28 Aralık 2017

Dünya dönmeyi bıraksın.

Mutluysam ve sebebini bilmiyorsam yine de ellerimi çırpmalı mıyım? Anafor tadındayım. Biraz düşündüğünde aslında neden ellerini çırpmaman gerektiğini hatırlayacaksın. Kimyasallar. Daha çok kimyasal. Daha çok... Daha sersem. Daha çok HİSSİZ HER ŞEY!

Bir süredir tedavisini geç kabul ettiğim ruhsal durumlarla uğraşıyorum. Şu dakikalarda her şey çok hızlı mesela, ritmim en yüksek! Birkaç saat sonra diğer ilaçla birlikte gözlerim kapanacak...Ertesi gün öğlene dek uyanamayacağım. Bedenim bir kütle, hatta bir gemi gibi; dünyanın en büyük gemisi gibi süzülecek suyun üzerinde.

+Nasıl gidiyor?

-İtekleyerek.

Gitmesini istemediğim anlar oldu. Dursun. Ne gerek var ki? "Zorlama boş yere olmuyor işte" dedim. Bir sohbet esnasında, durup dururken “Dünya dönmeyi bıraksın istiyorum” dedim. Sonra araştırdım baktım, dünya dönmeyi bırakırsa doğuya doğru savrulurmuşuz. Depremler, tsunamiler, okyanusların yer değiştirmesi, kara parçalarının birbirinin üzerine binmesi. Tam da istediğim felaketler bir arada. Dünya dönmeyi bıraksın istemiştim. Çok haklıydım. Bir gece içimde tam da dünyayı kendi kendime durdurabilecek kadar öfke yüklüyken, ilk defa kendimden korktum. Bu hissi hala cümleye dökemiyorum. İnsanın kendini kendisine karşı tehlike yarattığını anladığı anda kafayı yiyebilirmiş gibi. Ben kafayı yememek için duşa girdim. Yetmedi sokağa çıkıp koştum. Terledim, bir daha duşa girdim. Sabah olunca doktora gidip, kendimi bilimin kollarına bıraktım. Ama sonra yine kendi bildiğimi yaptım. “Ben iyiyim!” dedim. Birkaç gün sonra duşa girmek de, çıkıp koşmak da işe yaramadı. Her kriz bir sonrakinden daha şiddetli oluyordu, iyiyim diye kabul ettiğinde aslında iyi olmuyordun ve bu süreçte en çok o minnak kırmızı kapsüllere inanman gerekiyordu. İkinci defasında çaresiz inandım. Bir de inanmayı seçmek istedim.

Çalıştığım gazeteye durumu anlattım. Önce “İstediğin kadar izin al, senin iyi olman her şeyden önemli” dediler. Zaten doktor rapor vermişti bir öncekinde ve ben o günleri evde hiç uyanmadan geçirmiştim. “Çalışmam lazım, çalışmadan duramıyorum” dedim. Bu bir süreç, geride durma hali. Bilerek seçtiğim... Hala oyunda olduğumu kendime göstermem gerekli, bu hastalığın günlük hayatımı, işimi, ilişkilerimi etkilemediğini anladığımda kabullenebilirim ancak bu tedaviyi. İlaçların hepsini bu yüzden reddettim, hala içebiliyorsam normal seyrinde olabildiği için. Tabii bu süreçte yine ve yine hayatımdaki herkesin ne kadar doğru yerde durduğunu, “Hep birlikte atlatacağız” denilmesinin benim için çok önemli olduğunu, gerçekten yardım istediğinde -belki de hayatımda ilk defa bu kadar açık ve net- çözüm bulunabileceğini öğrendim. Bunlar gelecekte bunu okuyacak olan kendime not: Problemi bul, çözüm için yardım iste!

Şimdi böyle biraz havada asılı kalmış gibi bir haldeyim. Yavaş yavaş alışıyor, özümsüyor ve en önemlisi kabul ediyorum. Kabul edince de çözüm kolay oluyor. Hatta geceleri uykum kaçmasın diye canımın çok çekmesine rağmen kahve içemezken az önce kendi kendime “Oaaa zaten ilaç içince otomatikman uyuyacağım o zaman istediğim kadar kahve içebilirim!” diye sevinirken buldum. Vallahi bendeki bu şapşallıkla, bana hiçbir şey olmaz.

29 Kasım 2017

2017 yılı Z raporu.

El yapımı noel ağacımdan selamlar. 

2014 yılında Samsun'a döndüğümde bu kadar uzun süre burada kalmayı planlamamıştım. Ama aradan geçen 4 yılın sonunda ancak anladım ki, sen istediğin kadar plan program yap, onu senin yerine değiştiren bi' güç var. Geçenlerde konuşuyorduk, her yıl bir öncekinden daha kötü geçti. 2017 de 2016'dan daha kötüydü mesela. Muhtemelen 2018 de bu yıldan daha kötü olacak. Epeydir ülkeyi tekeri kopmuş yokuş aşağı son sürat giden bir traktöre benzetiyorum. Mutlu olma kapasitemiz epeyce daraldı, tahammülümüz bitme noktasına kadar azaldı, kaygılarımız sürekli arttı. Daha çok kapattık kendimizi dışarı...Bir de benim gibi hem içeride hem de dışarıda olmak zorunda olanlar vardı ki, işte bu bizim için gerçek kargaşaydı. 

2017'de çoğu zaman gündem beni yoğurdu. Siyasette yetişemediğim onca olay varken bir de "Eee ben bunu geçen yıl da, hatta önceki yıl da yazmıştım ki?'' dediğim günler oldu. En çok terör olaylarında, kadın cinayetlerinde, çocuk istismarlarında ve bebek ölümlerinde sarsıldım; en çok işini yapmayan bürokratlara kızdım, en çok eğitimde nadiren de olsa yaşanan güzelliklere mutlu oldum. 2017'ye yüzlerce haber araştırması, 750'den fazla yayımlanmış haber, çekilmiş binlerce fotoğraf, içlenilmiş ancak yazılamamış onlarca hikaye, "Keşke ben yazsaydım" dediğim çokça haber, bir sürü yeni şarkı ve film, yeni dostlar, yeni düşmanlar, bir sürü hayal kırıklığı, günlerce geçmeyen öfke nöbetleri sığdırdım. Ama en nihayetinde dönüp baktığımda, hiçbir şeyi yetiştirememiş gibi hissetsem de bir öncekinden daha hızlı geçen yıl oldu. Bu tabloda 2018'den ne beklersem bekleyeyim, 2019 seçimlerine giden yolda, 2018'in daha çetin geçeceğini görmemek en naif tabirle aptallık olur. Bugün ofiste yazmaktan bunalıp, ellerimle silginin üzerine sabitlediğim ağaç parçasıyla noel ağacımı yaparken 2018'i düşünüp kendimi çeşitli planlar yaparken yakaladım. Sonra "Yooo Zerrinciğim yooo, hiç plan yapmıyoruz. Zaten sen yapsan da neredeyse hiçbirisi hayata geçmiyor" dedim. Plan yok ama bir sürü iyi dilek var. Yolda yürürken yerde gördüğüm ağaç parçasını "Ben bununla noel ağacı yaparım ki" deyip cebime atabiliyorsam, o cebimdeyken anlamsız bi' mutluluk yaşadıysam kendimden umudumu kesmemem lazım.

Dünya zor, bu coğrafya, bu ülke çok zor ama bu zorluğun içinden çekip çıkarabildiğimiz, sonra onlara sımsıkı sarılabildiğimiz mutluluklar bulsun bizi yeni yılda. :)

28 Kasım 2017

Beyin krizi.

Bir gün aniden, sanki birkaç saniye içerisinde aklımı kaybetmekten korkuyorum. Paldır küldür. Dinamit yerleştirilmiş bir bina gibi. Kalp krizi gibi. Beyin krizi.

Kalbim yoruldu.

Bu iki kelime kafamdan geçerken yolda yürüyordum. Sanki bir doktorun teşhisi gibi. ‘’Hmm farenjit’’ der gibi. Kalp yorgunluğu. Göğüs kafesime ‘‘O şey’‘ geldi oturdu. Yürüdükçe gider sandım, büyüdü. Evin yakınındaki çocuk parkında salıncağa oturdum. Çok hızlı sallanırsam içimden uçar gider sandım, yine büyüdü. Durup biraz yerdeki kumlarla oynadım ayaklarımla. Dikkatimi kalp ağrısından başka yere verirsem geçer sandım. Büyüdü de büyüdü...

Kalbim çok yoruldu.

Eve geldiğimde kendimi 65 yaş üstü hissediyordum. Ama içimde 16 yaş ergenliğiyle yatağa oturup, yastığı yorganı yumruklaya yumruklaya ağlama isteği vardı. Ben de zaten öyle yaptım. Böyle anların ne getireceği belli olmuyor. En çok böyle anlarda, birkaç saniye içerisinde aklımı kaybetmekten korkuyorum. Kalbim benden daha yaşlıymış, ilk o ölmüş de geri kalanım yasını tutuyormuş gibi. 

Yazmak da bir mücadele biçimi. Ama benim kalbim çok yoruldu.

Boğazım şiş. Muhtemelen yarına sesim yok. Hiçbir krizin sonu yok. “Hiçbir şey benden değerli değil” dedikleri, anlık tamponlar kalbime. Belki elektroşok, telefonun bir ucundaki ses.

“Hiçbir şey yapmadan burada durmak istiyorum. Hayatımın bundan sonraki kısmını burada böyle aptal aptal ağlayarak, bağırarak ve bu çöküşü kabullenerek geçirmek istiyorum.” dedim. Kalbim yoruldu demiş miydim? Göğüs kafesimde 10 bin ton yük var. Derin nefes alamadıkça biner ton daha ekleniyor.

Duvardaki panoda asılı gülümseyen fotoğraflarımdan birisini görüyorum. Ne kadar da yorgun değil kalbim o zaman. En çok gülümseyen fotoğraflarımı görünce ağlıyorum. Tam da burada, şimdi, aklımı kaybetmekten korkuyorum.

Sanırım kaybediyorum.

01 Kasım 2017

Çünkü Kasım.

Kasım ayını şebelek buyur ettik. Burçlara çok inanmam zaten Kasım ayı için felaketler yazıyor. Kışı sessizlik ve sakinlik arzusuyla karşılayıp "Daha çok susup, daha çok yazarım" demiştim. Sanırım işe de yarıyor. Gün içinde kendimi sürekli bir şeyler karalarken buluyorum. Bu hissi özlemişim. Hem hâlâ doğanın bu dönüşümünü izlerken hayranlık ve şaşkınlık arasında kalmayı hem de doğayla birlikte kendi inziva hâlimi de seviyorum. 

Kafamda birkaç hikâye, biraz yol planı, çekmek için sabırsızlandığım fotoğraflar, araştırmak için doğru zamanı beklediğim haberler var. Neden bilmem kış bana hep iyi ve güzel geldi. Umarım seveni sevmeyeni herkese de iyi gelir. "Kasımda aşk başkadır" diyen biraz halt etmiş. Kasım kendine dönme ayıdır. Kendimi özlemişim.

15 Eylül 2017

Hoş geldin 29. yaşım!

Hayat akıyor... Akarken de çok üzülmeyi, çok sevmeyi, çok sevilmeyi ve dahasını öğretiyor. Biten yaşımda direnmeyi öğrendim. Hayal ettiğim gibi yaşamaya, üretmeye, yazmaya; özgür kalmaya, bütün karanlık düşüncelere -hatta bazen kendime- rağmen sevgiyle bakabilmeye direndim. 

Çok şanslıydım, öyle lafın gelişi değil gerçekten de "iyi günde" ve "kötü günde" yanımda dimdik durup elimi tutan ailem, dostlarım ve ekipten öte ikinci ailem olan iş arkadaşlarım vardı. Bugün içimde sabit duran şu acıya rağmen çok sarıldım, çok öpüldüm, çok güzel cümleler duydum/okudum hepinizden. Beni bu anlardan daha güçlü hissettiren başka bir şey bilmiyorum. Benden çok iyi ki siz varsınız, iyi ki yanımdasınız.

"Teşekkürler, büyüyorum sizinle..."

17 Temmuz 2017

Özlenen günler.

-Ödül kutlamaları inanılmaz boyutlara ulaşmış durumda devam ediyor. İki gündür çok sayıda mesaj, telefon aldım. Hiç farkında olmadan etrafımda mutluluğumu paylaşabileceğim ne kadar güzel insan biriktirmişim diye şükrettim. Telefonda sesi güzel dilekleriyle beraber acayip heyecanlı gelen insanlar bence ödülden daha da önemliydi. Bol bol mahcup oldum, çok fazla teşekkür ettim.

-Kafa dinlemenin en güzel yerindeyim. Sabah uyanıp kahvaltımı yapıp Game of Thrones’un yeni bölümünü izledim. Sonra izleme listemden bir film, sonra bir film daha... Sonra çıkıp biraz koşup terledim. İyi müzik dinledim. Önümüzdeki 4 günü de aynı performansla izleyip, okuyup, yazıp, koşup, yüzmeyi planlıyorum.

-Bu şarkı benim için tam bir yol şarkısı. Aslında her atmosfere de uyuyor bence. Hatırası güzel bi' kere...İstanbul’dan Çeşme’ye önemli olanın yolda yaşananlar olduğu bir yolculukta defalarca dinlemiştik. Deli gibi Ege havası özlediğim o günlerde yol da müzik de ilaç gibi gelmişti.

-Gün sonunda yine en büyük pişmanlığın, içinde kin tutamadığından, sana yaşatılan kötü her şeyi unuttuğun oluyor ya. Ölümüm bundan olacak sanırım. Ne kadar üzüldüğümü hep unutuyorum. Hele bir de özlediğimi falan hissedersem, ettiğim büyük laflar da dahil hepsini unutuyorum. Sinirim geçiyor. Bu yüzden çok affediciyim ancak nezaketsizliğe tahammül edemiyorum. Henüz nezaketsizliği affedebildiğimi de hatırlamıyorum. Bu biraz geri dönüşü olmayan yol gibi. Bu noktada affedemeyince kendimi suçlu da hissetmiyorum. Bence makul sebep. Öfke, kin gibi değil de, ‘’Ne gerek var?’’ şeklinde sanki.

-Bir an tüm hayatından uzaklaşıp, kendine o uzak yerlerden bakmanın iç rahatlatıcı etkisi var. Bugün izlediğim bir filmden sonra, kendime çok değil 3-4 dakika dışarıdan baktım. Tökezlediğim, çok yorulduğum, az uyuduğum, duyduğum ve yazdığım onca sarsıcı şeye rağmen dışarıdan baktığım kendimim direnme pratiğiyle müthiş bir gurur duydum. Sonra oturdum çok uzun zaman sonra kendime el yazısıyla bir şeyler yazdım. Duştan çıktım, güzel bir kahve yaptım, yeni bir film daha seçtim. O sırada da bunları karaladım.

16 Temmuz 2017

3.5 kiloluk ödül ve geri kalanlar.

Neden bilmem hayatımın en sıkıntılı dönemlerinde yolum hep Ankara’ya düştü. Bir şekilde gitmek zorunda kaldım ve her defasında da ‘‘İyi ki gelmişim’‘ dedim. Bu defa da öyle.

Biraz kafayı toplayayım diye gazeteye 1 hafta izin alacağımı söyledim. Sonra Başbakanlıktan gelen telefonla, aslında Nisan ayında olması gereken ödül töreninin hafta sonu yapılacağını öğrendim. Apar topar hazırlandım yola çıktım. Ödül töreni başından sonuna kadar muazzamdı. Çok güzel ağırlandım, sanki bütün organizasyon bizim kendimizi özel hissetmemiz için yapılmıştı. Kaldığım otel de çok iyi bir lokasyonda olduğundan bol bol çıkıp özlediğim sokakları, caddeleri yürüdüm. Tunalı’da kahvemi içtim, Karanfil’de fal baktırdım, Yüksel Caddesi’nde İnsanlık Anıtı’na gidip üzülüp biraz daha yürüdüm. Sakarya’da üniversite günlerimi yâd ettim. Eğer vaktim olsaydı Hacettepe’ye de gidecektim ama maalesef olamadı. 

Ödül töreni gecesi bir çırpıda sorunsuz geçti. Tek sorun giymeyi asla beceremediğim ve nefret ettiğim topuklu ayakkabılardı. Bir de tek elle kaldıramadığım yaklaşık 3.5 kilo ağırlığında ödülümdü. Törenden sonra otelin lobisinde kahve içip diğer gazetecilerle sohbet ettik. Kendi şehirlerimizden bahsettik. BYEGM İl Müdürümüz bir an olsun yalnız bırakmadı, hatta bütün fotoğrafları da kendisi çekti.

Uçak biletini bilerek akşam saatlerinde aldırdım. TBMM’ye gitmeyi planlıyordum. Sabah çok erken kalkıp, kahvaltımı edip bavulumu hazırladım ve çıkıp meclise gittim. Gitmeden önce de beni bir şey için arayan milletvekillerimizden birisine Ankara’da olduğumu ve meclise gideceğimi söyledim. ‘’Mutlaka ara, yemek yiyelim’‘ dedi. Tüm Ankara macerası bir kenera mecliste geçirdiğim saatler bir kenara bence. En başta, sarı basın kartının nimetlerini ilk defa yaşadım. Basın girişinden, meclis salonuna kadar yaklaşık 9 koruma durdurup basın kartımı sordu. Meclis basın bürosundan gidip, sarı basın kartımı vererek özel meclis basın kimliğini aldım. Bundan sonrası çok keyifliydi çünkü kimse bana ‘‘Sen kimsin?’‘ demedi. Bunu yerelde hissedemiyoruz belki ama mecliste o saygıyı hissettim. Mecliste bizim milletvekillerinden birkaçıyla karşılaştım. Beni hep Samsun’da görmeye alışkın olduklarından biraz şaşırdılar. Ayaküstü sohbet ettik.

Saat 1′de genel kurul olduğunu öğrendim. Basın bürosundan ‘‘Genel kurula kalacak mısınız?’‘ dediler, ben o zamana kadar 15 Temmuz özel oturumunun gece saatinde olacağını sanıyordum. Hatta Samsun’dayken ilk okuduğumda ‘‘Gece 1′de meclis olacak 2:37′de de cumhurbaşkanı konuşacak’‘ diye düşünmüştüm. O klasik turuncu koltuklu meclis genel kurulu salonuna gidip basın locasına geçtim. Önce Başbakan Yıldırım geldi, ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan tam karşımdaki locaya geçti. Parti liderleri tek tek konuştu. Ben oturum boyunca 20 metre ilerimde duran Erdoğan’ı izledim. İnanılmaz bir konsantreyle kürsüde konuşanları izledi. Suratında tek bir mimik yoktu. Hangi cümleye sinirlendi, hangisini sevdi belli değildi. Çoğu zaman gözlerini bile kırpmadı. Sadece bir kere Devlet Bahçeli’nin ‘‘Öleceksek adam gibi ölelim’‘ cümlesini alkışladı. Haberi yazsaydım ben de oradan yazardım diye düşündüm. Özel bir ana şahitlik etmenin mutluluğuyla oturum bitince çıkıp basın bürosuna geri gittim. Çünkü 15 Temmuz’da meclisin bombalanan kısmını da görmek istiyordum. O kısmın kapalı olduğunu ve akşam açılacağını söylediler. Akşam Samsun’a döneceğimi söyleyince bir koruma eşliğinde bombalanan kısma gittim. Dikkat çekmemem için fotoğraf makinamla değil de cep telefonumla fotoğraf çekmemi rica etmişlerdi. O yüzden istediğim fotoğrafları çekememenin burukluğu ama nihayetinde mecliste görmek istediğim her yeri görmenin keyfiyle çıktım. Meclisten sonra da 3 gündür yoğunluktan fırsat bulup görüşemediğim Ali’yle görüştüm. Uçak saati yaklaştığından biraz apar topar beni otele bırakmak zorunda kaldı. O yüzden bunu saymadık. :)

Rötarlı da olsa Samsun’a geldiğimde bizim tayfa beni ödül kutlaması için Atakum’da bir mekanda bekliyordu. Havaalanından çıkar çıkmaz yanlarına gittim. Yorgun olmama rağmen, Ankara kritiği yapıp ödülü kutladık. Eve döndüğümde saat 2′yi geçiyordu. Öyle bir uyuyuş ki, öğleden sonra kalkıp kendime zor geldim. Ancak akşam saatlerinde sosyal medyada ödül töreni fotoğraflarını paylaştım. Ondan sonra zaten telefon resmen durmadı. Müthiş güzel dilekler, tebrikler. Yatağıma oturup mesajları cevapladım.

Neticesinde kafa izni beklediğim günlerde müthiş bir kalabalığın ve yoğunluğun içine düştüm. En azından ödül işinin aradan çıkmış olmasıyla şimdi ağız tadıyla evimde depresyona girebilir, günlerce yatağımdan çıkmayabilirim.

20 Nisan 2017

Çıkış yolu.

Bu tempo hiçbir zaman düşmeyecek. Ben kendimi ne zaman rölantiye alsam o gün acayip şeyler olacak. Eve gelip, bir şişe şarap açıp sevdiğin şarkıları dinlemek lüks olacak. Yıllardır müzik dinlemiyormuş gibi hissedeceksin sonra. Tüm bu kargaşanın içinde kendini arayacaksın. Bi’ masanın başında yazıyorsun. Neye yazıyorsun, neden yazıyorsun, yahu manyak mısın be kadın neden nefes almadan yazıyorsun?!

Son günlerde hiçbir şeyi yetiştiremiyorum. Birikmiş her şey, bir sürü nezaketli telefon konuşması. Özür dilemeler. İlgilenemedimler. Bölünemiyorum. Birden beşe bölünemiyorum. Yıllık iznimi bir yaylada, içinde akıllı telefon bile bulunmayan bir ortamda hayal ediyorum. Nasıl bir şeye kaptırdım kendimi çözemiyorum. Durup derin bi' nefes alıyorum en sevdiğim ağaçlı yolun başında. Bir şarkı çalıyor suffledan. Gözümde yaşlarla bilmediğim bi’ şeylerden vazgeçiyorum.

Bana çıkış yolu, bana sakin bi’ dünya...

03 Nisan 2017

‘‘Ah be ablacım sen nasıl böyle oldun?’’

Bünyemden muhtıra yedim. Dedi ki, ‘‘Yavaş ol biraz, kendini bu kadar hoyrat kullanma.’‘ Meşazını aldım sevgili bünyem, mutlu ve sağlıklı bi' gelecek için İNŞ CNM YA diyorum.

Bundan 6 sabah önce son derece bitik bi’ halde gazeteye gidiyordum. Evden çıkmadan önce de acaba gazeteye mi gitsem yoksa sağlık ocağına uğrayıp acıyan boğazım için bi’ ilaç mı yazdırsam diye düşündüm. Ama vazgeçtim. Otobüsten inip ofise doğru yürümeye başladım. 10 adım ya attım ya atamadım, bünyede güç bitti, güneş midemi bulandırdı, kafamın içinde bir şey büyüdü sanki, patladı ve ben bayılıp yere düştüm. Etrafımda neler olup bittiğinin farkındayım ama müdahale edemiyorum. Çok kısa anlarla gidip geliyor şuurum. Yolun kenarında hurdacılar vardı. Beni yerden kaldırmaya çalıştılar kalkamadım. Ambulansı aradılar. Sonradan düşünüyorum ve gülüyorum. Yolun kenarından beni hurdacıların toplaması da ayrıca bi’ ironiydi bence. Adamlardan birisinin lakabı ‘‘Kara Dünya’‘ydı. Romandı. Ambulansı o aradı, en çok o kaygılandı. Arada bi’ yüzüme su çarpıp, ‘‘Ah be ablacım sen nasıl böyle oldun’‘ diye panikledi. Sürekli gelmeyen ambulansa kızdı. Yanındaki diğer roman arkadaşı Einstein’ın izafiyet teorisinden enfes bi’ örnek verip ‘‘Aslında ambulansı arayalı o kadar uzun zaman olmadı, bize uzun zamanmış gibi geliyor’‘ diyerek aklımı yeniden başımdan aldı. Ambulans geldi, sağlık ekibinden birisi adımı sordu ‘‘Üşüyorum’‘ dedim. Beni ambulansa taşıdıklarında bir hastalığım olup olmadığını sordu, ‘‘Üşüyorum’‘ dedim. Ateşime baktı, ‘‘Çok ateşin var’‘ dedi ve beni soymaya başladı. Ateşimi ölçtü, 39.5 derece çıktı. ‘‘Üşüyorum’‘ dedim. Hastaneye doğru yola çıktık. Ambulansın kapısını açtılar, ‘‘Üşüyorum’‘ deyip ağlayamaya başladım. ‘‘Biraz üşüyeceksin ama hemen düşürürler ateşi’‘ dedi. Hemşire kız çantamdan telefonumu bulup son aradığım numara olan iş arkadaşımı aramış. Neden hastanede olduğumu bile söylemeden hastaneye çağırmış. Bizim ekip de beni trafik kazası geçirdim sanıp, önce hastanenin başhekimine haber verip ardından toplu biçimde hastaneye koşmuş. Onlar geldiğinde müşahede odasında hala hemşirelere ‘‘Üşüyorum üstümü örtün’‘ diye ağlıyordum. Trafik kazası geçirmediğimi gören ve sevinen şaşkın başhekim suratı, başhekimin peşinde getirdiği diğer doktorlar, o doktorların işine karıştığını düşünüp trip atan acil doktoru, iş arkadaşlarımın paniği, ‘’Anneme haber vermeyin, hallederiz’‘ diye sayıklamalarımla devam eden birkaç saat sonra serumun bünyeyi biraz toparlamasıyla hastaneden çıkıp eve gittim. Bademciklerim şişmiş. Antibiyotik ve 3 gün istirahat verdi. 3 güne toparlarım dedim. Toparlayamadım.

Evde geçirdiğim 1.5 günün sonunda en ufak bi’ gelişme yaşamadım. Aksine, yemek yiyemedim, boğaz gittikçe şişti, enfeksiyon nedeniyle sürekli çıkan ateşi kontrol edemedim, antibiyotikler uyuttu, uyudukça nefes alamadım. En son, yine ateşim çıkıp az kalsın yeniden bayılacakken yeter artık dedim ve bu defa özel hastaneye gittim. Hastaneye gittiğimde ayakta duramıyordum, 2 gündür yutkunamadığım için yemek yiyememiştim ve hala ateşim vardı. Doktor ciddi bi’ tedaviye ihtiyacım olduğunu ve 3 gün hastanede yatmam gerektiğini söyledi. Kabul ettim. Hastanenin ilk günü yediğim serumlarla, akşam konuşmaya ve yutkunmaya başladım. İkinci ve üçüncü günü aynı tempoda yediğim serumlarla da 4. sabaha dinç uyanıp hastaneden çıktım. Hastane günleri aşırı uyumakla, uyku arasında ziyaretçilerimi kabul etmekle geçti. Klişe olarak muzunu ve meyve suyunu alan hastaneye koşmuştu. Odadaki buzdolabı silme muz doluydu. Hatta ben uyurken de gelip, hemşirelere notlar bırakmışlar. Canlarım.

Sabah doktor son defa muayeneye geldiğinde, ‘‘Çok güzel olmuş bademciklerin’’ dedi. Toparlamıştım. Sonra bir dizi yapılacaklar, yapılmayacaklar konuşması gerçekleştirdi. Bünyeyi aşırı yormuştum, artık dinlenmek için kendime zaman ayıracaktım. Bağışıklık sistemim ciddi bi’ uyarı vermişti. Bütün bunların sonucu daha ağır olabilirdi ama ben 6 günle ucuz yırtmıştım. Taburcu olup, Emre’nin gelen çiçekleri ve bavulumu arka koltuğa yerleştirmesini izlerken derin bir nefes alıp şükür seansı yaşadım. Arabada hiç konuşmadan ne kadar özlediğimi farkettiğim ‘dışarıyı’ izleyerek ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Bünyemden muhtıra yedim. Dedi ki, ‘‘Yavaş ol biraz, kendini bu kadar hoyrat kullanma.’‘ Meşazını aldım sevgili bünyem, mutlu ve sağlıklı bi gelecek için İNŞ CNM YA diyorum. Üzerimdeki hastane sersemliğini atıp bir an önce işime başlamak için sabırsızlanıyorum. (İŞ DİYO HALA YA!) Tüm bu olaylardan çıkarılacak bir dizi dersi de, bu yazıyı yazarken çıkarıyorum. ‘‘Her şeyin başı sağlık’‘ cümlesinin vücut bulmuş hali benim bu aralar. Hastanede yüksek moralli olmak, her gelen ziyaretçi, her gelen geçmiş olsun telefonu ve mesajı çok önemliymiş. İnsan böyle zamanlarda bir sürü serumun yanısıra bir sürü de sevgiyle ayağa kalkabiliyormuş. ‘‘Sana bir şey oldu diye aklım çıktı’‘ cümlesi de çok önemliymiş. Bana bu defa da bir şey olmadı. Çeşitli hastane maceralarına yedirdiğim mart ayı bu şekilde geçip gitti. Nisan, referandum dolayısıyla ağır tempolu olacak. Bünyemse, hayatında yemeği kadar antibiyotikle Türkiye siyasetinin bu karmakarışık haline acayip hazır.

Not: Hastaneye yattığım sıralarda, gelen bir telefonda Başbakanlık Basın Yayın ve Enfermasyon Müdürlüğü’nün bu yılki medya ödüllerine katıldığım haberimle Türkiye ikincisi olduğumu öğrendim. O yüzden hastane ziyaretlerinin ‘‘Geçmiş olsun’‘ ve ‘‘Tebrikler’‘ temalı geçmesi de iki ayrı güzelliği yaşattı. Yaklaşık bir hafta sonra Ankara’da yapılacak ödül törenine gideceğim. Bununla ilgili ayrıca bir sevinç ve gurur içindeyim. Bu ödül, güzel günlerin habercisi gibi olduğu yaşanan her şeye baktığımda. Bana evrenin ‘‘İyi gidiyorsun, hiçbir emeğin boşa değil. Her ne yapıyorsan yapmaya devam et kızım, ayakta kal!’‘ deme şekliydi. Senin de meşazını aldım evrencim. Gerekeni yapacağım. Kıps! ;)

24 Mart 2017

Gökkuşağı ve tekboyunuzlu at.

-Uzun süredir izleme listemde olan ama bi’ türlü denk gelemediğim belgesel Stories We Tell’i izledim. Daha ilk sahnesinde bu şarkı çalmaya başlayınca direkt bir bağ oluştu. Sevdiğim şarkıları unutmayı ve sonra kavuşma halini çok seviyorum. Bir yerlerde bahsetmişmdir kesin. İlk dinlendiği günlere götürür hep ve bu mucizeyi bildiğim başka hiçbir şey yapmaz. Belgeseli durdurup, şarkıyı Youtube’tan açtım: Serin bi’ Eylül sabahı, sahilde denizanalarının kıyıya vurduğu dönemler. Bunalımlı bi’ süreçten sonra kendimi spora ve sağlıklı yaşamaya adamışım. Ama görsen, mutluluk fışkırıyor her yerimden. Sabah sahilde çıplak ayaklarla kıyıdan yürüyorum. Kulağımda bu şarkı çalıyor. Kıyıya vurmuş denizanalarına basıyorum. Yumuşak ve eğlenceli bi’ his. Vokal yumuşak. Hava taptaze. Bazen durup dans ediyorum. Kendi etrafımda dönüyorum. Henüz bu kadar alkol kullanmıyorum, sigara içmiyorum. Henüz kalbim de bu kadar kırılmamış. Önce okulumu bitireceğim sonra çok büyük hayallerim var. Dünya benim. Ben, dünya kadarım. Derin iç hesaplaşmaya gitmeyeceğim: O taptaze havalarda güzel müziklerle sahilde dans etmeyi özledim. Bir de böyle şarkılar iyi ki var.

 -Varlıkları nedeniyle sürekli teşekkür etme ihtiyacı hissettiğim insanların hayatımda olması harika bi’ şey. Bunun tadını ancak geçirdiğim kötü günler sonunda kafamı kaldırıp hayatıma baktığım zaman anlıyorum. ‘‘Çok şanslıyım be!’‘ diyorum. Bu aralar da bunu çok sık tekrarlıyorum. Saçımı tepeden topladığımda üzgün olduğumu anlayanından tut, gazeteden çıkmadan önce suratımın ifadesinden tuvaletim olduğunu ancak üşendiğim için gitmediğimi anlayıp beni tuvalete gitmem için teşvik edene; her S.O.S çağrısında yüksek istişare kurulumuzu toplayıp adeta Şansal Büyüka ve Erman Toroğlu pratiğiyle olayları yorumlanmasına, alkol alırken bir müddet sonra canımın çikolata çekeceğini bildiği için, benim almayı unuttuğum çikolatayı aslında çoktan alıp çantasından dans ettirerek çıkaranına, mekana eski sevgili girdiğinde oluşan gerginlikle benden daha çok mücadele edenine kadar daha sayamayacağım bir sürü küçük şeyden dolayı ben acayip şanslıyım! Zaten hayat dediğimiz şey de bu inceliklerin toplamı. Ve hepsinin borcunu ancak onları daha çok daha çok severek ödeyebilirim. Çünkü başka bir karşılığı yok.

-Bir gün bütün bunları unutursam diye yazıyorum. Saç dediğin uzar, duyduğun tüm yalanlar unutulur, kalp dediğin beş atımlık çoğu zaman saçmalayan bi’ organ ama hâlâ bu kadar incinebildiğin için hayattasın. Hep başka yerlerden kırılıyorsun belki, temel sebebi aynı olsa da. Bak bunu unutma, güveninden kırıldığında daha çok saçmalıyorsun. Ama bütün o bambaşka yerlerden kıranlara ve kırıldığın yerlere rağmen, aşık olabildiğin için, gözlerinin içinin güldüğü sabahlar için, bağıra bağıra şarkı söyleyebildiğin bir ağaçlı yolun olduğu için, dostlarına ve kendine sığınabildiğin için hayattasın. Seni var eden hiç bitmeyen kaosların, çoğu zaman kendinden taşan yaşama coşkun, bazen içine düştüğün bunalımların, ‘O burada’ dedirten kahkahan, bir saat önce kaygıdan öldüğün durumun aslında kaygılanacak kadar kötü olmadığında yaşadığın rahatlama ve bunun günde 15-20 kere olması, kalp krizi geçiriyorum diye kendini acile attığında aslında geçirdiğin panik atağın, yazı yazarken sinirinin bozulup aniden delicesine gülmeye başlaman ve bunun ofisin rutini haline gelmesi... Parçadan bütüne, kendini kabul edebildiğinde bir anlamı oluyor her şeyin.

Çok yorgunum ama, odamda gökkuşağı ve tekboyunuzlu at var.

07 Ocak 2017

Tanrım, konuşmalıyız.

Bir sabah Gregor gibi kendimizi dev gibi hamam böceğine dönüşmüş bulmasak da stres topu şeklinde bulacağımız kesin gibi. Sanki her kahvaltıda bu yüzyıla ayak uydurup form değiştirmiş yasak meyveyi yiyoruz. Tanrım, bazı şeyler cidden iyi gitmiyor. Konuşmalıyız.

Son iki yılda sanırım politikadan tiksindiğim kadar başka hiçbir şeyden bu kadar tiksinmedim. Belki bir sürü insanın elinden geçtiği için paradan. Düşündüğünde soyut da somut da her türlüsü pis. Ve temelde baktığında, yani her şeye mantıklı bir açıklama getirmeye çalıştığında sonuç büyük ölçüde buraya çıkıyor: para ve politika.

Şu günlere anlam vermek için uzun uzun araştırıyorum. Düşünüyorum. Yazıyorum. Geçenlerde bir haber araştırmam için tatlı bi' profesörle görüştüm. Kayıt dışı girdiğimiz derin sohbetten çıkarımım bu dünyadan artık bi’ bok olmayacağıydı. Sonra aynı araştırma için başka bi’ psikiyatristle görüştüm. Benim iddiam toplumun bi’ travma geçirdiğiydi. Orada da anladım ki, travmanın ta kendisi olmuşuz. İnsan böyle böyle iyimserliğini kaybedebiliyormuş demek ki...

Mücadele bayrakları yarıya indi, inanca karşı süresiz ve derin bir yas ilan ettik. Seri biçimde gündeme boğulduk, artık yazdıklarımızı da rutine bağlayıp haftada iki kere kınama mesajları yayınlıyoruz. Sürekli bi’ dejavu halindeyiz. Artık acıya refleksimiz bile kopyala yapıştır.

Bütün bunlar olurken karşılaştığım bütün derdi yalnızca aş ve iş olan nice yitik hayat, -bir gün bile kana kana mutlu olamamış kadınlar!- kendime dahi açıklayamadığımdan rüyalarımda sonuç kısmını bulmaya çalıştığım onca gerçek hikaye, her gün bir kere daha yazarak yeniden ürettiğim ve tarihe kazıdığım onca yalan... İşte hepsi üst üste geldiğinde aklımdan sadece Tanrıyla yarım saatlik bir konuşmak geçiyor. Monolog değil, kesinlikle diyalog. Seri bir soru-cevap bölümü. Bütün bunlara karşımda bi’ muhattap bulamama hâli beni yaşadığım dünyaya ilgisiz kalmaya itiyor. Aradığım şey burada değilmiş, çoktan gitmiş gibi.