15 Eylül 2018

“Ay inanamazsın, 30′uma geldim. Sigaram ağzımda hala”

Dün gibi hatırlıyorum, sokağı tam bilemesem bile ev arkadaşımla bu şarkıyı bağıra bağıra söylediğimiz bir Çanakkale sokağı. Henüz 24 yaşındayım. Şimdi o yok, ben 30′uma geldim. Sigaram ağzımda hala. 30′uma girdiğim ilk dakikalarda onu aramayı düşünüyorum. Belki bi 4 yıldır konuşmuyoruz. Ona o geceyi hatırlatacağım ve bu şarkıyı. Ve ne kadar özel günler geçirdiğimizi beraber, o günleri çok özlediğimi de.

30! Kocaman bi sayı gibi. Emre 30′a geldiğinde huzur dolduğunu söylemişti, benim depresif halim şu an bu huzura izin vermese de diğerlerinden başka hissediyorum. Artık büyümeyi bitirip, yaşlanmaya başlamışım gibi. Durduğum yerde henüz hiçbir şey yapamamış, hayat bana hala istediklerimi vermemiş gibi. İstediklerim konusundaysa sonsuz iştahsızlık içindeyim. Neyi ne kadar istediğimi bilemediğim bir dönem. Keşke her şey biraz daha netleştiğinde 30 olsaydım. Şu an her şey çok havada. Yeni taşınılmış bir ev gibi, her şey kolilerin içinde.

Eskiden her yaş günümde umut dolu yazılar yazardım. Ne kadar güzel büyüdüğümden falan bahsederdim. Sahi, hep öyle olmuştu. Hemen ilkokul bitsin ortaokula, ortaokul bitsin liseye, o bitsin üniversiteye, o da bitsin iş hayatına atılmak istedim. Şimdi hepsini yaptım ve yeni yaşımda kendime sağlık ve huzur dilemekten başka bir seçeneğim kalmadı. İnsan beklentileri neredeyse hiçe gelince büyüyüp yaşlanmaya başlıyormuş meğersem. Asıl yaşlanmak da buymuş.

Birkaç gündür huzursuzum. İlaçların kesinlikle işe yaramadığını düşünüyorum. Bazı şeyler beni aşıyor farkındayım. Ne kadar istesemde o sabit ruh haline bürünemiyorum. Belki iş stresi belki çok başka şeyler. Üstüne bir de 30′un stresi eklenince. Sanki bir şeylere geç kalmışım, o gemi gelmiş, o gemi gitmiş ben o esnada uyuyakalmışım gibi.

Önümdeki 2 gün doğum günü kutlamalarıyla geçecek. O günü deli gibi mutlulukla karşılayan, yaşayan ben sanırım bu defa o kadar da istekli değilim gibi. Kayığın üstünde deli gibi şarkı söylediğim 27. yaşımdan bugüne çok yıl geçmese de, dolu dolu ve beni yıpratan yıllar oldu bunu inkar edemem. Halen yıpratmaya da devam ediyor üstelik.

30′dan sonra yine yazacağım. Belki mutluyumdur.

12 Eylül 2018

Kelebekler.

+Bunları geçen sefer de anlatmıştın zaten. Sence esas sorun ne? 

-Kelebekler! Her şey gittiklerinde başladı zaten.

 Düşme hali istikrara kavuştu. Milli irade hadisesini de çözebilirsem, sanırım iktidarı da ele geçirebilirim. İnsan kendisinin diktatörü olmalı bazen. Neo kırmızı hapı aldığında Morpheus ona harikalar diyarını vaat etmişti. Benim kırmızı haplarımda henüz öyle şeyler olmuyor. Her sabah ve her akşam üstelik. Bilim beni kandırıyor sanırım, çok kırgınım. 

Geçenlerde yine insan ilişkilerine dair fikirlerin havada çarpıştığı bir masada, “Acaba çabuk mı insan harcıyoruz?” konulu bir tartışma sürerken, henüz yeni tanıştığım ama o cümlesinden sonra ‘Hay ağzını öpeyim’ deyip kalkıp gerçekten öpmek istediğim bi’ kadın “32 yaşıma geldim, ben artık hırpalanmak ve kimseyi hırpalamak istemiyorum” dedi. Hepimiz öyleydik. Ama bunu cümleye dökememiştik. Bu yüzden hep bi’ sınır çizmiştik, bu yüzden ansızın çıkıp gidiyorduk aslında sırf bu yüzden de farkında olmadan zaten kendimizi hırpalıyorduk. O gündür bu dünyanın en naif isteği aklımın içinde dolanıp duruyor.  

Hiçbir şeyin rutine binemeyeceğini anladığımda gazetede, masamda kafamı ellerimin arasına alıp kahvemin içine düşmüş saçımı izliyordum. Balmorhea çalıyordu, önümde yazarken sonsuz bi’ strese sokan bir haber duruyordu ve kafamdan ‘‘Acaba şimdi buradan çıkıp en uzak nereye gidebilirim?” sorusu vardı. Hiç bavul falan hazırlamadan ama, belki dolabımdaki en sevdiğim berelerimi alırım. Kendime cevap veremediğim için yazımı bitirdim, yazı işlerine teslim ettim. O anda gidebileceğim en uzak yer, içine saç düşmüş ve soğumuş kahveyi tazelemek için mutfaktı. Bu kısa mesafeden nefret ettim.

-Kelebekler mi? Bunda ne sorun var?

+Ben yürürken yanımda uçtuklarında beni koruduklarına inanırdım. Günlerce gitmezdi bu his. Şimdi kendimi korunmasız hissediyorum.

13 Temmuz 2018

Orman.

Üç gündür bir ormanda yaşıyorum. Henüz adını bilmediğim ağaçlar ve seslerini tanıyamadığım bir sürü kuş var ama bu bilinmezlik bana ilham veriyor. İlhamsa daha çok düşünme payı ve yazma arzusu. Yeryüzünü ve doğayı içselleştirdiğin büyülü bir an var. Hani ağacı seversin, yere çöp atmazsın veya görgü kuralları çerçevesinde çevreyle aranda bir ilişki vardır. İçselleştirmeyle o ilişki bir üst seviyeye ulaşıyor. Saygı duymaya başlıyorsun artık ağaca, dalına, yaprağına. Aynı zamanda ormanda beraber yaşadığın her şeye. Bir ağacın gövdesine dokunduğunda mucizevi bir huzur hissediyorsun. Kolunda yürüyen karıncayı sakince masanın üzerine üfleme refleksi gelişiyor aniden. Ya da ağaçlardan düşen meşe palamutlarını toplarken yerdeki ota elin takılınca kopacak diye korkuyorsun. Onun da tıpkı senin gibi yaşayan, hisseden ve hatta anlayan bir varlık olduğunu biliyorsun. Tırnaklarının arasına toprak giriyor, ayakların hep kuru yaprak içinde ama kendini asla pis hissetmiyorsun. Aksine bu gördüğün her şeyle bütünleşme hali seni arındırıyor. Bir ağaç kadar diri, yemyeşil bir yaprak kadar taze olmak istiyorsun artık. 

Bu zamana dek bedenini ve ruhunu yoran her şeyden bir anda uzaklaşma kararı veriyorsun. Bıçakla keser gibi. Çünkü bildiğimiz anlamda "sağlıklı" olmak kendini doğayı koruduğun gibi korumaktan geçiyor. Burada bir karıncayı dahi düşünmeye başlarken diğer yandan bu zamana dek kendini hiç düşünmediğin gerçeğiyle yüzleşiyorsun. Doğayı severken kendini de sevmeye ve anlamaya başlıyorsun yeniden. Adeta bir rönesans! 

Bütün bunlar olurken ormanda tatlı bir rüzgar esiyor. Bu tatlılık tek bir an bile bitmiyor. Binlerce şükür bana bütün bunları kulağıma fısıldaya fısıldaya anlatan her bir ağaca, yaprağına...

12 Temmuz 2018

Hamsilos.

Çok uzun zamandır kurduğumuz bir hayali gerçekleştirdik. Sürekli erteledik ama bu defa aniden kendimizi decathlon'da çadır seçerken bulduk. Demek ki neymiş sen istediğin kadar planlama yap o aniden oluveriyormuş. Ani gelişen tüm güzelliklerin hastasıyız. 

İlk çadırımızı 'sabah uyanır uyanmaz denize dalma' hayalimiz için deniz kenarına kurduk. Kumla ve sabah sıcağıyla mücadele dışında keyifliydi. İkincisinde ormana kurduk ki sonucunda bize göre olanın orman olduğuna karar verdik. Sabah uyanır uyanmaz insana dans etme isteği uyandıran bi' yer olduğundan ben de öyle yaptım. Daha önce hiç böyle uyanmamıştım. Tanrım bu enerjiyi bana neden sabahları gazeteye giderken yetişemediğim 8:20 otobüsüne koşarken vermiyorsun? 

Müthiş acemilikler yaptık ama bir dahaki kampta nelerin eksik olduğunu anladık. Konfordan ve alışkın olduğumuz tüm lüksten bir anda vazgeçebilip çadırın kazığını çakmak için ormanda bulduğumuz tahta parçasına deli gibi sevindik. Yolda, iyilikleri karşısında düştüğümüz şüphe yüzünden kendimizden utandığımız insanlarla karşılaştık. Ya da yol bizi oraya götürdü, birtakım insani duygular konusunda nerede olduğumuzu görme fırsatını sundu. (bu mesele hakkında daha sonra uzun uzun tartışılacak) Yol arkadaşı önemli, benim solumda dünyanın her yerine gözüm kapalı gideceğim bi' kadın yürüdü ve uyudu. 

Tüm hikayemiz boyunca varlığıyla ne kadar şanslı olduğumu yine ve yine anladım. Velhasıl insanlık için küçük bizim için hatırı sayılır derecede büyük tecrübe oldu. Bütün bunları ormanın içinde sıcağı sıcağına kendimize not yazdım. :) Ve sevgili okuyucu, aklının bir kenarında böyle bir hayal varsa hemen harekete geç! ^^ Bunun için elimizden ne geliyorsa yapmaya hazırız. Ara bizi :)

20 Mart 2018

Saç.

“Ben o öfkeyle 8 köy yakardım ama, saçlarımı kestirip sessizce evime gittim. Bu, büyümektir”

Ruhumun artık bir yerlere gitmekten çok, bir yerlerden dönmeyi sevdiğini keşfettim bu defa. Bavul doldurmaktan çok, bavul boşaltmayı da. 5 yıl önce kendimi görmek istemediğim tek yerdeyim; ama neden bilmem 5 yıl sonra da burada olmak istiyorum şu an. Bu deli gibi mutlu olduğumdan değil, yorgun olduğumdan. 5 bin yıldır içimde bu öfkeyle buradaymışım gibi hissediyorum bazen. Öfkenin yerleşik bir düzeni var. Zaman zaman kırgınlığa dönüşüyor, ‘‘Şunun sivri kenarlarını bi’ törpüleyeyim” dediğimde asla beceremediğim bir bıkkınlık oluyor sonra... Bazen de bir bedduanın içinde yaşıyormuşum gibi hissediyorum. Her kimin dudaklarından bed döküldüyse adım, eminim benim suçum yoktur. Keşke masumiyet karinemi sorsaydınız. Elinizi bıraktıysam, artık elleriniz soğuk olduğu içindir. Bence önce kendinizi affedin.

Bu şarkı hızlı hızlı eve yürürken, shuffedan denk geldi. Işık hızıyla kendi evim yerine, şarkıyı ilk defa dinlediğim o eve gittim kafamda. Zaten bir kokular, bir de şarkılar ‘O an’lara net ve içi deşerek götüren... Şarkıyı 5 kere başa sarıp yolu uzattım. Evin etrafında dolandım durdum. Kendi evimi unutacak kadar dolandım, içine girip başıma kötü bir şey gelmesini bile umursamayacağım sokaklara gire çıka deştim içimi. Bağırmadan, ağlamadan, küfür etmeden, sessiz sedasız yürüdüm. Bu, büyümektir. 

Eve gelip, birkaç saat önce son yıllarımın en kısa haline gelmiş saçlarıma baktım. Gazeteden aniden çıkmıştım. Kendimi attığım kuaförde daha önce böyle anlarımda saçlarımı defalarca kesmiş, sadece gözlerimizle anlaştığımız, sessiz sedasız iletişim şeklimizle her makas şıkırtısıyla bana aslında ‘‘Bu da geçecek” diyen Bülent’e çene hizamı gösterdim ‘‘Bu kadar kısa istiyorum” dedim. İkiletmedi. Gülümsedi, hiç soru sormadı. Canımı acıtmadan korkarcasına, sanki bir yaranın etrafına dokunuyormuş gibi şıkırdattı makasını. Kendimi hiç kapanmayacak bir yara gibi hissettim. Kan toplayacaktım, kabuk tutacaktım, bazen birileri gelecek kabuğumu kaldırıp kanatıp gidecekti, sonra ben daha sert bir yaraya dönüşecektim. Belki sonra enfeksiyon kapacaktım. Sonra yine tırnaklarıyla kazıyacaklardı. Yarayı kabullenmek de büyümektir. 

Aynada kendimi ve kısa saçlarımı bıraktım. “Yarın sabah işe gitmeden mecburen alacağım” dedim. Sonra kendimi birden çekmece düzeltirken buldum. Çekmece, dolap, kitaplık düzeltirken içime dolan o müthiş rahatlama hissiyle birlikte. Sanki kafamın içini, bütün o olayları, insanları, ağır sözleri, bakmayan gözleri, tutmayan elleri, sevemeyen o kalpleri hepsini katlayıp düzenleyip küçültüp bir yerlere sıkıştırdım. Tutmayan elleri ve sevemeyen kalpleri en arkalara dizdim. Hepsini bir çorap topağının, özenle katlanmış bir kazağın, simetrik dizilmiş kitapların arasında bıraktım. Artık düzeltecek bir yer kalmayana kadar düzelttim. Aynaya hiç bakmadım, baksaydım çok ağlardım çünkü. Kendimi bu kadar hırpalanmış görmeye, gözlerimin artık ışıldayamamasına, saçlarımın her defasında biraz daha kısalmasına bir noktadan sonra tahammül edememekten korkuyorum çünkü hep.

21 Şubat 2018

Süper kahraman!

Meydey meydey, batıyoruz! Denizler aşıp bi' kaşık suda boğulduğum hafta ortasından acı acı sesleniyorum. Olmaz olsundu böyle şey sevgili okuyucu, ama olabiliyordu ve sen sadece alık alık bakıyordun. Sonra minnak çatlaklar, büyük kırıklara dönüşüyordu; 'Nasıl olsa sarılmayacaktı bu kırıklar da, varsın olsun yarılsın', dedim kendime. Kendimi motive ediş şeklimin 'Daha fazlası olsun, oldu olacak bu da olsun' aşamasına gelmesinden ne sorumlu bilmiyorum ama insana gereksiz bir süper kahraman havası veriyor. 

Neticesinde herkes kendisinin süper kahramanı, deli deli olmayın tabii ki kendinizden başka bi' süper kahramanınız olamazdı. Siz de bazen çok şey oluyorsunuz, böyle şeyler yapmayın. Sonra çok kırılmayın, üzülmeyin diye anlatıyorum. Değerimi hiç bilemediniz, rica ediyorum biliniz!