Bir sabah Gregor gibi kendimizi dev gibi hamam böceğine dönüşmüş bulmasak da stres topu şeklinde bulacağımız kesin gibi. Sanki her kahvaltıda bu yüzyıla ayak uydurup form değiştirmiş yasak meyveyi yiyoruz. Tanrım, bazı şeyler cidden iyi gitmiyor. Konuşmalıyız.
Son iki yılda sanırım politikadan tiksindiğim kadar başka hiçbir şeyden bu kadar tiksinmedim. Belki bir sürü insanın elinden geçtiği için paradan. Düşündüğünde soyut da somut da her türlüsü pis. Ve temelde baktığında, yani her şeye mantıklı bir açıklama getirmeye çalıştığında sonuç büyük ölçüde buraya çıkıyor: para ve politika.
Şu günlere anlam vermek için uzun uzun araştırıyorum. Düşünüyorum. Yazıyorum. Geçenlerde bir haber araştırmam için tatlı bi' profesörle görüştüm. Kayıt dışı girdiğimiz derin sohbetten çıkarımım bu dünyadan artık bi’ bok olmayacağıydı. Sonra aynı araştırma için başka bi’ psikiyatristle görüştüm. Benim iddiam toplumun bi’ travma geçirdiğiydi. Orada da anladım ki, travmanın ta kendisi olmuşuz. İnsan böyle böyle iyimserliğini kaybedebiliyormuş demek ki...
Mücadele bayrakları yarıya indi, inanca karşı süresiz ve derin bir yas ilan ettik. Seri biçimde gündeme boğulduk, artık yazdıklarımızı da rutine bağlayıp haftada iki kere kınama mesajları yayınlıyoruz. Sürekli bi’ dejavu halindeyiz. Artık acıya refleksimiz bile kopyala yapıştır.
Bütün bunlar olurken karşılaştığım bütün derdi yalnızca aş ve iş olan nice yitik hayat, -bir gün bile kana kana mutlu olamamış kadınlar!- kendime dahi açıklayamadığımdan rüyalarımda sonuç kısmını bulmaya çalıştığım onca gerçek hikaye, her gün bir kere daha yazarak yeniden ürettiğim ve tarihe kazıdığım onca yalan... İşte hepsi üst üste geldiğinde aklımdan sadece Tanrıyla yarım saatlik bir konuşmak geçiyor. Monolog değil, kesinlikle diyalog. Seri bir soru-cevap bölümü. Bütün bunlara karşımda bi’ muhattap bulamama hâli beni yaşadığım dünyaya ilgisiz kalmaya itiyor. Aradığım şey burada değilmiş, çoktan gitmiş gibi.