10 Ağustos 2022

Ağustos böceği Z.

Tüm 'drama queen'liğimi kuşanıp ofise döndüm. Toplantı bağımlısı birtakım bürokrat adamlara x işin neden öyle yapılamayacağını, y işin sorumluluğunun benim birimimde olmadığını anlattım. Rutin şeyler benim için ama bazı zamanlar daha zor geliyor. Dizimdeki yara halen acıyor. Başarısız bi' seçimle pantolon giydim ama giymeden önce de aşırı zeki olduğum için 'yara pantolona sürünüp acır ben pansuman yapayım' dedim evden pansuman yapıp çıktım ama daha da çok acıttı. Ofiste pansumanı çıkardım o zaman daha da çok canım acıdı. Haliyle bu acı döngüsü asabımı bozdu. Yeniden pansuman için kurum doktoruna gittim. Doktor yarayı görünce, "Yok yok sende bi' şeyler var" dedi. "Nasıl yani?" dedim. "Sürekli başına bi' şeyler geliyor, bence nazar" deyince ağlayasım geldi de dişlerimi sıktım. Arveles sevdiğimi bilen canım hoca "İkisini birden iç" diye elime ilaçları tutuşturdu, odadan çıkarken pansumanlıyken de bacağım yine acıyordu. 

Dün gece hiç uyanmadığım kadar uyandım. İki defasında pencerenin önünde boş boş durup "Ben şimdi ne yapacağım?" hissiyle bekledim. Neyi nasıl yapacağım değil, genel olarak ne yapacağımla ilgili müthiş bi' kafa karışıklığı. Bunları da sıraya koymak için yazacağım. Birkaç aydır beni tatmin eden bi' şeyler üretemiyorum. Bir iş bittiğinde içime gelen "Oh be ne güzel oldu!" şenliği de olmuyor. Aksine elimden neredeyse her iş, "Bok gibi oldu ama daha fazlası da olamıyor" diyerek çıkıyor. Halen gazetede olsam altına adımı yazmak istemeyeceğim işler kimi zaman üstelik. Haftanın çoğunu 'writer's block' bunalımıyla geçirip huzursuzluğuma huzursuzluk ekliyorum. Daha önce de bu tip dönemleri sık sık yaşadım. Ama kendi kendine bi' şekilde geçti, yeniden üretmeye başladım ve daha kısa periyotlarda oldu. Galiba bu defa zamana yayıldığı için kendimi ayrıca bunaltıyorum. Bazen acaba fikir üretmeyi içermeyen bi' mesleğim olsaydı daha mı az sancılı zamanlarım olurdu diye düşünüyorum. Üretirken hayatındaki hiçbir gelişmeyi yok sayamıyorsun. Çünkü seni onlar besliyor. Aynı şekilde tüketiyor. 

Bu yılın başında bi' Avrupa Birliği projesinde gönüllü olarak çalışmaya başladım. Konu alanımla ilgiliydi ve projenin ortaya koymaya çalıştığı rapor da çok değerliydi. Yılın ilk yarısında gerekli eğitimleri, planlamaları yaptık ve hedefleri ortaya koyduk. Şahane akademisyenlerle çalıştık. Ağustos ayında projenin en önemli kısmına geçtik. Elimde incelemem ve kodlama yapmam gereken 2 bine yakın haber var. Haberleri okuyup daha önce belirlediğimiz 41 satırlık maddeyi haber içeriğine göre tek tek kodlayacağım. Kodlama kısmı kafama bi' türlü oturmadığı için başlamak içimden gelmedi. Anlamak istemedim belki o an bilmiyorum. Böyle durumlarda bi' şeyi yapamıyorsam olduğu gibi bırakırım, kendimi darlamam. En fazla bir saat sonra temiz kafayla geri dönerim ve tıkır tıkır yaparım. Ama buna geri dönemedim bi' türlü. Dün proje grubundan bi' arkadaş "Son 90 haberdeyim" deyince fenalık geçirdim. Sonra hemen plan yaptım: Perşembe-cuma ofise gitmem, zaten bacağım acıyor. İki günde hallederim hepsini. Gündüz proje grubundan arkadaşa yazıp kodlamayla ilgili yardıma ihtiyacım olduğunu söyledim. Yazdığım anda müsaittim konuşabilirdik ama o uyuyormuş. O uyandığında da ben müsait değildim. Akşam ararım dedim ve canım hiç aramak istemediği için aramadım. Eminim çok çok basit bi' şeydir ama anlamak istemediğim zaman cidden anlamıyorum, beyin her yeni bilgiye bloke koyuyor. (Kıza aramayacağımı yazmayı şimdi akıl ettim. O da aramamı bekliyormuş. Aşırı utanıyorum, aşırı.) 

Peki tüm bunlar olurken ben n'aptım? İki gün önce yeni bi' projede çalışmayı kabul ettim. Ricasını kıramayacağım bi' arkadaşın isteğiyle birlikte çalışmak isteyen mimarla bir kahve içtim. Projesini dinledim. Enerjisini ve vizyonunu çok sevdim. Zaten üzerine çalışacağımız yapıyı önünden geçerken görmüştüm ve cidden etkilenmiştim. Beni sonra şantiyeye götürdü ve eserin detaylarını anlattıkça daha çok sevdim. Mimariye olan ilgimi de göz önünde bulundurursak, üretmek için biraz teknik okuma yapmam gerekse bile zevkle hallederim dedim. Bana yeni şeyler katacak diye. Mimar beye bi' proses çizdim. Yapması gerekenleri, ondan istediklerimi anlattım. Son dönemdeki halimi göz önünde bulundurarak bi' şeylere odaklanma ve üretememe sıkıntısı yaşadığımı açıkça söyledim. Bazen kendisinin de yaşadığını çok iyi anladığını söyledi. Her zamanki tavrı mı bilmiyorum ama o da biraz panik, kıpır kıpır ve dikkati dağınık gibiydi zaten. O yüzden direkt "Siz de yoğun görünüyorsunuz, ikimizin de kafa olarak sakin olduğu bir zamanda tekrar görüşelim" deyip 15 gün sonrayı önerdim, kabul etti. Bu sürede ben biraz teknik okuma yapacağım, o maddelediğim konularda çalışacak. Onun çalışacağından eminim de benim okuma yapacağımdan pek emin değilim şu an. Projeye olan heyecanım maksimum yarım saat falan sürdü çünkü. Normal şartlar altında olsaydı o heyecanla daha o geceden bi' şeyler okumaya, not almaya başlardım. 

Şimdi böyle yazınca aslında çok da bi' şey yok. Ben kaosa dönüştürüyorum. Sürekli şikayet ediyorum ve aslında bundan da nefret ediyorum. Ekibimdeki arkadaşlarıma şikayet ettiklerinde kızardım, sorunla/şikayetle değil bi' kere de çözümle gelin diye. Şimdi yürüyen bi' şikayet kutusuyum resmen. Bundan çok daha çetrefilli projelerde, üstelik daha yoğun olduğum dönemlerde çalıştım bi' kere of demedim. Ama şimdi resmen beynim çalışmıyor. Daha önce yaptığım, başardığım her işe yabancı gibiyim. Acaba devcileyin bi' Ağustos böceğine mi dönüştüm de haberim yok? Başka türlü açıklayamıyorum maalesef.

09 Ağustos 2022

Kuzey Fest'in hakkını verdik.

Birkaç aydır sohbet aralarında "Ya Sinop'ta da Kuzey Fest varmış, çok iyi isimler geliyor gitsek aslında" diye konuşuyorduk. Zaman hızlı geçiyor, kendimi bavul hazırlarken buldum. Perşembe gün batımında yola çıktık. Bayılıyorum gün batımında yola çıkmaya. Bi' de öğleden sonra kampta kolayca yenebilecek kısır, makarna salatası, poğaça yaparken tatlı tatlı içmeye de başlamıştım. Yola çıktığımızda tatlı sarhoştum. O yüzden şarkılar daha tatlı geliyordu. Bu sıra çok dinlediğim yol şarkımı çaldık üst üste. Neden bilmem yoldayken hep birlikte keyifle şarkı söylemek çok sinematografik geliyor bana. Bir dolu şarkı söyledik yol boyunca. Pencereyi açtım bazen hıza rağmen, saçlarım uçuştu. Elimi çıkarıp dışarı parmaklarımı izledim. Arkama yaslanıp yanımda benimle şarkı söyleyen arkadaşlarımı izleyip bi' kere daha "Ne şanslıyım" dedim. 

Sinop'a girip kalacağımız yere gittiğimizde hava azıcık kararmak üzereydi. Festival alanı olan Akliman'da, hatta alanın çok yakın bi' yerinde bir arkadaşımızın arkadaşının bahçe içindeki kulübesine gittik. Kulübe minik olduğu için iki kişi harici bahçede çadırda kalacaktı. Bahçeye daha gelmeden izlediğim videosunda bayılmıştım. Tam nehrin kıyısında. İskeleyle nehre bağlanıyor, oradan kayıkla açılıyor. İskelenin üzerinde de minik bir kulübe, kulübenin de nehre açılan kapısı ve merdivenleri var. Nehir kenarı sazlık, bahçe ağaç dolu. Defne ağacını kokusundan tanıyorum artık. Kendimi iyi hissettiriyor. Hemen çadırlarımızı kurmaya başladık. Sahnedeki sanatçının sesi bahçeye kadar geliyordu. Ne yazık ki o esnada Emir Can İğrek sahneye çıktı. Elimdeki çadır çubuğunu yerine takmakla uğraşıyordum. Dinlemek istediğim isimlerden biriydi ama yine de uzaktan gelen şarkılara eşlik ederek çadırlarımızı kurduk ve hızlıca festival alanına geçtik. Sıradaki konser Hayko Çepkin'indi. Her ne kadar tarzı bana çok sert gelse de eğlendim. Sahne şovu konusunda cidden başarılıydı. Hayko'dan sonra gitmek için yavaş yavaş çıkışa ilerlerken Çağrı Sinci çıktı. Birkaç şarkısını biliyordum sadece öyle pek dinlediğim bi' adam da değildi ama Hayko'nun sert soundundan sonra gelen rap soundu evimde gibi hissettirdi. Epeydir rap konserine gitmeyişimin ve alkolden fişşşeek oluşumun şerefine zıplaya zıplaya inanılmaz dans ettim. Tüm festivalin en iyi anlarından birisiydi; çünkü henüz o zaman düşüp bacağımı yaralamadığım için acısız biçimde zıplayıp dans edebiliyordum.

Çıktığımızda o kadar deli gibi dans etmeme rağmen enerjim hala bitmemişti. Kamp alanına giden yolun kenarından yanımda Pelinle yürüyordum. Diğerleri arkamızdaydı hemen. Pelin sıkı sıkı elimi tutuyordu. Yolun da asfalt bittiği yerden aşağı doğru bir kavisi vardı ve o kısım taşlıktı. Ben de hala şarkı söyleyip dans ederek yürümeye devam ediyordum. O sırada yanımızdan geçen arabaların birinden hangisi olduğunu hatırlamadığım bi' rap şarkısı sesi geldi. Sevinçle zıpladım ama zıpladığım yere değil, yolun kenarındaki taşların üstüne düştüm. Pelin eğer elimi tutmuyor olsaydı daha da aşağıya yuvarlanırdım. Yerde birkaç saniye kaldım, başıma üşüşüldü kollar tutuldu. Gözlüğüm de yere düşmüştü ve sanki bi' an Pelin gözlüğüme basıyor sandığım için "Pelin gözlüğüme basıyorsun şu an" dedim. Görmeyip üstüne bir de uyduruyormuşum tabii. Yanımızdaki arkadaşlardan birisi doktordu. Fenerini açıp baktı, kanı görünce ben biraz panik yaptım. "Hiiiii çok kanıyooor!" diye bağırdım. O esnada o yarayı çekiştiriyordu. Canım aşırı yanıyordu. Ayağa kalkıp gayet sakince "Bi' şey yok bunda, taş da girmemiş içine. Gidince temizleriz, kanı da durur hemen" dedi. Sonraki günlerde bu elma büyüklüğündeki yara keyfimi çok kaçıracaktı, acıdan yorulduğum için sinirim bozulacaktı ama acıya rağmen direnecektim ve eğlenecektim. Ekipteki diğer doktor arkadaş da gidince baktı, aynı rahatlıkla "Bir şey yok" dedi. Canım Pelin güzelce yıkadı. Kanaması yine devam ettikçe ortalığı velveleye verdim. Gelip göz ucuyla bakıp geri gittiler. Onlara nazlanmama müsaade etmediler. Sabah erkenden uyandım. Birileri uyansın diye bekledim. Cerrah olan arkadaşım tabureye uzattığım bacağıma gelip baktı uyanır uyanmaz. En nazlı ses tonumla "Hala çok acıyor:(" dedim. Yüzü buruştu sanki bir şey olmuş gibi, daha da yakından baktı birkaç saniye. Sonra bana dönüp hafif dehşetle, "Zerrin, bu bacağı kesmemiz gerekecek" dedi. O kadar ciddi söyleyince ilk birkaç saniye deli gibi korktum, şakayı anlayamadım ve çaresizce baktım. O gülerken gözlerimden damla damla yaş düştü. Ama sonraki günlerde de sürekli bacak kesme şakası yapıp güldük. Bana günde üç tane olmak üzere deli gibi ağrı kesici içirdiler. Daha fazla alkol almam konusunda tavsiye verdiler. Ben de zaten öyle yapacaktım ama doktorların tavsiyesiyle daha tatlı içtim. 

Sonraki gece Manga ve Fatma Turgut konserleri vardı. Genellikle oturmak zorunda kaldığım için sandalyemi peşimde götürdüm. Festival kumsal üstündeydi ve arkadaşlar yaraya kum kaçırmamamı söyledi. Onlar sandalyemin etrafında ben de sandalyede dans ettim. Birkaç şarkıda kalkabildim, onlar da özellikle sevdiklerimdi. O gün acıdan cidden yoruldum ve erkenden uyudum. Ertesi sabah kalktığımda ağrı azıcık azalmış kabuk oluşmaya başlamıştı. Ama bu da kötüydü yürürken tam kıvrım yeri olduğu için acıyordu. Vizyon sahibi annem "Al bunu çantana koy" diye Excipial Lipo vermişti. Bol bol sür yumuşar yarası dediler, boca ede ede sürdüm. Her krem sürüşümde de kendime kızdım. Çünkü her tatilimde mutlaka düşüyorum, bi' yerim yaralanıyor, şişiyor veya hasta oluyorum... 

Gündüzleri tatlı tatlı yüzüyorduk, başka yerlere de gittik yüzmeye ama Akliman kadar sevmedim. Önceki sabah Sercan çok erkenden yüzmeye gidince yunus balıklarını gördüklerini söyledi. Aşırı sevindim, heyecanlandım. Ertesi sabah beraber gittik, göremedik. Sonraki gün de sanki sabah 4'e kadar delice içip dans etmemişim gibi 8'de uyandım ve yunus balıklarını görme motivasyonuyla hemen kampımızın karşısındaki kumsala indim. Bekledim, baktım baktım göremedim. Ama deniz yine de çok sakindi. Fazla kalabalık günler olduğu için kendime de zaman ayırmış oldum. Kıyı boyunca çıplak ayaklarla yürüdüm biraz. Bunalınca ileride de yüzdüm. Sonra daha ileride bir daha. Yanımda saat yoktu. Zamansız olmak acayip bi' şeydi ama güzeldi de. Güneşin konumundan saati tahmin etmeye çalıştım. Ne zaman istersem o zaman döneceğim, zaman umurumda değil dedim biraz daha yüzdüm. Su her zaman her şeye iyi gelir çünkü, yarama da iyi geldi. Belki birçok yaraya. Su berraktı, çok sevdiğim bi' şarkıda geçen "Berrak sudaki kırmızı balık" kısmı geldi aklıma, mırıldandım. Keşke balık olsaymışım. Birisi de benim için heyecanla yatağından kalkıp kumsala koşsaymış. 

Cumartesi akşamı Sagopa Kajmer ve Pinhani vardı. Sagopa dinlemeyeli çok uzun yıllar olmuştu ama dinlediğim o kadar yılın hatrına o konsere gitmeye değerdi. Ama benim için sönük geçti. Pinhani ise hayatımda gittiğim en iyi konserlere ilk 5'e girer konser oldu. Birkaç aydır "Bilir o beni" şarkısını dinliyordum ama her zaman da değil. Hani "Bu şarkı ağzıma sıçar benim şimdi, hiç gerek yok" diye kendinize kıyamayıp Spotfy'da listeden gelince hemen değiştirdiğiniz şarkı vardır ya... Öyle olmuştu benim için. Henüz konserin en başında "Bilir o beni" introsu duyunca kalbimin ne kadar kırık olduğunu hatırladım. Üstelik o anda şarkıyı değiştiremiyordum aslında değiştirmek de istemiyordum. "Deşecekseniz deşin" dedim kendi kendime. Yaşam çizgimde bi' Pinhani konserinde "Bana acımadı ama sever beni o" diye haykıra haykıra ağlamak varmış. Sesim de tam bu şarkıda kısıldı. Nevin ve Pelin iki yanıma sarılıp benimle sallandı. Pelin kulağıma eğilip "Ağla kuzum, ne varsa dök içinde" dedi. Daha çok ağladım. Sonraki şarkılar da hançeri içimde çevirdi. Repertuvar nefisti, kimse benim Pinhani'yi o kadar sevdiğimi bilmiyormuş. Ben de meğersem Pinhani fanıymışım, tüm şarkılarını ezbere biliyormuşum. Artık hangi grupları seviyorsun sorusuna Pinhani cevabı da vermezsem ayıp ederim gibi. 

Bi' an oldu Pinhani konserinde. Yıllarca unutmayacağımız ve gülümseyerek hatırlayacağımız bir an. Diğerleri bira almaya gitmişti, Nevin ve ben kalmıştım sadece. "Dön Bak Dünyaya" çalmaya başladı. Biz sarılıp sallanmaya başladık. Nevin'e "Kaç yıl oldu?" diye sordum. "Bilmiyorum, ben saymayı bıraktım. Artık aile olduk" dedi. "Ben çok şanslıyım" dedim sarıldım. Sonra benim biram bittiği için benimle birasını paylaştı, ayaklarında benim sarı terliklerim vardı; ben de terliklerimi paylaşmıştım. Sonra bir arkadaşla böyle küçük şeyler olsa bile paylaşma hissinin ne kadar harika olduğunu düşündüm. Bu harikalığı Nevin'e anlatmaya çalıştım. Ben anlatamadım ama o beni anladı. Sonra "Bizim bi' şarkımız var mı?" diye sordum. "Bütün şarkılar bizim" dedi. "Yoo resmi olarak yani, resmi sponsor gibi işte" dedim güldük. O zaman bu olsun dedim, "Asla vazgeçmeeeeğğ" derken. Artık bi' şarkımızın oluşuna bir kere daha sarıldık. Çok ağladığım için azıcık kızdı. Birkaç gün önce son dönemin saçma sapanlığı hakkında konuşup çözümler için yol haritası çıkarmıştık beraber. "Toparla artık, bu defa çok uzun sürdü" dedi. "Haklısın, halledeceğim" dedim. Daha fazla kızmasın ve sussun diye bi' daha sarıldım. Ahahaha. (Ben bu paragrafı yazmaya başlarken arkada Pinhani listesi akıyordu ve "Dön Bak Dünyaya" çalmaya başladı. Tüyler diken diken...)

Pinhani konserinde duygusal olarak sağlam tokatlar yedikten sonra eve döndük. Tayfanın bir kısmı konsere gelmemişti. Nefis bi' ateş yakmışlar, güzel bir masa hazır. Yeteri kadar alkolün üzerine ekstra alkol de binince nefis bi' after partye döndük. Ateş başında dans etmeyi her zaman sevmişimdir. Üstelik tayfanın bir kısmı dans okulundan arkadaşlarımız olunca ağaçlara tatlı bi' bachata şov da yaptık. Ben şalteri kapatmak üzere olduğumu anladığım için kendimi yatağa attım. Hava aydınlanıyordu ve son güne uyanıp akşam deli gibi beklediğim Mor ve Ötesi konserine gidecektik. Gün içinde aklıma akşam Mor ve Ötesi konserine gideceğimiz geldikçe mutlu oldum. Bir türlü akşam olmadı. Bacağım bir tık daha iyiydi ve sabırsızlanıyordum. Konserden hemen sonra, gece yola çıkacağımız için akşam üstü eşyaları toplamaya başladık. O güzel oyaladı. Sinop mantısı hedefiyle de merkeze gidip tekrar festival alanına döndük. Sahnede Ceza vardı, vokalinin şahaneliğini öve öve bitiremedik. Kısa süre sonra benim tüm festival boyunca beklediğim an geldi: Mor ve Ötesi. İlk gençlik grubum olduğu için nedense bende hep ayrı bi' yeri var. Yıllaaar önce bi' konserine gitmiştim, yeniden gitmek istiyordum epeydir. Özellikle İnönü'deki son konserlerini izledikten sonra...Orkestra şahaneydi, sololar muhteşemdi ve tabii Harun Tekin apayrıydı. Çıplak ayaklarım kumsalda mest olarak izledim. Beklediğime değdi, aşırı keyif aldım. Bislerini "Bir Derdim Var"la yaptılar, ne de iyi yaptılar. Konser bitince, dönüp bizimkilere "Böyle bir grup Türkiye'den çıktığı için çok şanslıyız" dedim heyecanla. 

Dolu dolu geçirdiğimiz dört günün sonunda gece üç gibi evde olduk. Yüzümde tatlı bi' sırıtış. Tayfanın çoğu Pazartesi kalkıp işe gitti, ben tatili biraz daha uzattım. Kendi kendime kalıp halletmem gereken bazı şeyler olduğu için kendimle uzun ve içli konuşmalar yapmamın icap ettiği bi' dönem. Bu yazı da onlardan biriydi. Uzun zamandır günlük tarzında detaylı bi' şeyler yazmamışım. 13 yıl öncesine bakınca, 13 yıl sonra bu yazının ve en küçük detayının ne kadar önemli olacağını biliyorum. O kadar keyifli vakit geçirmişim ki telefonu çıkarıp konserlerden ne bi' fotoğraf ne de bi' video çekmişim. Ben de zamana bu yazıyla iz bırakayım madem. Ehehe.

07 Ağustos 2022

Işıltı Nehri.

Bu sabah Nevinle kahvemizi bu nehrin kenarında oturup içtik. Günlerdir yazmak istediğim bir sürü tatlı ayrıntı var ama bunu hemencecik notluyorum tayfa kahvaltı hazırlarken.

Kalabalıktan kaçıp kendimize, sadece birbirimize ayırdığımız an. Öyle önemli şeylerden de bahsedilmiyor, hayat son derece sıradan. Sıradan anların büyüsü geliyor aklıma. Zincirleme kahkahamız var dün gece olanlar hakkında konuşurken. Saat kaç bilmiyoruz. Ne zaman gideriz bilmiyoruz. Nehrin adını da bilmiyoruz. O yüzden adını Işıltı Nehri koydum. Tatlı bi' rüzgar var, güneş ışığı kıpır kıpır suyun üzerinde ışıldıyor. Biz dünyadaki her şeye gülerek o iskelede oturuyoruz. "Üzerimdeki mayo hala ıslak umarım bu beni hasta etmez ama bu an için de bu bedeli öderim" deyip gülmeye devam ediyorum. Birkaç saniye sessizlik, ışıltıya bakıp mırıldanıyorum "Zaten yürüyen bi' bedelim..."

Buna da gülüyoruz, çünkü neden gülmeyelim? 

01 Ağustos 2022

13 yıl sonra...

Sinemadaki zaman atlaması tadında günlerdir kafamda dönen başlık: "13 yıl sonra..." Kahramanımızın başına neler neler gelmiş? Bir sürü merak ettiğimiz ayrıntı. Aradan onca yıl geçti neler olmuş? Acaba o konuyu halletmiş mi? Çok hayal kurardı, hangisine sarılabilmiş? Kalbi pek kırılmış ama yine de yollara düşmüş mü? Gittiği yerler güzel miymiş, yeni denizlere açılmış mı? Bir kumsalda çıplak ayaklarla dans edip bağıra bağıra şarkı söylemiş mi? Kendini sevmekten vazgeçmiş mi yoksa kendini sever gibi başkasını sevmeyi de öğrenmiş mi? Çok güzel sevilmiş mi? Kaybetmiş mi? Terk etmiş mi? Geri dönmüş mü? Unutmuş mu? Aniden hatırlamış mı? Kavuşmuş mu? 

Bilgisayardaki yarım kalmış senaryoları, öyküleri toparlayayım dedim kendi kendime. Hızlı da harekete geçtim. Yazıların olduğu klasörü kurcalarken "stresella blog 2009" diye bir html dosyası gördüm. Sonrasında hatırladım. O dönem yazdığım blogu dışa aktarıp kapatmıştım. Yeni blog açıp içe aktardığımda beni varlığını unuttuğum bir ton yazı karşıladı. İyi ki öyle detaylı, ince ince ve delirerek yazmışım. Üniversite sınavına hazırlanmanın verdiği tüm ruhsal bunalımları bloga kusmuşum. İyi ki de kusmuşum. Sayesinde 20 yaşımdan 33 yaşıma öğütler aldım. 

2009-2010 yazılarının büyük bir kısmını elden geçirdikten sonra yeniden yayına açtım. Hep dağınık yazdığımdan şikayet etmişim. Yine aynı şikayeti edeceğim kusura bakmayın. Ama sonra büyük bir sabırla çalıştım, didindim ve 2010 sonrasında diğer mecralarda tuttuğum ve çoğunu kapattığım blogları yeniden buldum buluşturdum, yazıları toparladım ve bu bloga aktardım. Her ne kadar 2010-2015 arasında kayıp yıllarım olsa da o yıllarda okul nedeniyle yazma pratiğimin sürekli olarak senaryoya dönüşmesinden kendim için cidden yazmamışım. 

Şimdi tüm yazılar yerli yerinde, ilk defa böyle derli toplu bi' bloga sahip olmanın şaşkınlığını yaşıyorum. Belki bu derli toplu olma hâli beni yeniden kendim için yazmaya döndürür. Yeniden yazmaya başlamam için yakın arkadaşlarımdan uzun süredir teşvikten baskıya dönüşen bir sitem duyuyordum. Blog üzerinde çalışmaya başladığımı müjdelemem de tatlı bi' sevinç dalgası yarattı. 

Biraz işçiliği vardı. O dönem müzikleri fizy'den link verdiğim için bütün linkler kurbağa olmuş onları elden geldiği kadar yeniledim. Bazı yazıların fotoğrafları olmalı, onları henüz eklemedim. (Blog şu an yeni taşınılmış ev gibi, her yerde koliler var) Canım sade tasarımım ve domain işleri taze bittiği için bu yazıyı geciktirdim. Çünkü uzun bi' süre isim bulamadım. Önceki birçok forumda, sözlükte ve bu blogta yazdığım "stresella" mahlası fazla ergen işi gibi geldi. Sonra bi' gün ben çalışırken yine "Acaba kapıyı kilitledim mi?" diye evhama düştüm. Bunun bir döngü olduğunu elbette biliyordum. Kalktım eve gittim. Yolda gelirken de "Bu kaçıncı 'Acaba evin kapısını kilitledim mi?' anksiyetesiyle gün ortasında işi gücü bırakıp eve gidişim?" diye düşündüm. Sonra kendi kendime bu genel telaş, heyecan, anksiyete durumumu gözden geçirirken aklıma "Velvele" kelimesi geldi. Ne kadar da ben bi' kelimeydi. Sonra "Al işte blog adı bana: Velvele Hanım!" dedim. Ofise döndüm hemen baktım domain de boş. Hiç düşünmeden, acaba demeden aldım gitti. Sonra akşam bizim tayfayla buluşunca halk yoklaması yaptım. Herkes "Velvele" kelimesinin ruhumdan bir parçahahahha şaka şaka, onlar da çok sevdi çünkü ben sevdim. Hayırlı olsun ve hayırlısı olsun.

Not: Domaini blogspota bağlamayı beceremediğim için IT'deki arkadaşımdan destek istedim, "Tamam gelirim" dedi, gelmedi. Sonra laf arasında canım Tugay'a söyledim. "Ben hallederim" dedi. Geldi, uğraştı uğraştı ama daha 15. saniyede halledebileceğine inancımı kaybettim. İnatla beni Wordpress'e geçirmeye çalıştı, orada domaini biliyormuş. Geçmem dedim, blogspotla gönül bağım var. Çok gereksiz bir ayrıntı ama evinde usta beklediği için ben hemen çıkıp gitmesini istiyordum. "Yarın bakarız hadi git git" desem de bi' yerleri kurcalamaya, Google'dan bi' şeyler bakmaya devam etti. Sonra oldu ama nasıl olduğunu kendi de bilmiyor. "Bir daha yap desem yapamazsın" dedim. "Yapamam" dedi. 3 gündür kahkahalarla sağda solda bu nefis başarıdan bahsedip gülüyoruz. IT'deki arkadaşım TAM 3 GÜN SONRA "Aaa senin bi' site işin vardı?" dedi, gururla "Gerek yok Tugay halletti onu yaaa" dedim gittim. Bunu henüz Tugay'a anlatmadım. Yarın da buna çok güleriz.