20 Nisan 2017

Çıkış yolu.

Bu tempo hiçbir zaman düşmeyecek. Ben kendimi ne zaman rölantiye alsam o gün acayip şeyler olacak. Eve gelip, bir şişe şarap açıp sevdiğin şarkıları dinlemek lüks olacak. Yıllardır müzik dinlemiyormuş gibi hissedeceksin sonra. Tüm bu kargaşanın içinde kendini arayacaksın. Bi’ masanın başında yazıyorsun. Neye yazıyorsun, neden yazıyorsun, yahu manyak mısın be kadın neden nefes almadan yazıyorsun?!

Son günlerde hiçbir şeyi yetiştiremiyorum. Birikmiş her şey, bir sürü nezaketli telefon konuşması. Özür dilemeler. İlgilenemedimler. Bölünemiyorum. Birden beşe bölünemiyorum. Yıllık iznimi bir yaylada, içinde akıllı telefon bile bulunmayan bir ortamda hayal ediyorum. Nasıl bir şeye kaptırdım kendimi çözemiyorum. Durup derin bi' nefes alıyorum en sevdiğim ağaçlı yolun başında. Bir şarkı çalıyor suffledan. Gözümde yaşlarla bilmediğim bi’ şeylerden vazgeçiyorum.

Bana çıkış yolu, bana sakin bi’ dünya...

03 Nisan 2017

‘‘Ah be ablacım sen nasıl böyle oldun?’’

Bünyemden muhtıra yedim. Dedi ki, ‘‘Yavaş ol biraz, kendini bu kadar hoyrat kullanma.’‘ Meşazını aldım sevgili bünyem, mutlu ve sağlıklı bi' gelecek için İNŞ CNM YA diyorum.

Bundan 6 sabah önce son derece bitik bi’ halde gazeteye gidiyordum. Evden çıkmadan önce de acaba gazeteye mi gitsem yoksa sağlık ocağına uğrayıp acıyan boğazım için bi’ ilaç mı yazdırsam diye düşündüm. Ama vazgeçtim. Otobüsten inip ofise doğru yürümeye başladım. 10 adım ya attım ya atamadım, bünyede güç bitti, güneş midemi bulandırdı, kafamın içinde bir şey büyüdü sanki, patladı ve ben bayılıp yere düştüm. Etrafımda neler olup bittiğinin farkındayım ama müdahale edemiyorum. Çok kısa anlarla gidip geliyor şuurum. Yolun kenarında hurdacılar vardı. Beni yerden kaldırmaya çalıştılar kalkamadım. Ambulansı aradılar. Sonradan düşünüyorum ve gülüyorum. Yolun kenarından beni hurdacıların toplaması da ayrıca bi’ ironiydi bence. Adamlardan birisinin lakabı ‘‘Kara Dünya’‘ydı. Romandı. Ambulansı o aradı, en çok o kaygılandı. Arada bi’ yüzüme su çarpıp, ‘‘Ah be ablacım sen nasıl böyle oldun’‘ diye panikledi. Sürekli gelmeyen ambulansa kızdı. Yanındaki diğer roman arkadaşı Einstein’ın izafiyet teorisinden enfes bi’ örnek verip ‘‘Aslında ambulansı arayalı o kadar uzun zaman olmadı, bize uzun zamanmış gibi geliyor’‘ diyerek aklımı yeniden başımdan aldı. Ambulans geldi, sağlık ekibinden birisi adımı sordu ‘‘Üşüyorum’‘ dedim. Beni ambulansa taşıdıklarında bir hastalığım olup olmadığını sordu, ‘‘Üşüyorum’‘ dedim. Ateşime baktı, ‘‘Çok ateşin var’‘ dedi ve beni soymaya başladı. Ateşimi ölçtü, 39.5 derece çıktı. ‘‘Üşüyorum’‘ dedim. Hastaneye doğru yola çıktık. Ambulansın kapısını açtılar, ‘‘Üşüyorum’‘ deyip ağlayamaya başladım. ‘‘Biraz üşüyeceksin ama hemen düşürürler ateşi’‘ dedi. Hemşire kız çantamdan telefonumu bulup son aradığım numara olan iş arkadaşımı aramış. Neden hastanede olduğumu bile söylemeden hastaneye çağırmış. Bizim ekip de beni trafik kazası geçirdim sanıp, önce hastanenin başhekimine haber verip ardından toplu biçimde hastaneye koşmuş. Onlar geldiğinde müşahede odasında hala hemşirelere ‘‘Üşüyorum üstümü örtün’‘ diye ağlıyordum. Trafik kazası geçirmediğimi gören ve sevinen şaşkın başhekim suratı, başhekimin peşinde getirdiği diğer doktorlar, o doktorların işine karıştığını düşünüp trip atan acil doktoru, iş arkadaşlarımın paniği, ‘’Anneme haber vermeyin, hallederiz’‘ diye sayıklamalarımla devam eden birkaç saat sonra serumun bünyeyi biraz toparlamasıyla hastaneden çıkıp eve gittim. Bademciklerim şişmiş. Antibiyotik ve 3 gün istirahat verdi. 3 güne toparlarım dedim. Toparlayamadım.

Evde geçirdiğim 1.5 günün sonunda en ufak bi’ gelişme yaşamadım. Aksine, yemek yiyemedim, boğaz gittikçe şişti, enfeksiyon nedeniyle sürekli çıkan ateşi kontrol edemedim, antibiyotikler uyuttu, uyudukça nefes alamadım. En son, yine ateşim çıkıp az kalsın yeniden bayılacakken yeter artık dedim ve bu defa özel hastaneye gittim. Hastaneye gittiğimde ayakta duramıyordum, 2 gündür yutkunamadığım için yemek yiyememiştim ve hala ateşim vardı. Doktor ciddi bi’ tedaviye ihtiyacım olduğunu ve 3 gün hastanede yatmam gerektiğini söyledi. Kabul ettim. Hastanenin ilk günü yediğim serumlarla, akşam konuşmaya ve yutkunmaya başladım. İkinci ve üçüncü günü aynı tempoda yediğim serumlarla da 4. sabaha dinç uyanıp hastaneden çıktım. Hastane günleri aşırı uyumakla, uyku arasında ziyaretçilerimi kabul etmekle geçti. Klişe olarak muzunu ve meyve suyunu alan hastaneye koşmuştu. Odadaki buzdolabı silme muz doluydu. Hatta ben uyurken de gelip, hemşirelere notlar bırakmışlar. Canlarım.

Sabah doktor son defa muayeneye geldiğinde, ‘‘Çok güzel olmuş bademciklerin’’ dedi. Toparlamıştım. Sonra bir dizi yapılacaklar, yapılmayacaklar konuşması gerçekleştirdi. Bünyeyi aşırı yormuştum, artık dinlenmek için kendime zaman ayıracaktım. Bağışıklık sistemim ciddi bi’ uyarı vermişti. Bütün bunların sonucu daha ağır olabilirdi ama ben 6 günle ucuz yırtmıştım. Taburcu olup, Emre’nin gelen çiçekleri ve bavulumu arka koltuğa yerleştirmesini izlerken derin bir nefes alıp şükür seansı yaşadım. Arabada hiç konuşmadan ne kadar özlediğimi farkettiğim ‘dışarıyı’ izleyerek ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Bünyemden muhtıra yedim. Dedi ki, ‘‘Yavaş ol biraz, kendini bu kadar hoyrat kullanma.’‘ Meşazını aldım sevgili bünyem, mutlu ve sağlıklı bi gelecek için İNŞ CNM YA diyorum. Üzerimdeki hastane sersemliğini atıp bir an önce işime başlamak için sabırsızlanıyorum. (İŞ DİYO HALA YA!) Tüm bu olaylardan çıkarılacak bir dizi dersi de, bu yazıyı yazarken çıkarıyorum. ‘‘Her şeyin başı sağlık’‘ cümlesinin vücut bulmuş hali benim bu aralar. Hastanede yüksek moralli olmak, her gelen ziyaretçi, her gelen geçmiş olsun telefonu ve mesajı çok önemliymiş. İnsan böyle zamanlarda bir sürü serumun yanısıra bir sürü de sevgiyle ayağa kalkabiliyormuş. ‘‘Sana bir şey oldu diye aklım çıktı’‘ cümlesi de çok önemliymiş. Bana bu defa da bir şey olmadı. Çeşitli hastane maceralarına yedirdiğim mart ayı bu şekilde geçip gitti. Nisan, referandum dolayısıyla ağır tempolu olacak. Bünyemse, hayatında yemeği kadar antibiyotikle Türkiye siyasetinin bu karmakarışık haline acayip hazır.

Not: Hastaneye yattığım sıralarda, gelen bir telefonda Başbakanlık Basın Yayın ve Enfermasyon Müdürlüğü’nün bu yılki medya ödüllerine katıldığım haberimle Türkiye ikincisi olduğumu öğrendim. O yüzden hastane ziyaretlerinin ‘‘Geçmiş olsun’‘ ve ‘‘Tebrikler’‘ temalı geçmesi de iki ayrı güzelliği yaşattı. Yaklaşık bir hafta sonra Ankara’da yapılacak ödül törenine gideceğim. Bununla ilgili ayrıca bir sevinç ve gurur içindeyim. Bu ödül, güzel günlerin habercisi gibi olduğu yaşanan her şeye baktığımda. Bana evrenin ‘‘İyi gidiyorsun, hiçbir emeğin boşa değil. Her ne yapıyorsan yapmaya devam et kızım, ayakta kal!’‘ deme şekliydi. Senin de meşazını aldım evrencim. Gerekeni yapacağım. Kıps! ;)