istediğimde, bir kişi dahi ölmesin diye dilediğimde, sanki oralardan bir ‘barış güvercinin’den bir tüy gelip önüme düşüverdi. Bekle, dedi. Bu kadar umutsuz olma, bu kadar sinirli olma. Bir tüy konuşabileseydi eğer, ‘‘Vazgeçme!’‘ derdi. İnandıklarından. Sevdiklerinden. Direnişinden.

Bir tüy konuşabilseydi eğer, söz verirdi bana. ‘‘Sana söz, barış gelecek’‘ derdi. O diyemedi ama, ben o sözü aldım. Bana söz di mi? O barış ge-le-cek!

Gece eve yürürken aynı şarkı çalıyordu, omzumun üzerinde hayali bir güvercin beni takip ediyordu, ben saatler sonra bile not defterimin arasına sakladığım beyaz bir tüyün varlığıyla mutlu oluyordum. Kamuya açık tüm alanlardan kaçtım. Güvendeyim.

16 Ekim 2015

Bugünleri özlemeyeceğim.

2015 Ekim’in ikinci haftası. Bu ülkede barış için yola çıkan beyaz güvercinleri öldürdüler. Eminim ileride toruna torbaya, yaşlı duygusallığımla ağlayarak ve ellerim titreyerek anlatacağım. En ufağı soracak: ‘‘Neden öldürdüler?’‘ Anneleri kızacak belki, böyle ölümlü dehşetli şeyler anlatıyorum diye. ‘‘Çünkü öldürdüler’‘ diyeceğim. Ve ben bugünleri hiç ama hiç özlemeyeceğim.

Mesleğimin henüz çok başı. En zor haftasıydı. Nerede durmam gerektiği konusunda ciddi sıkıntılar yaşadım. Hem güçlü durmam, güçlü yazmam, olayları iyi kavramam, konuşulanları kaçırmamam gerekti. Ama ben çok üzgündüm. Ve genç yoruldum. Binlerce insan yüzü geçti önümden, çoğu tanıdık; güçlü olmalarından gurur duydum. Ben o kadar değildim. Eylemlerde fotoğraf çekerken ağlıyordum gizli gizli, vizörün içindeki boşluk ıslanıyordu. Ellerim titriyordu, fotoğraflar bulanıktı, içimden slogan atıyordum. Kalbim kırıktı, erken yorulmuştum. Daha çok sigara, daha çok alkol. Daha fazla ağrı kesici. Ruhumun mutsuzlukla ciddi imtihanında, yine iktidar kazandı. Ben gece eve yürürken yine bu şarkıyı dinleyerek içeriye ağladım. Sokağımın başındaki ağacın önünde durup, biraz da ona söyledim şarkıyı. O da ağladı. 

‘’Şu mermi içimi delmeseydi eğer, seni alıp götürecektim...’‘

06 Ekim 2015

Zaman akışta.

Mantık sistemim alarm veriyor. Kendimi unutabileceğim alanlar oluşturmaya çalışıyorum, bu derinlik bizi batırır; bunu kendime anlatamıyorum. Neler olduğunu, olacağını ve olmasını istediğim şeyleri düşünmeyi birkaç hafta önceki panik atak vak’asında bıraktım. Hepsi orada öyle duruyor. Ondan önce çözümleyeceğim her problem dağ gibi yığıldı ama her şeyin başı mutluluk. Bazen bencilce. Bu yüzden sorunlar daha minimal artık: Neden ayakkabımın bağcıklarının birisi çok güzel kurdele olurken diğeri olmuyor? Bu kuaför neden kahküllerimi yamuk ve çok kısa kesti? Zerrin böyle boşvermeyi nereden öğrendi?

Olağanüstü hâl ilan etsem, birisi de çıkıp ‘‘ya kızım saçmalama’‘ demez. Çünkü aslında öyle. Ben her şeyi stabil tutmayı kendi kendime deneme yanılma yoluyla öğrenmişken, birden bir şey oluyor; ne bileyim bir şarkı dinliyorsun, bir deniz kabuğu konuveriyor avcunun içine, bir fotoğrafa bakıyorsun, bir sandalın üzerinde oturmayı özlüyorsun, sonra bir bir yüzüne vuruyor yapman gerekenler, alman gereken kararlar, artık yazmanın zamanı gelen şeyler.

Gözlerim dolu dolu oturdum evin en serin köşesinde, sonbaharın ilk çorabını giydim, yağmur yağsın diye bekliyorum ve ‘zaman akışta’