Bir gün aniden, sanki birkaç saniye içerisinde aklımı kaybetmekten korkuyorum. Paldır küldür. Dinamit yerleştirilmiş bir bina gibi. Kalp krizi gibi. Beyin krizi.
Kalbim yoruldu.
Bu iki kelime kafamdan geçerken yolda yürüyordum. Sanki bir doktorun teşhisi gibi. ‘’Hmm farenjit’’ der gibi. Kalp yorgunluğu. Göğüs kafesime ‘‘O şey’‘ geldi oturdu. Yürüdükçe gider sandım, büyüdü. Evin yakınındaki çocuk parkında salıncağa oturdum. Çok hızlı sallanırsam içimden uçar gider sandım, yine büyüdü. Durup biraz yerdeki kumlarla oynadım ayaklarımla. Dikkatimi kalp ağrısından başka yere verirsem geçer sandım. Büyüdü de büyüdü...
Kalbim çok yoruldu.
Eve geldiğimde kendimi 65 yaş üstü hissediyordum. Ama içimde 16 yaş ergenliğiyle yatağa oturup, yastığı yorganı yumruklaya yumruklaya ağlama isteği vardı. Ben de zaten öyle yaptım. Böyle anların ne getireceği belli olmuyor. En çok böyle anlarda, birkaç saniye içerisinde aklımı kaybetmekten korkuyorum. Kalbim benden daha yaşlıymış, ilk o ölmüş de geri kalanım yasını tutuyormuş gibi.
Yazmak da bir mücadele biçimi. Ama benim kalbim çok yoruldu.
Boğazım şiş. Muhtemelen yarına sesim yok. Hiçbir krizin sonu yok. “Hiçbir şey benden değerli değil” dedikleri, anlık tamponlar kalbime. Belki elektroşok, telefonun bir ucundaki ses.
“Hiçbir şey yapmadan burada durmak istiyorum. Hayatımın bundan sonraki kısmını burada böyle aptal aptal ağlayarak, bağırarak ve bu çöküşü kabullenerek geçirmek istiyorum.” dedim. Kalbim yoruldu demiş miydim? Göğüs kafesimde 10 bin ton yük var. Derin nefes alamadıkça biner ton daha ekleniyor.
Duvardaki panoda asılı gülümseyen fotoğraflarımdan birisini görüyorum. Ne kadar da yorgun değil kalbim o zaman. En çok gülümseyen fotoğraflarımı görünce ağlıyorum. Tam da burada, şimdi, aklımı kaybetmekten korkuyorum.
Sanırım kaybediyorum.