28 Kasım 2016

Zaman-mekan kayması.

Bir sürü makul sebep sıraladım. Sinirimden koşmaya başlayana kadar da aklımda bir sürü şey vardı. Böyle zamanlarda kendime bu kadar ızdırap olmamalıyım. Çanlar kırık kalbim için çalıyor. Acil eylem planım çantamda ama hepsi de birbirinden saçma.

Çaprazımda oturan Emre'ye, bu halime alıştığımı anlatıyorum. O sırada portakal suyumdan ciddi bir yudum alıp suratımı ekşitiyorum. Birbirimizden farksız durumlarda değiliz aslında. Ve konuyu Starbucks’ın aşırı kapitalist ve aşırı dar masasına yatırıp çözüm arıyoruz. Sonra çözüm önerilerini pratiğe dökmek için birbirimize yeterli derece gaz verdikten sonra bir süre susuyoruz. İyi arkadaşlar böyle yapar çünkü. Bir süre de az önceki ciddi konudan uzaklaşıp boş geyik yapıyoruz. Buraya kadar her şey seyirinde gidiyor. Taa ki birbirimizden ayrıldıktan sonra ben dalgınlıktan tramvaydan iki durak sonra inene kadar...

O iki durak geçene kadar ne yapıyorum bilmiyorum. O kadar kalabalık da değil. Telefonla da oynamıyorum. Sadece duruyorum. İki duraklık mesafede adeta zaman-mekan kayması yaşamışım gibi. Kesinlikle ha tır la mı yorum! Kendimi fark edip indiğimde evden epey uzağım. Aynı zamanda da müthiş bir salak olma hali. Kaybolmuşsun gibi, adını-evini-geçmişini unutmuşsun sanki.

Sağlıklı bir beyne sahip olduğunu düşünen bir insan için bu kısa gidip-geliş inan bana ciddi bir telaş yaratıyor. İndiğim tramvay durağındaki banka oturup,  kendimi telkin yoluyla sakinleştirmeye çalışıyorum. ‘‘İyisin kızım, kısa bir andı..İyisin ama. İyisin di mi?’‘ Kalbimin çarpıntısını aşırı kahveye bağlamaktan başka şansım yok. Yürümek iyi gelebilir diye, az önce aklı tutulmasıyla geçip gittiğim ve hatırlamadığım yolu tepmeye başladım. İçim sinir dolu, aniden ve ışık hızıyla her şeyden bir ergen kadar nefret ederek koşmaya başladım. Müthiş bi’ ızdırap. Ancak çok sevdiğim şarkılar çalarken aniden koşmaya bayılırdım. Birkaç saat önce masada sıraladığımız çözüm önerilerini düşündüm. Yükünü hafiflet...İşi biraz rölantiye al... Bazı adamlardan uzak dur...Hepsinden uzak dur...Vaktini daha nitelikli şeylere harca...Yeniden mutlu şeyler yazmaya başla...  

Hem koşup hem de bunları yeniden düşündüm. İlk anda tüm sorunların çözümüymüş gibi görüse de hepsi aşırı saçma geldi. Dizlerimin bağı çözüldü. Kaldırıma oturup ağladım.

13 Kasım 2016

Bi' tatlı gün.

Dağınık ofis masalarından, sakin ve sarı yapraklı park banklarına... Klavyeyi piyano tuşları gibi kullanabiliyorum. Saatlerdir yazıyorum belki, şimdi sıra kendimde.

Sana mutlu bir sabah anlatayım. Alarmdan önce uyanmakla başlayan. Gece biraz sıkkın uyumuşum ama sabah kalkınca eser yok o histen. Uyku her zaman bildiğim en güzel çare. Bu defa da yine. Sonra gazeteye geç kalma opsiyonumu kullandım. Yolu uzattım, sevdiğim o parktan geçtim. Oturup okuduğum kitabın 6. bölümünü bitirdim. Gün içinde başka bi’ ağaçlı parkta oturup 7. bölümünü bitirmeyi planladım. (Ve bunu başardım) Uzun zamandır ilk defa bu kadar boş bir otobüse bindim. Bi’ tanıdık gördüm. Biraz lafladım.

Ofis. En sevdiğim hali, kalabalık olmayan. Hafta sonu tatiline çıkmadan masayı yine dağınık bırakmışım. Aslında ben bırakmadım, hep öyle. İki tane sıcacık simidim var. Hep en sevdiğim gibi, kenarları çatlamış. Canım piyano dinlemek çekiyor, yanında varsa çellosu tadından yenmez. Imm, güzel bi’ müzik listesi var bildiğim. Önceki günden mutfak dağılmış, serde başak burçluluk. Kahvaltıdan önce bile rahatsız etmeyen çamaşır suyu kokusu... Sonra birkaç saat sonra fark edeceğim bluzum çamaşır suyu lekesi olmuş. Gömlek olsaymış üzülürmüşüm, iyi ki gömlek değilmiş diye sevindim sonra.

Yapılacak birkaç iş var. Kahvaltı eşliğinde yazılacakları yazıp bıraktım yazı işlerine. Başka bi’ kahvaltıya daha davetliyim saat 11′de, gidip bi' görünüp öğle saatlerini kendime ayırmayı planlıyorum. Akşam üzeri de bir panele davetliyim. Gün sıkışık değil, yüzüm aydınlık. Güzel de şarkılar var hani, bir de Düğümlere Üfleyen Kadınlarla Ortadoğu’da bir yolculuğa çıkmışım. Çantamda dört kadın dolaştırıyorum. Fırsat buldukça buluşuyoruz. Hayalimi anlatmış Temelkuran, gün içinde sık sık Tunus’a gidip geliyorum.

Yeşil örtüsü komple sonbahara teslim olmuş bir parkta oturuyorum sonra. Hindistan cevizli çikolata var elimde. Henüz açmamışım. Kırk beşli yaşlarda amca gelip çimenlerin üzerinden kuru yaprak topluyor bolca. Yere eğilip kalkmasını, özenle yaprak seçmesini izliyorum. Sonra tutup ellerinde fotoğraflarını çekiyor. Gidip bi’ taşın üzerine koyup çekiyor. Gülümsüyor sonra telefondaki fotoğrafa bakarken. Ben de gülümsüyorum. Sonra bi’ kız çocuğu geliyor annesiyle. Elinde kocaman sarı yapraklar. Biraz daha bakıyor, en kocamanlarını buluyor yaprakların. Annesiyle gülümsüyoruz birbirimize. 

Sonbahar bugün bizim şehirde sürekli yayılan bir gülümseme etkisi yaratıyor...

02 Eylül 2016

Hâlâ kutsal Eylül, biraz kalbi kırık.

Sonunda yaz da bittiğine göre, dolaptan sonbaharlık ince hırkaları çıkarırken şarkıları da çıkartalım. Portishead, Eylül gibi hep çünkü. 2016 Haziran’ında yayınlanan şahane Abba coverıyla ilk defa Eylül’ü selamlıyorum. Elden ele dolaştıralım bu harikalığı.. Nihayet, ohh be!

Dilimi erkenden yeni yaşımı söylemeye alıştırıyorum. Yine iyi ki Eyül’de doğmuşum diyorum. Bombok ve bomboş bir yaz döneminden sonra Eylül’ün, yeni yaşın ve yeni olan her şeyin beni toparlayacağına deli gibi inanıyorum. Yeniye olan saflık derecesindeki inancımı bu yıl da sürdürebildiğim için kendimle gizli gizli gurur duyuyorum. Sonbaharın ilk çorabını giyip yine, evin en loş köşesinde yağmurun gelişini bekliyorum. Kulağımdaki şarkı S.O.S diyor. Yine tam zamanında geldin be Eylül! Hâlâ kutsal Eylül, biraz kalbi kırık. 

Benim cebirle aram hiç iyi olmadı. Sen sayarsın. Kaç yıl? Kaç ay? Her neyse, bu yıl da hoş geldin Eylül. Bu defa ben seni yalnız başıma bekliyordum.

12 Ağustos 2016

Kendi hızıma yetişemiyorum.

Ben o viraj alma işlerini pek beceremiyorum. Her deneyişimde ölümlü kaza. Ama biliyorum en küçük bi’ reaksiyonum bile ilerleyen zamanlarda ‘dönüm noktası’ efekti yaşatıyor. Sanırım şu aralar seri biçimde dönüm noktası yaşıyorum, hissediyorum.. Evet öyle!

Mantık sistemi çöktü. Tanımlanamayan bi’ cismin etkisi altındayım. Neptün mü geri çekildi, Ay’da mı türlü sıkıntılar var, yoksa henüz bilimadamları dünyanın hızını 000,01 km/h arttığının farkında değil mi? Bence öyle! Tüm bu kargaşaya başka bir türlü açıklama getiremiyorum. Üstelik Ağustos ayı bitmemeye yemin etmiş de sonsuza dek burada sıkışacakmışız gibi. Mantık çöktü demiştim az önce, beni dinlemediğiniz çok belli.

Üzerine düşünmeyeceğime dair kendime ve yakın çevreme söz verdiğim her şey gündemime oturuyor. Bunu aşmak günler hatta haftalar bile alabiliyor. Suni gündemler dahi yaratıyorum ama yok. ‘Normal şartlar altında’ çözüme kavuşması gereken her problem uzuyor da uzuyor. Sanırım hiçbir şey normal şartında değil. Üstelik imdat kolu bozulmuş, yangın merdiveni ahşaptan ve tatbikat nedir bilmiyoruz. Hiçbirisi yetmiyormuş gibi, nadir zamanlarda ağrıyan başım kendi periyodunu oluşturdu. Güçlü kalamıyorum.

Yetişkin bi’ insanın göğüs kafesinde sağda ve solda 12′şer olmak üzere 24 kemik varmış. Sol kafesteki kemiklerimin iki tanesinin kırılmasa bile kesinlikle iyi bi’ incindiğine yemin edebilirim. Oradaki ağrıyı başka türlü betimleyemiyorum. Yer yer 4-5 kemiğe de sıçrayabiliyor bu ağrı, en çok sabah uyanınca. Hele önceki gece yine viraj diye diye ortalarda dolanıp, pek de beceremediğimi kabullenince etkisi artıyor. Uyanınca içli içli şarkı falan söylüyorum o sabahlarda, hâlâ sarhoş. Sonra ‘‘Tanrım ben böyle uyanmayı hakedecek ne yaptım?’‘ diye cevabının gelmeyeceğini bildiğim sorular soruyorum. Soru sormak yaşam biçimimse ızdırabını skeyim gelmeyen cevapların, böyle yaşamın. Ve tabii öyle sabahların.

Kendi hızıma yetişemiyorum. Bu zaman zaman olur, sonra durulurdu. Ya da ‘‘Biraz sakin olmalısın’‘ telkinleri mutlaka işe yarardı. Şimdi telkin yöntemini etkili kullanabilmek için önce kendimin ardından koşup, yetişip omzumdan tutup ‘‘Hele bi’ otur soluklan canım’‘ demem gerekiyor. Kendimi yakalama niyetiyle birkaç adım gidiyorum, dizlerimin bağı çözülüyor. Bi’ kaldırıma çöküyorum. Sigara yakıp, ağlıyorum. Geçen gece ambulansı arayıp ‘‘Beni buradan alın’‘ demeyi bile düşündüm.

Bu kadar anlatınca da bi’ bok olmadı. Duşa gireyim madem.

08 Temmuz 2016

"Senin kalbinin kırılası varmış"

Kalbimi kırmakla suçladığım herkesin kalbini hakkım yokken kırdığımı anladığım büyülü bi’ an var. Belki de tüm bu yorgunluğun tek sebebi bu: sakin olamamak. İlk defa dilimden döküldü belki, bu konuda yardıma ihtiyacım var. Acil.

Hem bu kadar sevgi dolu olup hem de bu denli sinirli olmak, insanları fütursuzca kırmak, kendimde özür dileyecek yüz bile bırakmamak... Neye kızdıysam aslında hepsi kendimim. ‘Kalbimi kırıyorsun’ diye üzerine gittiğim her insan, bu benim şansımdan olsa gerek, bir şekilde onu onarmak için çaba gösteriyor. Kimse de demiyor ki ‘’Senin kalbinin kırılası varmış, ben bir şey yapmadım.’’ Bazen o kadar ikna edici oluyorum ki, sanıyorum insanlar benim yüzümden kötü insanlar oldukları hissine kapılıyorlar. Bence en kötüsü yeni tanıştığın bir insanla bile en fazla 3 saat içinde gereksiz bir tartışma yaratabilmem. Bunun üstüne kırılmam, onarılmayı beklemem, bi’ şekilde haklılığımda onu ikna etmem. İkili ilişkilerime ağır hasar veriyorum, sanıyorum ki beni en çok yoran da bu. Enerjimi sömürdü, zaman zaman işime dahi engel oldu, insanları gereksiz strese soktu ve en kötüsü çok üzdü. Hepsini farkettiğimdeyse de pes etmiş bi’ halde ‘’Bu konuda gerçekten yardıma ihtiyacım var’’ dedim. Son aylarda hayatıma girip girdiği gibi hasar görerek ve hasar vererek çıkan tüm insanların sorumlusu benim. Aslında kalbimi kırmakla suçladığım tüm insanların kalbini kıran da benim. Şimdi o kaotik halin dışından baktığımda, suçladığım hiçbir şey gerçek değil, hiçbirisinin en ufak haklı sebebi yok.

Tüm bunları fark edip, anlatmayı beceremeyeceğim o temel sebebi bulduğumda taşlar yerine oturmaya başladı ve bir telefon konuşmasını hatırladım. Telefonun ucundakine yine alakasız suçlamalarda bulunuyorum. Kendimce bu kaosu yaratmak için hakkım ve aptal bir özgüvenim var. ‘‘Ne yapmadım sana?’‘ diye soruyor. 30 saniye kalıyorum. Tekrar soruyor, bezmiş çünkü artık. Tokat gibi soru, tokat atsa o kadar acıtmaz. Bu kadar zaman sonra bile, hele ki problemi belirledikten sonra etkisi her geçen an artıyor.

Çok geçmişe gidip hepsini değiştiremem. Ama bundan sonrası için çaba gösterebilirim. Henüz taze kırdıklarımı arayıp ‘Yaptığım şeyin farkındayım ve buna hakkım yok’ diyebilirim. Sonra en yakınlarımdan, hayat tecrübelerine güvendiğim ve benim her halimi bilen insanlardan yardım alabilirim. Bunları bir dostla uzun uzun konuşmak, düşünmek ve yazmak benim için önemliydi. Bu gece kalbimi birileri kırdığı için değil, ben insanların kalbini bu kadar çok kırdığım için huzursuz uyuyacağım. Ve tamiri mümkün olan her kalbe mutlaka dokunacağım.

19 Haziran 2016

His.

Günlük yaşam pratiklerini eziyete dönüştüren bi’ düşünce. Sık sık ve her defasında daha çok şiddetlenen baş ağrısı gibi gelen, ‘ben burada ne yapıyorum’ hissi. İçinde “Ne” olması onu bir soru yapmıyor. Soru değil, bir his olması da daha büyük sıkıntı. Boyutu uzay boşluğu gibi mesela. Hem soru olunca doğru veya yanlış bir cevabı olur, his olunca olmuyor. His bok gibi bir şey. Bence bi' hastalık adı olmalı, kesinlikle olmalı. Yapın bunu. Yazın. İlk denek ben olmalıyım. Rica ediyorum. 

Geçen sabah otobüs beklerken Ortadoğu’ya gitmeyi hayal ettim, gidip hiç konuşmamayı ve de. Adımın sadece ‘yabancı’ olacağı yerlere işte. Belki savaşın ortasında, ikinci günü yaşamadan ve yazamadan, belki dayanamam yaşamaya. Belki hani! Ya da bi’ gün öylece ofisten çıkıp, mutfağa kahve almaya gidermiş gibi. Az sonra döncekmiş gibi, ama dönmeyecek gibi aynı zamanda. -Kesinlikle dönmeyecek- DÖNERSE SALAKTIR!

En tehlikelisi bu ara, yol filmi izlemek. Modern zaman işkencesi, gidemeyenler için, gitmeye cesaret edemeyenler. Orada bir yer var uzakta, gitmesek de görmesek de bizim değil, olamıyor artık. Bir yer var, bir yerler var; buradan başka bir yerlerin olduğu düşüncesi bile -var ama sen orada değilsin-, bak nasıl cümleleri düşürüyor bu vasfı hepimizin ağzına sıçan keder. Zaten biz de bazı şeylerin ızdırabı skilemediği için bu haldeyiz.

05 Haziran 2016

‘‘Çok şanslıyım be!’‘ dedim.

Bu aralar ‘‘büyümek’‘ temalı yüce konuşmalar yaparken buluyorum kendimi. Sanırım yaşam gittikçe çoktan seçmeli bir hale gelecek, tecrübe dediğimiz şeyler de tüm bu seçimleri etkileyecek. (Böyle şeyleri geç anlıyorum.) Mesela ‘‘İnsan kotası’‘ diye bi’ şey geliştirdim. Bunun için birkaç hayatı terk etmen gerekiyor. Mümkünse de en zorundan başla. Günler geçtikçe aşık olunmamaya bile alışıyorsun. Yaklaşık 5 yıl, 5 ayda güç bela bir yerlere gömülebiliyor. İlki çok zor olsa da sonrasında hiçbir bahaneye veya değer yargılarına sığınmadan, iki parmağın ucuna sıkıştırıp en uzağa fırlattığın sigara izmariti gibi tak tak tak insanları çıkarabiliyorsun hayatından. Çünkü referans noktan çok kuvvetli. Bak bu muazzam bir güç-müş! Yanlış karar mı diye korkmamak gerekiyormuş, yanlış olsa bile bi’ şekilde doğruyu buluyor. Tüm o kontrol manyaklığın, keyifli bir sohbetin ortasında ‘‘Acaba trafiğe takılıp uçağı kaçırır mıyım?’‘ diye düşünürken, ‘‘Kaçırırsam da napalım sonraki ilk uçakla dönerim’‘ rahatlığına bile ulaştırıyor seni.

Birkaç hayata şöyle bi’ geçerken uğradım. Dinledim, dokundum, içtim, sinirlendim, ağladım ve sonra yürümeye devam ettim. En kötüsünden bile, birçok şey öğrendim. Mesela ‘‘Ben nasıl yapmışım böyle bir şey’‘ demek yerine, ‘‘İyi ki yapmışım yoksa kendimi bu kadar sevemezdim’‘ diyebilmeyi. Hayatımı sıksan, geri kalacak birkaç insana sarıldım sımsıkı ‘‘Çok şanslıyım be!’‘ dedim. Bunu diyebilmek için kötü hayatlar tecrübe etmek gerekmiş. Çünkü siz anlatsanız asla anlamazdım.

Not: İşimde -geneli düşündüğümüzde- güzel bir yıl geçirdim. Tatil rehavetine öyle bir kapılmışım ki bununla ilgili yazmayı planladığım yazıyı yazmadım…Hak edilmiş tatillerle ilgili her zaman güzel şeyler düşünmüşümdür. ‘‘Yıllık kalkınma planını’‘ bugün yaptım. Kendimi harika bir yıla hazırladım! Biliyorum, yoğun ve bol sürprizli olacak. Deli gibi merak ediyorum, önümüzdeki Haziran hala buralarda olursam hangi notu düşeceğim. İşte bizi hayatta tutan şey de bu öngörülemezlik ve merak dürtüsü!

Ben hazırım, yeni yayın dönemine başlayalım! :)

09 Mayıs 2016

Kediyle kedi olma bırak.

Nereden başlamam gerektiğini bilmediğimde, en baştan başlarım.

Sabaha karşı beş. Kendimi uyku aralarında hep aynı pencerenin önünde durup sigara içerken yakalıyorum. Sokak lambası fotoselli, bi’ kedi geçiyor. Lamba yanıyor. Kediye “Pişşşt” diyorum, dönüp yukarı bakıyor, bakıyor. Mal gibi sadece bakıyor. Eve çağırıp iki lafın belini kırasım var. Mesela niye hep aynı saatlerde buradayım, bu işi tatlılıkla çözelim. Ama çözemiyoruz. “Salak yemin ediyorum gerizekalı bu kız” der gibi ağır ağır başını çevirip gidiyor çünkü. Bu saatte yapmam gereken son şey, bi’ kediye sinirlenip pencereden bağıra bağıra küfür etmek. “Kediyle kedi olma bırak” diye diye sakinleştiriyorum kendimi. Ama biraz incindim, kabul ediyorum. En çok da şu saatte bi' kediden medet ummaya sinirlendim. 

Playlistten bu şarkı çalmaya başladı sonra. Sözlerini hatırlıyorum, vazgeçilen hayaller vesaire…Sonraki kendini hırpalama seansının konseptini de belirliyor şarkı. Bakma melodisinin ve vokalinin muazzam yumuşaklıkta olmasına, durduk yere insanın ağzına sıçanlardan. Şu an bunları düşünmektense, bi’ kediye sinirlenmek bence akıl sağlığımız açısından daha hayırlı deyip gözlerimle kediyi arıyorum. Daha önceki gecelerde, pencereden kedilere beyaz peynir falan attığımda iştahla yediklerine şahit olmuştum, gidip dolaptan peynir alıp aşağıya atıyorum. Belki kokusuna gelir diye. Gelmiyor orospu çocuğu. O gelmedikçe bana sinir basıyor, psikolojide buna öfkenin yön değiştirmesi deniyor. Çünkü en çok da sabahın bu saatinde burada olmaya kızgınım, uyandığımda beyin kıvrımlarımın en minik noktasına dahi yapışmış bu kırgınlığa kızgınım, artık spontane yaşayacağım diye iyice sıçıp batırmama kızgınım; söz verdiğim hiçbir şeyi yapmadığım için, tüm bu hengamede kendime bu kadar acımasız davrandığım için ve Monica'ya hayallerinden vazgeçtiği için. Ve kendime, şarkıdaki kadına çok benzediğim için.

Sokak lambası yanıyor. Bir kedi ağır ağır yürüyor. Pencerenin kenarındaki peynir tabağını alıp “Pişşşt!” diye sesleniyorum, yukarı bakıyor. Peyniri atıyorum. Koşa koşa kaçıyor. O kaçış bütün hayatımı özetliyor.

Dişlerimi sıkarak fısıldıyorum:

-Sen de siktir git!

12 Şubat 2016

Taş.

-İlk bisikletime üniversite birinci sınıfta sahip oldum. İçimdeki mutluluğa bakarsak o bana daha çok sahip olmuş gibi. Cansız nesnelere bile, inanılmaz yüce bir sevgi besleme hali, yurdun doğalgaz kutusuna bulabildiğim en kalın zincirle bağlı bisikleti çalınır mı diye uykudan uyanıp kontrol ettirebiliyor. Sabah olsun da bisikletime binip okula gideyim diye hemen uyduğum geceleri bile çok net hatırlıyorum. Pek çok sabah, bisiklete binmeden bu şarkıyı açıp, yüzümü güneşe dönüp sonsuz bi’ mutlulukla okula süzüldüm. Şimdi ne zaman bu şarkıyı dinlesem gözlerimi kapatınca güneş geliyor, yüzümde bir rüzgar, saçlarım uçuşuyor. Hava taptaze. Yine o köprünün yokuşundan bırakıyorum kendimi hızla. Sağımda solumda balıkçı tekneleri, eski ve güzel binalar. Öğleden sonra evdeki bayat ekmekleri atacağım martılar…Güzel şarkıları dinlemeyi bu kadar unuttuğum için kendime kızıyorum. Yaşadığım onca mucizevi günü bir de. Bi’ şarkı hatırlatmazsa, bunları yaşadığımı neredeyse yok sayacakmışım. İyi ki böyle, yaşandığı anda değeri anlaşılamayan ama üzerinden zaman geçince ve hayat akıp bizi başka yerlere sürüklerken hatırlayacağım anların fonunda güzel şarkılar varmış. Yoksa başka hangi güç, soğuk bir şubat gününün öğleden sonrasında güneşli bir mayıs sabahına götürebilirdi bizi?

-Son 2 ayımı anlatan bi’ yazı yazsam başlığı mutlak suretle kaos olur. Şu an bu kaosa müdahale etmeyişim, bazen böyle kaos zamanlarının yaşanması gerektiğine inanmamdan. ‘’Bir de böyle dene bakalım, her boku da biliyorsun, ama bir de bilmediğin yoldan git’‘ hodri meydanı. Bazen kendimi cezalandırıyormuşum hissine kapılıyorum. Belki de son 1 yılda her şeyin benim hayal ettiğimin dışında -ne kadar iyi yönde değişiyor olsa bile- daha önce olmadığı bir hale gelmesinden ve hala aşırı biçimde toy olmamdan. Çünkü ben hala ne zaman ciddi bir toplantıya girsem ya da kendimi aynada öyle ciddi  gömlek ceket falan görsem gülme krizine giriyorum. Ha işimi delicesine seviyorum o ayrı. Son 2 aydaki kaosu kendi haline bırakışım da bundan. 

Bu sürekli parçalı bulutlu veya sağanak yağışlı hali tanımlayamıyorum henüz. Teşhis yoksa tedavi de yok. Dur hele bakalım, akıp yatağını bulacak suyu izliyorum. Bir şekilde şimdi hepimiz, o suyun sürüklediği birer taşız. Bazen birbirimize dokunuyoruz, bir süre beraber sürükleniyoruz. Sonra akıntı, başka bir oyuğun üzerinden geçip yön değiştiriyor. Artık birbirimize dokunarak sürüklenmiyoruz. Başka taşlar, belki yosunlar, kıyıdan kopup suya karışmış ağaç dallarıyla bazen çok hızlı bazen de çok yavaş akıp gidiyoruz. Bazen de çok yüksek bir şelaleden düşüyoruz. Şimdi ben düşüyorum, bu düşmeyi kabulleniyorum. Biliyorum, sert bir şekilde yere çarpacak o taş, şelale bittiğinde… O an, ‘Tamam’ diyeceğim, birkaç parçam kırıldı-eksildi. Geri kalan en sert halimle eskisinden daha büyük bir nehirde akıp gitmeye devam edeceğim. Çünkü Ortaçgil’in de dediği gibi, Bu su hiç durmaz…’‘

18 Ocak 2016

Kendime döndüm, yerinde yok.

Yol. Cebimde badem var. Bu şehir benimmiş gibi yürüyorum, biraz da bu şehir benmişim gibi. Öyle kendinden emin, yere semsert basa basa. Reklam tabelaları. Bu kadar çok olmaması gerek, akla zarar. Aynı anda bu kadar mesajı alan bilinçaltılar için sıkıntılı durum. Buna bir düzenleme gelmemiş miydi? Fosforlu yeşilli-kırmızı olanlar daha fena. Hava karanlık. Yazın son günleriymiş de üstümde ince bi' hırka varmış gibi. Rüzgar da yok. Kimse telaşlı değil, şehir kendini slow motiona almış. Ya da ben, bilmiyorum. Kalbim yavaş atıyor.

Sırasıyla en sevdiğim mağazalar. Ve en çok öfkelendiğim. Millete tavsiye verip verip, bulamadığım kitap. Ben bu kitabı burada bulamıyorsam, sen neden buradasın diyemiyorum dükkana. Dükkanla konuşulmaz. D&R'daki adam, artık dergilerimi ortadan ikiye katlayıp poşete koymamayı öğrendi. Sıkılmıştım her defasında ''Lütfen katlamayın'' diyemeden, çoktan katlanmış dergileri poşete tıkıştırmasından.

Yol. No Land çalıyor. Mırıldanıyorum. Evimin sokağının başındaki ağaç. Uzun olmuş bu yoldan eve girmeyeli. Şarkı bitene kadar, bir de aşağıdaki ağaçlı yolu inip çıktım. Yolun başı, derin nefes. Yolun ortası, derin nefes. Ev. Kalbim normal atıyor.

İçimi bi'şey dürtüyor: ''Yazmadın epeydir...'' ''Dur hele şimdi ortalık karışık'' diyorum, ''Sığır gibi yaşıyorsun'' diye cevap veriyor. İçses dediğin kinlenmez, bizimki yalelli şu ara. Kendi kendime muhteşem laf sokabildiğim için, saçlarımı tararken gülümsüyorum. E-mail sesi gelince ''Yine mi iş!?'' diye sinirleniyorum. Açıp okuyunca, burada biriktirdiğim tüm şarkılar, hikayeler, notlar... Kendimi hatırlıyorum. Başlayıp yarım bıraktığım her projeyi, vakit bulamadıklarımı, artık sıkıldıklarımı, eskisi kadar öncelik vermediklerimi, artık ne yaptığımı...Kalbim biraz kırık atıyor.