-İlk bisikletime üniversite birinci sınıfta sahip oldum. İçimdeki mutluluğa bakarsak o bana daha çok sahip olmuş gibi. Cansız nesnelere bile, inanılmaz yüce bir sevgi besleme hali, yurdun doğalgaz kutusuna bulabildiğim en kalın zincirle bağlı bisikleti çalınır mı diye uykudan uyanıp kontrol ettirebiliyor. Sabah olsun da bisikletime binip okula gideyim diye hemen uyduğum geceleri bile çok net hatırlıyorum. Pek çok sabah, bisiklete binmeden bu şarkıyı açıp, yüzümü güneşe dönüp sonsuz bi’ mutlulukla okula süzüldüm. Şimdi ne zaman bu şarkıyı dinlesem gözlerimi kapatınca güneş geliyor, yüzümde bir rüzgar, saçlarım uçuşuyor. Hava taptaze. Yine o köprünün yokuşundan bırakıyorum kendimi hızla. Sağımda solumda balıkçı tekneleri, eski ve güzel binalar. Öğleden sonra evdeki bayat ekmekleri atacağım martılar…Güzel şarkıları dinlemeyi bu kadar unuttuğum için kendime kızıyorum. Yaşadığım onca mucizevi günü bir de. Bi’ şarkı hatırlatmazsa, bunları yaşadığımı neredeyse yok sayacakmışım. İyi ki böyle, yaşandığı anda değeri anlaşılamayan ama üzerinden zaman geçince ve hayat akıp bizi başka yerlere sürüklerken hatırlayacağım anların fonunda güzel şarkılar varmış. Yoksa başka hangi güç, soğuk bir şubat gününün öğleden sonrasında güneşli bir mayıs sabahına götürebilirdi bizi?
-Son 2 ayımı anlatan bi’ yazı yazsam başlığı mutlak suretle kaos olur. Şu an bu kaosa müdahale etmeyişim, bazen böyle kaos zamanlarının yaşanması gerektiğine inanmamdan. ‘’Bir de böyle dene bakalım, her boku da biliyorsun, ama bir de bilmediğin yoldan git’‘ hodri meydanı. Bazen kendimi cezalandırıyormuşum hissine kapılıyorum. Belki de son 1 yılda her şeyin benim hayal ettiğimin dışında -ne kadar iyi yönde değişiyor olsa bile- daha önce olmadığı bir hale gelmesinden ve hala aşırı biçimde toy olmamdan. Çünkü ben hala ne zaman ciddi bir toplantıya girsem ya da kendimi aynada öyle ciddi gömlek ceket falan görsem gülme krizine giriyorum. Ha işimi delicesine seviyorum o ayrı. Son 2 aydaki kaosu kendi haline bırakışım da bundan.
Bu sürekli parçalı bulutlu veya sağanak yağışlı hali tanımlayamıyorum henüz. Teşhis yoksa tedavi de yok. Dur hele bakalım, akıp yatağını bulacak suyu izliyorum. Bir şekilde şimdi hepimiz, o suyun sürüklediği birer taşız. Bazen birbirimize dokunuyoruz, bir süre beraber sürükleniyoruz. Sonra akıntı, başka bir oyuğun üzerinden geçip yön değiştiriyor. Artık birbirimize dokunarak sürüklenmiyoruz. Başka taşlar, belki yosunlar, kıyıdan kopup suya karışmış ağaç dallarıyla bazen çok hızlı bazen de çok yavaş akıp gidiyoruz. Bazen de çok yüksek bir şelaleden düşüyoruz. Şimdi ben düşüyorum, bu düşmeyi kabulleniyorum. Biliyorum, sert bir şekilde yere çarpacak o taş, şelale bittiğinde… O an, ‘Tamam’ diyeceğim, birkaç parçam kırıldı-eksildi. Geri kalan en sert halimle eskisinden daha büyük bir nehirde akıp gitmeye devam edeceğim. Çünkü Ortaçgil’in de dediği gibi, ‘‘Bu su hiç durmaz…’‘