19 Aralık 2023

Hipomani dansı.

Köpek gibi çalıştığım günlerden sadece birisi daha. Daha önce yazdım mı bilmiyorum ama yavaş yavaş geçtiğine şahit olmak aşırı güzel  bir şey. Belki de sadece bu dönem için öyle geliyordur. Anlamıyorum bazen. 

Ben yastan bir türlü çıkamayınca, üstüne bir de hipertansiyon teşhisi alınca bu gidişe bir dur demek lazımdı. Demek ki bir şeyler eksikti ve ben buna direkt iki yıldır severek bayılarak kullandığım beni vakti zamanında kör kuyulardan almış ilacımı değiştirip yeni ilaca başladım. Zaten o ilaç da tansiyon tetiklebileceğinden bence doğru karar oldu. Neyse ama verdiği ilacı da normalde pek yazmadığını ama bana mecburen yazacağını da söyledi, bir nevi hipokrat iç rahatlatması olabilir mi? Bilmiyoru. "Ama n'apim kızın ihityacı vardı" diyecektir bence daha sonradan. İşte o ilacı yazarken de bana dedi ki, "Mani dönem tetikleyebilir, lütfen bize bilgi verin ilacı keselim" dedi. Diğer ilacı yazarken de böyle bi' tehlikemiz vardı o zaman da şey demişti, "Siz o dönemi seviyorsunuz ama ciddi olabilir, arayın" Hipomani dönemine girip azıcık dağıtmıştım mesela o aralarda. Sonra dengemi buldum. Tarih tekerrür ediyor. Ben tam da psikiyatrımın korktuğu gibi hipomaniye doğru yürüyor korkmuyorum. Aksine bundan da tatlı bi' keyif alıyorum. Söylemek istediği şey de tam olarak buydu. Ama nasıl sevmeyeyim içim fokurduyor. Göğüs kafesimin içinde bazen de karnımda hissediyorum. Bi' de çok hipomani dansı annecim.

Göğüs kafesimde çırpınan bir kuş.

Bazen nerede yardım istemem gerektiğini anlamam gecikirse çok geç olur mu evhamını yaşıyorum. 

İlacı kesmek gerekir mi yoksa biraz direnilebilir mi?

Bununla ilgili minik bir araştırma yaparken geçenlerde Ecem'in de bipolarla ilgili gönderdiği videoyu gördüm. Videoyu çeken de belki de bi 10 yıl önce blogspot'ta yazılarının altında geyik yaptığımız adam. Muazzam bi kalemi vardı. Bipolarmış meğersem o da. Ama onunki teşhisi gecikmiş maalesef. Ah o 10 yıl boyunca neler yaşadı acaba? Ya da ben ne yaptım o yaşlarda? 

Bi' kanser türünün öldürme olasılığı yüzde 5, bipolarınki yüzde 12. 

Göğüs kafesimde çırpınan bir kuş. 

Can sıkıcı rakamlar tabii ki ama yılmıyoruz, hipomaninin keyfini çıkarmaya çalışıyoruz. İçim içime sığmıyor anlatamıyorum bu hissi. Bugün ofiste kulaklığı taktım, not defterimi ve kalemimi aldım odanın içinde turluyorum. Bir yandan da notlar alıyorum işlerle ilgili. Arada bi pencerenin kenarına gidiyorum sigara içiyorum. Sonra yine odada dolanmaya, bazen durup olduğum yerde sallanmaya... 

Kalbim hâlâ kırık. Kalbimin halini gördükçe daha çok ağlıyorum.

08 Kasım 2023

'Ben bu hisleri yaşamak istemiyorum' şahlanışı

Ofise yine geç gittim. Gider gitmez de psikiyatrı aradım. "Gelebiliyorsanız hemen gelin" dedi, koştum gittim. Her görüşmenin rutini, 'Nasılsın? İdare ederim. Neden idare eder?' faslını geçtikten sonra hızlıca konuya girdim. "Ben artık bu hisleri yaşamak istemiyorum!" radikal çıkış yaptım. "Hangi hisler?" dedi. Ben de onun da haberi olan olaylardan, kişilerden bahsettim. En son kaldığı yerden sonraki gelişmeleri ve bu gelişmelerin nasıl ağzıma sıçtığını anlattım. En son artık ağlamaya başladım, "Hepsi geçsin istiyorum" diyiverdim. Ağlamam için biraz zaman ve peçete verdi. Biraz da sakinleşmemi bekledi. "Sen ne yapmayı planlıyorsun?" diye sorduğunda kendimden emin bi' hale geçtim, "Ondan önce ne yapıyorsam onu. Hayatımı yaşayacağım" dedim. Sonra ilacımı değiştirmeyi teklif etti. Yeni vereceği ilacın neye yardımcı olabileceğini anlattı. İlaç eğer hipomani veya mani ataklarımı tetiklerse hemen haber vermem gerektiğini söyledi. İlacı aldıktan sonra prospektüsünü okudum detaylıca. Bildiğin damıtılmış serotonmiş resmen. Bu akşam eve doğru pedallarken ilacın etki etme süresi ile daha ne kadar böyle gidebileceğimin hesabını yaptım. Bildiğim yollardan gitmek zorunda kaldım. Güneş gözlüğümü taktım. Yazıyorum. 


"Sandığın gibi değil, geçmiyor"

Tüm bu yaraları nasıl sararım bilmiyorum artık. Denenmiş tüm yolları denedim. Fazlasını da yaptım ama o şarkıda da dediği gibi, "Sandığın gibi değil, geçmiyor" 

Debelensem de batabileceğimi öğrendiğim için artık hiçbir şey yapmıyorum. Aylardır içimden çıkıp gitsin diye beklediğim tüm kalp ağrılarım geçmiyor. Çok ağladım, çok içtim, çok bağırdım, çok çalıştım, çok yazdım geçmiyor.

İstemediğim bi' kadına dönüşüyorum. 

En çok ışıltımı özlüyorum. Olduğum herhangi bi' yerde iyi hissetmeyi, geçmekten vazgeçtiğim sokakları, oturmayı bıraktığım park banklarını, bir şeye sevindiğimde içimden çıkan yaşam ordusunu ve çok fazlasını. 

Şimdi ışıldayamıyorum. "Hasta mısın?" diye soruyorlar, "Evet" diyorum. Artık bi' şeyleri uzun uzun anlatmıyorum. Sokaklar ve parklar kafamdaki haritada silinmiş. Evin yolunu uzatıyorum.Yaşam ordum ağır yenilgi altında. Savaşın en gözü kara, en cesur generali bendim hep; ama şimdi gücüm yok. Hiç bu kadar güçsüz, yetersiz ve kimsesiz hissetmemiştim. Bu zamana kadar öğrendiğim hiçbir şey bu beni alıp yerden yere vuran, mefessiz bırakarak ağlatan hislerin üstesinden gelemiyor. 

Tüm bunlar olup biterken bi' de tansiyon sorunuyla boğuşuyorum. Hipertansiyon teşhisimle, yeni ilaçlarımla ve doktorun "Bu kadar stres yapma!" ikazlarıyla hayatımda daha önce hiç yaşamadığım sahneleri yaşıyorum. Psikiyatrıma, "Ben bunları yaşamak istemiyorum artık" diyorum ağlaya ağlaya isyan ederek. Profesyonel davranmaya çalışıyor biliyorum ama yüzünden anlıyorum elinden bir şey gelmediği için onun da çok üzüldüğünü. Elinden sadece daha fazla peçete uzatmak geliyor, o kadar. 

Bir süre önce bana "İhtiyacım var" dediğinde gidemedim. Önceden iki elim kanda da olsa gideceğim o yere gitmemek için iki elimle kalbimi boğdum. Boğdum boğdum boğdum. Sonra yine tansiyonum 18 oldu.

Bunun artık böyle gitmesini istemiyorum.

21 Ekim 2023

17/12

Ne kadar zaman oluyor bilmiyorum. Biraz gelişine yaşıyorum. Kendimi bu kadar sevmesem "Çok pis dağıttım" derdim, demiyorum. 

Kaç defa bu yazıya başladım bilmiyorum. Üst üste gelen her şeyin üstünden kaç gün geçti sayamıyorum. Kaç şarkıyı kalbim kırılır diye aceleyle geçtim hatırlamıyorum. Ama bunlar yaşanacaktı, hepsi olacaktı biliyorum ama yaşarken neyi ne kadar bildiğinin pek önemi kalmıyor. Üstelik bu kadar acıyacağını tahmin etmezdim. Bunu kabul ettiğimde ne yapacağımı hiç bilmiyordum.

Önce fotoğrafları sildim.Sonra tüm konuşmaları. Konuşmalar okunmadan da silinirdi ama fotoğrafı silmek için fotoğrafa bakmak gerekiyordu. Görmemeye çalışarak, gözlerimi kaçırarak baktım fotoğraflara. Geçenlerde yanlışlıkla gördüm. Çünkü onu görmek gibi bir isteğim ve planlamam yoktu. Beni yine hazırlıksız yakaladı. 

Ve o günlerden sonra bana bir şeyler olmaya başladı. Mutsuzluk değil ondan öte bir şey ama doğru kelimeyi bulamadığım için konuşamıyorum. Gerçi sesi de duysam enkaz olurdum herhalde. Ama sadece tansiyonla işi tatlıya bağladık. Son 3 haftalık süreçte; birisi kendimi halsiz hissettiğim için serum yemeye gittiğim medicalpark acil servisinde, birisi ofiste bir şeylere çok sinirlenmiş birilerinin beni sakinleştirmeye çalıştığı andan sonra, sonuncusunun da uzun ve gergin bir meclis toplantısının ardından hâlâ olduğu yerde kalan işlere sinirlendim. Yazıyorum yazıyorum bitmiyor. Deliler gibi yazıyorum sürekli bi' şeyler ama bitmemeye yemin etmiş gibi. Üstelik sürekli başka bir şey geliyor. Saat hemen akşam 4 oluyor. Öfke patlaması yaşadım. Çok pis küfür ettim ve masamı yumrukladım. Sonra yaşça en büyüğümüz resmi yazı işlerimizi yapan abladan dönüp özür diledim. Gülerek "Ben duymuyorum öyle şeyleri" dedi. Beni de güldürdü. Biraz da yumuşadım hemen gülünce. Göz göze geldik gülerken. O da fırsatı bulup lafını sakınmadı, "Çok parçalıyorsun kendini" dedi. Hemen gözümü kaçırıp bilgisayar ekranına bakmaya başladım. Gözlerim doldu çünkü. Anlatacak halim de yoktu birçok şeyi unutmak için kendimi çalışmaya verdiğimi ve deliler gibi gündüz/gece çalıştığımı.

Tüm bu anlarda tansiyonum sırasıyla 17/11, 17/12, 14/16 ölçüldü. Ben direkt psikiyatrımı aradım çünkü içtiğim ağır bi ilacın kan basıncını artırmak gibi bir yan etkisi var lakin ben bu ilacı yaklaşık 2 yıldır içiyorum. Canım doktorum dedi ki uzun zamandır içiyorsunuz şimdi birden görülmez yan etki. Ama yine de öğrenelim yarın hemen bi' dahiliye gidin, en azından bundan olmadığını bilelim diye de ekledi. Tam tamam gideceğim en yakın zamanda deyip kapatıyordum ahizeye haykırdı resmen, BANA DA HABER VERMEYİ UNUTMAYIN! *Doktora Pazartesi gideceğim.Uzun süre düşündüm: neden bu kadar sarsıldım? Hâlâ doğru kelimeyi bulamıyorum. Ama ilk defa bir şeylere çok üzülürken sağlık sorunu yaşıyorum ve neler olacak hiç bilmiyorum.

25 Ağustos 2023

"Birçok şey üzerine yeniden düşünmek"

Kolay olmayacağını biliyordum. Ama karşıma bunların da çıkacağını tahmin etmemiştim. Hakimiyetini kaybetmiş ve kaosa dönmüş bi' ihtilal gibi şimdi. Çok hızlı düşünüyorum, keşke düşündüğüm kadar hızlı yazabilseydim. 

On dört gündür beynimin arka planında aynı programlar çalışıyor. Zaman zaman donuyor, müzik takılıyor alt+f4'ler faydasız, çare fişi çekmek. Çerçeve belli, akış tahmin edilebilir ve 'ben bu acının sorumluluğunu alıyorum' diyebilmek paha biçilmez. 

Bugün içinde felsefenin, psikolojinin, edebiyatın, sinemanın ayrı ayrı sandalyelerde oturup altı saatlik sohbete eşlik ettiği bi' masadaydım. "Hiçbir şey rastlantı değildir" alıntısını hep kullanırım böyle masalarda. "Şimdi biz buradaysak da bunun da var." İki hoş beş edilip olaysız dağılabilecek masa aniden bir psikoterapi seansına döndü. Benden çeyrek asır daha fazla bu meselelere kafayı yormuş bir adamın, son dönemde yaşadığı bir nevi 'dönüşümü' dinledim. Kendi çıktığım yolu gördüm onun taşları yerinden oynatmasındaki eminliğinde. O kadar uzun tartıştık ki, benim taşlar hâlâ havada -birkaçı kayıp- ama bu dağınıklık beni rahatsız etmiyor. Her şey yerli yerine oturduğunda çok sağlam bir yolum olacak, hissediyorum. "Senin sabrın doğduktan 0.0001 saniye sonra bitmiş" deyip her defasında güldüren eski sevgilim şu konudaki sabrımı ve kararlığımı görse bence çok mutlu olurdu. 

Akşam eve döndüğümde Twitter'da bi' psikolog tarafından yazılmış ve bana çok benzeyen tweet okudum: 

"Bugünlerde kendimi pek iyi hissetmiyorum. Büyük kırılma noktalarından birindeyim sanki. İnsan hayatında böyle kırılma noktaları olur. Şimdi, 34 yaşında, birçok şey üzerine yeniden düşünmek istiyorum" (@mervetarhan)

Tweetin altındaki tüm mentionları da okudum. Muazzam benzerlikler. Özellikle benim son dönem yaptığım da birçok şey üzerine yeniden düşünmekti. Çoğu zaman erteleme, yok sayma yoluna gitsem de veya kafamın içindeki o sesi duymak istemediğim için kendimi suni bi' partinin içine atsam da bu birçok şey üzerine yeniden düşünme maratonu beni tahmin edemeyeceğim bir yere götürdü. Geldiğim yer, yola çıkmaya karar verdiğim yerden daha geride; daha üzgün, daha öfkeli ama hepsiyle hesaplaşmak/anlamak/barışmak için de gerekli sağlıklı bir içgörüye sahibim. 

Aynı tweetin devamında son dönemde yazdıklarını çok değerli bulduğum bi' klinik psikoloğun tweetine denk geldim:  

“Otuzuma geldim, hâlâ kendimi bulamadım!” diye hayıflananlar; ergenlik fizyolojik olarak 25, sosyo kültürel olarak 30 yaşına kadar devam ediyor. İnsan prematüre doğan, dolayısıyla geç olgunlaşan bir canlı. Ve yirmili yaşlar, en verimli çağ değil en belalı çağdır. Ruh hastalıkları, kişilik bozuklukları yirmili yaşlarda kendini gösterir, depresyon, öz yıkım ve öz kıyım davranışları sık görülür. Aklın karışık, duyguların kırılgan, dış etkilere açık olunan kritik bir dönemdir. Kariyer, ilişkiler ve finansal durum ile ilgili güvensizlik, kaygı, şüphe ve hayal kırıklığı ile tanımlı çeyrek yaş krizini de düşünürsek birey aslında otuzlarının ortasında ancak kendine geliyor diyebiliriz." (@suleoncu)

Son dönem yaşadığım süreç, bugün o masada geçen altı saat, iki psikologun tweetleri ve tweetler altındaki mentionlar aslında mevzuyu çok karıştırmış gibi görünse de ufukta benim için güzel bir ışık yakmış gibi hissediyorum. Her zaman ancak dağıtırsam toparlayabileceğime inandım. 

35'ime 20 gün kala rastlantı olmayan her şey gibi, bunlar da değildi...

Aklım ritimli, akıp giden ve bir yerlere bağlanabilecek kadar nizami yazabilecek kadar derli toplu değil. Bu, endişe edilecek bi' şey de değil. Bugün malum masada yüreklendirmenin en tatlı halinde duyduğum gibi;

"Yaz da, nasıl yazarsan yaz!"

09 Ağustos 2023

"Fırtınasız denizde herkes kaptan"

Ne derler bilirsin; "Fırtınasız denizde herkes kaptan" 

En fırtınalı dönemlerimden birisini yaşıyorum. Diş çıkaran bebekler gibi, dur bakalım bi' şeyler olacak gibi. Tansiyonum hep yüksek, çözüm yollarını gözüm kapalı gidebilecek kadar iyi biliyorum. Bazen bilmek de iyi değil.

Bir önceki yazıda kabuk değişiminden bahsetmiştim. Aslında aylar önce gördüğüm, "Evet bunu bunu yapmam gerekli" dediğim bir sürü şey, en fenasından kaos döngüsüne girerek "ACELE ET" restini çekti. Restini gördüm. Restinle çöktüm. Ama bunları da halledeceğim, hep hallettim. (Bunu son günlerde çok sık tekrarlıyorum)

Altıncı his bir insan olsaymış ben olurmuşum. Hissine kapılıp uzaklaştığım her şey, bugün bana "İyi ki yapmışsın kızım!" dedirtiyor. Bir gün bile yanıltmadı. Sonsuz teşekkürler. 

Aynı anda hayatında yıllarca yer etmiş insanları hayatından çıkarmak için çelik gibi irade gerekiyor. Bu iradeyi de evren yaşattığı her bir olayla tepeden tırnağa örüyor ruhuma. Kendimi ayrıcalıklı hissediyorum. Keriz mutluluğu gibi. 

Daha önce birlikte güldüğüm, ağladığım, sarıldığım, kalbimi-ruhumu açtığım, yatağına yattığım, birlikte uyuduğum, uyanıp yanımda bulamayınca endişelendiğim; bir noktada arkadaşlığına yıllarımı, aşkına süreyle biçemeyeceğim değeri verdiğim üç insanı hayatımdan uğurladım. Henüz birisinin bundan haberi var. Birisi ihtimal vermiyor olabilir. Sonuncusu da mutlaka geri döneceğimi sanıyor muhtemelen. Çünkü bildikleri ben, hep dönerim. Şimdi içim zerre istemiyor dönmeyi. 

En çok nerede kırıldım, tam olarak nerede vazgeçtim ve "Evet bu insan artık bana içten içe zarar veriyor ve hayatımdan çıkarmam gerekli" dedim bilmiyorum. Ama üçünde de sıkıcı olaylar yaşandığı konusunda hemfikiriz. 

Sanırım son dönemde gururumu en çok kıran şey ihtiyacım olduğunda yanımda olmasını istediğim insanların yanımda olmaması. Bu yanımda olmasını istediğim anlar gerçekten kötü anlar, çaresiz hissettiğim, çıkar yol bulamadığım ve yardıma ihtiyacım olan anlar. Zaten kolay kolay da kimseye 'Sana ihtiyacım var" demem, diyemem. Ama başkasının bana ihtiyacı olabileceği inceliğini, düşünceliliğini gösterip en yakınlarımın elini uzattığı her yerde olabilirim. Yapılan iyilik söylenmez; ama bana yapılan kötülüğü anlatmam için de bunları söylemem gerekiyor. 

Çelik gibi irademle terk ettiğim üç insanın da ortak özelliği alma-verme dengemizin bozulmuş olması. Burada benim sorumluluğum var. Aslında tüm bu mevzuyu en başından bu yana benim kendi içimde çözmem gerekiyordu. İçime döndüm, ne yaptığıma ve bana ne yapıldığına baktım. Birkaç son damla gerekliydi bardağı taşıracak. Ben tam bunları düşünürken birer birer damladı. Ben taştım. 

Otuz beş yaşa 1 ay kala değişik güncellemeler alıyorum. Tüm ilişkilere karşı yeni bir bakış açısı geliştiriyorum. Üstelik bütün bunları nadir zamanlarda çökerek ama o zaman ağlarken bile başım dik ağlayarak yapıyorum. Kalbimin haklılığı içimi ferahlatıyor. 

Türkçe sözlük okuyup, durduk yere yeni kelimeler ve anlamlarını öğrenmeyi çok seviyorum. Bazen bazı kelimelerin anlamlarını yanlış/eksik bildiğimi fark ediyorum. Hepsi, bir zaman hayatıma çok şey katmış ama anlamını yanlış yazdığım veya yaşananlardan sonra anlamları değişmiş insanlar. Kusursuzum demiyorum. Ama iyi bir dost, iyi bir sevgili olduğumdan eminim. En azından bunun için yürekten bi' çabam hep vardı. Ama bu karşımdaki çabasızlık artık kendime olan sevgimi sorgulatıyor. Ve bu asla tartışmaya açık bir konu değil. 

Bir çırpıda geçmeyecek, bunu biliyorum. Ama kimseye dönüp son bir söz söylemek isteyecek kadar da kendimi yormak istemiyorum. Bana bu nezaketsizlik yakışmayacak bunu da iyi biliyorum. Ama öyle derin kırılmışım ki, nezaketim nerede hiç bulamıyorum. Yine de her şeyin geçeceğini bilmek iyi geliyor.

Uzun bi' yıllık izne ayrıldım. Bir süre kabuğumda yasımı tutacağım, kendimi iyileştireceğim.

Ve her şey bittiğinde canım kendimle yine gurur duyacağım.  

Çünkü bi' gün herkes, hepsi, her şey gittiğinde burada sadece ama sadece ben kalacağım.

28 Temmuz 2023

Kumsal.

Bazen içimden içip içip ağlamak geliyor. Kocaman bi sahilim var bunun için. Liseden bu yana her canım sıkıştığında, belki yılda birkaç defa aynı şeyi yapıyorum. Kumsala, dalgaların sıfır noktasına oturup kaç dakika kaç saat ağladığımı bilmeden; bir nevi zaman kavramını da yitirerek ağlıyorum. Bazen oturup kafamı dizlerimin arasına gömerek, bazen ayakta kumların üstünde tepine tepine. 

Kimse karışmıyor ağlama krizime, kimse "Ne oldu? İyi misin?" diye sormuyor. Sorulsun istemediğim bi an zaten. O yüzden bu kumsala ve canım denize kendimi çok akıttım. Ağladım çözdüm, bazen kuma gömdüm; bazen kumla üstümü örttüm. Aramızdaki bu bağ da bundan kesinlikle. İnsan koynunda ağladığı, en güçsüz haliyle utanmadan sığındığı denizle bağını kurar tabii. Sanki bu kadar ağlamayı en iyi o anlarmış gibi. Sanki tüm bu denizleri asırlarca ağlaya ağlaya biz doldurmuşuz gibi. 

Benim cephede son dönemde rüzgar sert esiyor. Sahile dökülmeye korkuyorum. Çünkü dökülürsem yıkılmamdan korkuyorum. Geçen gün Mertle, son dönemim ve olayları karşılama biçimimle ilgili tartışırken aslında çok anlamlı olduğunu düşündüğüm şeyler söyledim. "Bırak bu motivasyon konuşmalarını" dedi. Sonra gerçek bir çöküş yaşamadığım sürece esas dirilişi yaşayamayacağımdan falan bahsetti. Bazı şeyleri bir türlü sonlandıramayışımla ilgili yaptığı epik konuşma biraz gözlerimi doldurdu. "ŞİMDİ DEĞİL TABİİ Kİ MERT" diye bağırdım gözlerimi belertip. Galiba biraz da tam bu andan bahsediyordu. Öyle hazırlıksız yakalandım ki. Haftanın son günü. Cumaya kavuşma şeklimiz bu olmamalıydı belki. 

Pazartesiden cumaya her gün ama her gün nasıl başardığımı bile bilmediğim tempoda metin yazdım ve daha bir sürü şey. Yalnız şu an bi ağlama krizi eşiğinde olimpiyatta içmeye devam ediyorum. Yanımda hiç arveles yok ama olsa da bu baş ağrısının hakkından gelebilir miydi ŞÜPHELİYİM. Afrika'dan gelen çöl sıcaklarına rağmen burası aşırı serin ve rüzgarlı. Artık rüzgarından yağmurun geleceğini anlayacak kadar ezbere biliyorum bu şehrin iklimini. Bugün yine çok ben gibi. Renkleri birbirine uyan aşırı iyi kombiniz. Eminim dalgalar kıyıyı deliler gibi dövüyordur. Belki şimdi benim de o dalgalarla birlikte kendimden taşmam gerekiyordur... Bu hisse ne zaman kapılsam peşinden hastanede yatmamı gerektirecek kadar şiddetli geçirdiğim o atak geliyor. O yüzden sanırım biraz da ihtiyatlı davranıyorum hep koyvermek konusunda. Ama şimdi şubat ayında ricayla psikiyatrıma yazdırdığım yeşil reçeli olduğu ve bağımlılık yaptığı için her doktorun yazmak istemediği canım Ativan'ın sonuncusu cüzdanımda vesikalık resim kısmında son bir tanesinin durduğunu görmek beni biraz iyi hissettiriyor. Cüzdanı açışımla gülüşünle, gözlerinle ve saçlarınla sonucunda şiddetli bir ağlama krizi sonrasında hastanede mucizevi biçimde dakikalar içinde dilimin altına sıkıştıracakları ilaç da bu. Gideyim de denize birakayim kendimi. 

18 Temmuz 2023

Kırıldığım yerden çiçekler açıyor.


Sonsuz bi' sabırla taşların yerine oturmasını bekliyorum. Genelde bazı şeyleri beklemek sıkıcı olabiliyor ama bu defa ne sıkılıyorum ne de kalbimde herhangi bir yük taşıyorum. Takıldığım bi' düşüncenin etrafında dolanıyorum, içimi dinliyorum uzun uzun; hislerim her zaman yolumu aydınlatıyor. Kendimi unuttuğumda da yolumu kaybediyorum. Bence zaten temel sıkıntı bu.

En heyecanlısı da kabuk değiştirdiğimin farkında olmak ve kendimi hem içeriden hem dışarıdan izleyebilmek. Acayip bir kaos ama aynı zamanda delicesine bir güç. Direnmiyorum da, bu dönüşümü tüm benliğimle destekliyor olanları heyecanla ve merakla izliyorum. Bi' devrime şahit olmak gibi. Herkes kendinin militanı olmalı zaten bence. 

Yeni güncellemelerimde insanların aklımı karıştırmasına, kalbimin kırmasına, önceki zamanlarda yaptığı bi' şeye delicesine üzülecekken her şeyi büyük bir metanetle karşılamak gibi enteresan şeyler var. Enteresan diyorum çünkü bunları nasıl öğrendim bilmiyorum. Vahiy de inmedi ama gün içinde bazı şeylerde küçük aydınlanmalar yaşıyorum. Önce küçük taşlar, sonra da büyük taşlar yerlerine oturacak gibi hissediyorum. Kimse beni boşuna üzmemiş, artık bundan net eminim. Kırıldığım her yerden yeni bi' dalım uzuyor, çiçekler açıyor... 

06 Temmuz 2023

Şükran günü.

Kendime 18 dikişli bi' yara gibi davranıyorum. Hiçbir yere çarpmamaya çalışıp, en iyi tentürdiyotları sürüp, en iyi gazlı bezlerle ve bantlarla pansuman yapıyorum. Kimsenin göremediği bi' yerde dikişlerim, o yüzden kimse de sormuyor "Ne oldu?" diye. Ağzımı açıp konuyla ilgili iki kelam etmek istemem zaten. Özenle diktiğim 18 dikişten 7'si falan düşmüş. Hepsi düşecek biliyorum. Bana olanları hatırlatmak için yara izim kalacak içimde. O izi de sarıp sarmalayacağım.

Bir eşiğin önünde olduğumu hissediyorum bir süredir. Bir adım sonrasında farklı bi' bilinçle yaşayacağımı sanmıyorum elbette, böyle şeyler süreçle olur elbet. İşin heyecanlı yanı, bir sürecin sonundaymışım gibi sanki şimdi. Yaşadığım her hissin, öğrendiğim her şeyin beni getirdiği bu kapının önünde sigara içip volta atıyorum birkaç aydır. Böyle söyleyince stresli bi' anmış gibi canlanıyor; ama değil.

Yengeçler büyüyüp kabuklarına sığamadıklarında, daha fazla büyüyebilmek için kabuklarını kırar. Biz insanlara ibretlik hayat dersi. O yengeçlerden birisi de benmişim gibi bir süredir. Kabuğumu inatla ve inatla kırmak için baskı yapıyorum. Çok yorulunca duruyorum, bazen kıramayacağım endişesi yaşıyorum; kalbimin, içimin fena acıdığı anlarda kendime daha sıkı sarılmaktan başka hiçbir şey bilmiyorum. Sonra birden o küçük kabuğa meydan okuyarak ayaklanıyorum. Şairin dediği gibi, içimden bir 'yaşam ordusu' çıkıyor. 

Bütün o düzen takıntıma rağmen evren bana bu defa "Bi' sal artık kendini" diyor. Fena da yapmıyor. "Kötü bir duyguya feda edecek tek bir saatim yok benim" diye büyük büyük konuşurken, tüm o yaşama coşkumla birlikte içimin bi' köşesinde sabit acıyı taşıyorum. Dengede olmayı bu denli gözardı etmeseydim belki bu konuda kendime mahcup olmazdım. O yüzden şimdi o sızıyı her duyduğumda bi' köşede sessizce oturup geçmesini bekliyorum. O sızının daha az sıklıkta gelmesi için de elimden gelen her şeyi yapıyorum. Kendime sımsıkı sarılışım da aslında burada başlıyor. İnan, insan kendisine hiç ama hiç kıyamıyor. (Kendini zerre sevememiş insanlar hariç)

Hayata karışışımın 35. yıldönümüne birkaç ay kala, farklı bi' frekanstan gelen bu bilinci ne zaman tam anlamıyla anlayıp içselleştiririm bilmiyorum ama; sanırım ilk defa bunca koşuşturma, karmaşa ve her şeyin bu denli ayaklanması içten içe hoşuma da gidiyor. Yaşamın bazen tökezlenebilen bir yol, benimse bazen mızıkçı bir yolcu olduğum kabulüyle şöyle bi' bakınca yaşadığım bu harika hayat için şükürler olsun. 

Şimdi, hayatın nasıl akıp gittiğini sakince izlediğim bi' pencere kenarındayım. Onca insan, onca hikaye, onca yol. Geldiğim tüm bu yola bakınca paniğimi, hoyratlığımı, toyluğumu, kendime yetemediğim anları görüyorum; ama asla kızmıyorum. Çünkü şimdi dudağımda yarım bi' gülümsemeyle bu pencere kenarında sakince oturabiliyorsam o anlar sayesinde. O anların her birine şükürler olsun. 

Hayatın olağan akışına direndiğim o günlerden sıyrılıp buraya gelmek elbet kolay olmadı. Ama şu tatlı canımın en güzel yerinde taşıdığım insanlar; ailem, dostlarım, birlikte çalıştığım insanlar, kalbimi şöyle bi' gelip yoklayanlar, kıranlar, kalanlar, gidenler, dönenler... Sevdiğim onca şey; ay doğumu, kumsalda dans, bisikletim, ağaçlı yolum, ojelerim, kırmızı rujlarım, beyaz kelebekler, uçurtmalar, sabah yüzüme çarpan tertemiz hava, cici bebe, spotfy hesabım, çiçekli elbiseler ve ışıl ışıl parladığım her ana da şükürler olsun. 

Ay resmen şükran günü oldu buralar. Kulaklığın da şarjı bitti. Hesabı istedim. Bi' tek yaban mersinli pasta ve kahvenin değil başka bi' hesabı da kapatmaya yürekten karar verdim. :)

02 Temmuz 2023

Çözülmüyorsa, çözülmediğindendir.

Kendime zaman verdim. Bir insanın kendisine zaman vermesi şahane tatlı bi' şey. Aynı "zamanda" kendi elinden tutmak, yaralarına pansuman yapmak, azıcık şımartmak gibi şeyler de var içinde. Canım bir yere gitmek mi istiyor, hoop gidiyorum. Canım bir şey mi içmek istiyor, içiyorum. X bir şeyi yapmak istemiyor muyum? Asssla yapmıyorum. Kimse için keyfimi kaçırmıyorum, keyfim kaçacak gibi hissedersem de kalkıp yok oluyorum. Alışveriş olayını yine abarttım. Uzun bir süredir almayı düşündüğüm bir sürü şeyi aynı anda aldım gitti. En yakın arkdaşım üzüldüğünde neler yapıyorsam aynılarını kendim için de yapıyorum, hatta daha fazlası. (Aslında hepsi olması gerekenler taabii)

Geçenlerde arkadaşım malum konuyu açarak, "Nasılın?" dedi. En sakin halimle, "Psikolojide iki ileri bi adım geri hadidesi var. Öyleyim işte" dedim çok normal bir şeyden bahsediyormuş gibi. "Geçen ay da böyle dedin" dedi. Ay olmuş, yeni fark ettim. 

Bi' şeyi alabildiğine yok saydığınızda o yok olmuyor. Bana bir yüzleşme gerekti bunca zaman, yapamadım. Birinin beni karşısına alıp kandırması mı gerekli acaba "Amcalar çikolata satmıyorlarmış, vazgeç istemekten" diye? Kendimi karşıma almadım hiç bu konuda. Makul anlaşmalar da yapmadım. Bu hissi yok saydımsa da o çok alakasız yerlerde çıkıp "Evet, ben buradayım bak gör şimdi nasıl sızlatıyorum kalbini" deyip durdu. Bütün kitaplarda makalelerde zaman verin kendinize diyor. Hobiyse hobi, sosyallikse sosyallik, tatil, kalabalık, kahkahlar... Sabaha kadar dünyanın en mutlu insanı gibi dans edebilirim ama hiçbir kitapta yazmaz bu kalp sızlamasının nasıl kötü hissettirdiği. 

Sonra araya uzun bir tatil girdi. Dedim, ben hallederim o zaman bu meseleyi. Çok değil, şöyle birkaç saat dökülsem, yaza yaza ağlasam, ağlasam hafiflese; kimseyi de aramasam ama, burada böyle sessiz sakin kendi içimde çözüp hallederim. (Halledemedi)

Hissettiğim şeylerin asla bir parçası değilmişim gibi davranıyorum. Yeni ve saçma bi' oyun gibi. Uzaktan izliyorum kendimi. "Aaah nasıl üzgün" deyip üstüne ben de üzülüyorum, sonra çabuk dikkatim dağılıyor. Ama tepki sadece bu, başka bi' şey yok. Çünkü bu konuda yapmam gerekenleri bilip, üstüne de yapmayı başaramıyorsam kendime uzaklaşıyorum. Tüm bu hisleri yok saymaktaki başarım daha katmerli. Biraz onu övebiliriz bence. 

Bazı şeyler hemen yok olsun, hiç olsun istiyoruz olmuyor. İnsan müthiş bi' irade aslında, ne zaman koyvereceğini ve ne zaman çok güçlü duracağını biraz mecbur öğreniyor. Güzel bi' hayat var önümde diyorsun, bir sürü de güzel şey sıralıyorsun ama gün sonunda yine aynı şeye üzülüyorsun. Çok fenalık geçirten bi' durum değil mi sence de? 

Tüm bunları atlatmanın neresindeyim bilmiyorum. Hissime ket vurdukça neler olduğunu gördük son ayda, eee napayım komple salıp kaldırımlarda oturup ağlayayım mı? Tam olarak içten içe böyle üzülüyorum çünkü. Ama siz benim dans ettiğimi sanıyorsunuz. 

Neyse, 

Çözülmüyorsa, çözülmediğindendir. 

09 Haziran 2023

Dur bakalım çıkıcaz buralardan da.

Bisiklet kazasının üzerinden 16 gün geçmiş, benim gündemim hâlâ bu. Ciddi sıkıldım. Depresyon eşiğinde sıkılmaktan bahsediyorum. 

Kazanın sıcağıyla anlamamış olacağım ki 3-4 gün sonra ağrı dayanılmaz noktaya ulaştı. Bir kendine sorumsuz ben, asla kazadan hemen sonra hastaneye gitmedim. Ufak ağrıyı da geçer diye çok umursamadım, taa ki artık yere basamayana dek. Ofiste sakin sakin çalışırken yanımda oturan Onur'a döndüm, "Ben hastaneye gidiyorum." dedim. Onur özel hastanede çalışan ortak bir arkadaşımızı arayıp randevu işlerini halletti. Birkaç saat içerisinde tomografi makinasında hayatı sorguluyordum. Peşine sağ yanımın ayaktan omuza komple röntgeni. "Yumuşak doku zedelenmesi" deyip bileklik, krem, kas gevşetici ve 1 hafta yatış verdi. Yataktan çalışmaya ve ekibe destek olmaya çalışırken öyle çok da yatamadım. Sık sık bilgisayar başına geçip bi' şeyler yazdım. Bu bir bakıma iyiydi, kafamı bunaltarak da olsa açık tutuyordu. 

En azından bu süreci duygusal yüklerimden kurtulmak ve iletişim bekleyen hadiselere yönelmek için verimli kullanmayı planladım. Çünkü bazen insanlara kapılarınızı açarsınız veya kapatırsınız. Ben de birine ona ne kadar kırgın olduğumu anlatarak bir kapı araladım, hararetli bir tartışmaya ve benim o kapıyla ne yapacağımı bilmememe rağmen kapıyı kapatmama izin vermedi. İçeri girip, kendisi kapattı. Güvenli alanda yalnızca sevgi gerçekleri konuşuldu: "Seni çok özledim!" Ertesi gece bir kapıyla daha hesabım vardı. Yalan yok, bu kapı da kalbimi çok kırmıştı ve ne yapsak birbirimize açılmayacağından artık emindim. Kendine iyi bak'lardan birkaç demet süzüldü. O kapı artık bi' duvardı. 

Ertesi gün çok yakın bi' arkadaşımın doğum gününü kutlayacaktık. Ondan önce de bir sanat atölyesinde açık mikrofon etkinliği vardı. Bacağımdan da izin alıp gitmeye karar verdim. Açık mikrofonda ilk stand-up denememi yaptım ve aşırı eğlendim. Enerjim tazelendi. Çıkıp rock city'e gittiğimizde epeydir görmediğim arkadaşlarım da oradaydı, keyfim katlandı. Bacağımdaki ağrıyı hissetmeyecek kadar çok içtiğim için sanki o kazayı geçiren ben değilmişim gibi dans ettim. Arkadaşlarım sık sık kulağıma eğilip "Bacağına dikkat et!" dese de, tek bacağımın üstünde dans ettiğimi iddia ettim. Ertesi gün ayak bileğimin yeniden şişmesiyle bu iddia çürüdü. Bir gün ofiste bacağım ağrıyor diye mızmızlandıktan sonra bu defa başka bir doktora gittim. Yeniden röntgenler, yeniden 'Buraya basınca acıyo mu?' sorusu. İkinci doktor konunun artık beyin cerrahinin alanına girdiğini söyledi. Ayak bileğinden bele kadar vuran ağrı hayırlı değilmiş, sinirlerle alakalı bir sorun gibi görünüyormuş. Hastane bahçesinde oturup geldiğim noktaya ağladım. İnsanın bazen salak salak şeyler yapıp dağıtmak istemesi normal de, sanırım benimkinin zamanlaması yanlıştı. 

Kendime geldikten sonra beyin cerrahiden randevu ayarladım. Yıllık izne ayrıldım ve günde ortalama 6 kas gevşetici, ağrı kesici içerek uyudum. Şöyle bir bakınca kaza sonrasında hayatımın komple düzeninin değiştiğini görmek beni azıcık tedirgin etse de kaosları fırsata çevirme yeteneğimle dur bakalım çıkıcaz buralardan da. 

23 Mayıs 2023

"Hiçbir şey rastgele değildir"

Spritüalizme dalış yaptığımda kafamda ilk oturan evren kuralı hiçbir şeyin rastgele olmadığıydı. Canım Birhan Keskin de o şiirde üzerine basa basa söyler hatta. "Hiçbir şey rastgele değildir..." Son dönemde yaşadığım her şey bir kere ve bir kere daha kanıtlıyor bunu. Hepsinden ibretimi alıp köşeme çekiliyorum. Genelde felaketlerden kıl payı kurtulmalı bu maceralara her defasında hayata yeniden ve yeniden bağlanıyorum.  

Sonuncusunu bu sabah yaşadım. Günlerdir evrene negatif yaymaktan dengem bozulmuş, azıcık neşem yerine gelir belki diye Padişahım'ı dinliyorum bisikletle azıcık da hızlı giderken. Güzergah aynı, nereden araba çıkar iyi biliyorum ama tam da tehlikeli yere başka arabalar park edildiği için geleni de göremiyorum. Azıcık hızımı düşürüp viraja girdim ama virajdan da benim çıktığım sokağa benden görece yavaş arabayla kafa kafaya geldik. O durdu ben duramadım. Frene sert basınca yerler de ıslak, tekerlek de tutuşu zayıf olunca arka teker sürüklemeye başladı. Yere doğru yan yatınca kendimi bisikletten attım. Bisiklet de iki metre kadar bireysel sürüklemeye devam etti. Muhtemelen bisikletten kendimi atmasaydım, bisikletin altında ben de sürünecektim. Artık yere nerem yaralanırdı bilmiyorum. Son dönemde böyle korktuğum bir an yaşamadım sanırım. Kalbim göğüs kafesimde attı güp güp güp, bir an sandım ki ağzımdan çıkıp gidecek öyle. "HASİKTİR BE" dedim içimden "Bİ DE ŞİMDİ PANİK ATAKLA UĞRAŞ" Adam pencereyi açıp "İyi misiniz?" falan diye sordu. Suçlu olan bendim. Ne diyebilirim ki? Çemkiremem de... Viraja öyle hızlı girilmez kızım çünkü. Bir de 3 ay önce değiştirdiği tekerleklerin yol tutuşunun zayıf olduğunu, yağmurlu havalarda aşırı kaydığını da biliyorsun. Defalarca minik ani frenlerde bile arka teker savrulunca azıcık korktun da, hatta tekerlerinin kaydığını defalarca arkadaşlarına söyledin ama gidip değiştirmedin. 

Ofise gittim ama yüzüm mahkeme duvarı. Ekip bir boklar olduğunu anladı tabii hemen. Bir su içip şoku atlatmaya çalıştım ama olmadı. Tüm günüm de aynı şokta, keyifsizlikte ve negatif halde devam etti. Sonra durduk yere bi' şükür geldi. Ama nasıl bir şükür anlatamam. "Hiçbir şey tesadüf değildir!" dedim yine, bu kez daha da inanarak. Canımın hiç değeri yokmuş gibi savrulup durduğum son günlerde beni omzumda tutup sarsan kazaya neredeyse teşekkür edecektim. 

Son bir şey kaldı. Ondan da tam manasıyla kurulduktan sonra eski enerjimi gelip beni bulacağını, ritmi gittikçe artıracağını ve yine keyifli, mutlu olduğum günlere kavuşacağım. Şimdilik bir deniz kıyısında, kumsala yakın bir masada sıraya koyuyorum her şeyi...

15 Mayıs 2023

Depresyon hırkasıyla ikinci gün.

İki gündür beni sigara yakmaya motive eden iki şey var: İlki, ağlamamak için; ikincisi, ağlıyorsam susmak için. Ama ayıp artık böyle bu kadar çok acıyor muydu? E ama bu çok değişik bi şekillerde ağrıyor, hiç bilmiyorum ki ben bunu. 

Depresyon hırkasıyla ikinci günüm. O kadar ağlamışım ki gözlerim kıpkırmızı ve şiş. Dudaklarım çatladığı için gözyaşı dudaklarıma inince fena acıtıyor tuzlu tuzlu. Bir tur da bu kadar kötü görünmeme ağladım. Üzüntümün boyutunun bu olacağından haberdar değildim. Bu defa da ben gafil avlandım. 

Cansu dün çikolatalı cheescake yemeye çıkardı beni. Bana değerimi hatırlatıcı tokatlar atarak kendime gelmem konusunda baskı yaptı. Arabadan inmeden önce "Gidip, yanıma bir rulo tuvalet kağıdı alıp ağlıycam" dedim. İnerken arkamdan bağırdı, "Tamam bi rulo bitene kadar ağla, daha da ağlama!" 

Akşam da Ecem acil durum müdahaleyi üstlendi. Geri planda da bipolardaşlığımıza dair minnoş bi' sohbet de sürüyordu. O çok başka yerlerden görüp şakkk diye gurumun ne fena incindiğini anladı. "Ben de aynı yerden kırılırdım" dedi. Pamuğa sarıp sarmaladı. Bilimsel fetvasını da vererek bilişsel davranışçı terapi önerdi. Gitti. 

O kadar ağlamamın tek anlamlı yanı ağladıktan sonra çok güzel uyunması. Zaten birkaç saat uyuyacağım, sabah 5'te kurumsal hesaptan tweet atacaktım. İki telefonun da saatini kurdum uyudum. Ama huzursuz uyku böyle, tatlı değil. Kendimi sakinleştirememişim. Uyanış da aynı tatsızlıkta oldu. Hemen tweetimi yazdım. Ancak buranın güneş doğuş saati 05:18'di, tweeti de tam o saatte atmak istedim ama elimde diğer telefon varken saati kaçırdım 05:19'da attım. Bir de buna mı ağlayalım?

Sonra biraz gündeme baktım, uyumaya çalıştım uyuyamadım. 07.30 oldu saat. Dedim, "Kalk kızım oy kullancaz" komutu salisesinde aldım kalktım giyindim. Temiz bahar havası, güneş. Ağlamaya başladım. Ama sebebini tam çözemiyorum, bir tık ürkek yaklaşıyorum kendime. Diyaframdan nefes ala ala kendimi sakinleştirmeye çalıştım, bu defa başardım. Okul evin 100 metre ilerisinde sadece. Kapıda benden önce gelen iki bekçi dışında kimse yoktu ilk önce. Sonra birden doluştular. Koridor tıklım tıklımdı. Bir de dün gece bu ülkenin yarısından fazlası heyecandan uyuyamadı. Sonra sıra bana geldi. Elim titredi kimliği verirken. Pusulayı ve zarfı aldım bir adam şu kabin boş hanımefendi dedi, oraya geçtim. Pusulaları açıp serdim. Kim nerede diye bakarken ağlamaya başladım yeniden. Ağlaya ağlaya bastım mührü.

07 Mayıs 2023

SORUN YOK BEN İYİYİM.

Bütün gün havanın kararmasını bekledim çünkü dolunay vardı. Kendime sahile uzanıp battaniyenin altında kıvrılarak dolunay izleme keyfi yaşatmaya karar vermiştim. Mutlaka yastık da götürecektim. Öyle de yaptım. Bilerek hemen yatmadım. Oturdum ve o otururken bazen gelen şöyle bi' uzanayım hissini bekledim. O zaman daha tatlı olurdu. Neyse maalesef tatlı olmayan şeyler de vardı dolunayın olmaması gibi. Daha doğrusu doğudan doğacağından eminim ama doğu neresi ondan emin değildim. Pusula açıp bakmaya çalıştım ama olaylar gelişti. Dikkatim dağıldı yıldızlara baktım uzun uzun işte. İyi ki dağılmış. Kendimi gökyüzüne bıraktım. Bulutların hareketini takip ettim, gözleriminin önünden yavaşça süzülüp geçtiler. O kadar sabit durabildim ki dünyanın dönüşünü hissettim. Bu hissi hep muhteşem bulmuşumdur. Herkesin bu anı yaşamasını çok isterdim. 

Bu kadar mutlu olmam toplumsal sorun bile olabilir çünkü dediğimde aynı zamanda "En fazla ne olabilir ki?" diye olasılık düşünüyordum. Geneli gözüme fener tutulmasıyla başlıyordu. Kimi güzellikle çözülüyor kiminde atara bağladığım için azıcık sıkıntı yaşıyorduk ama çözüyorduk. Polis telsizini duyar duymaz hafiften kalkmaya başladım. Ben de sizi bekliyordum demedim tabii memur beylere. Döndüğüm anda gözüme fener tutulacak diye temkinli kalktım ama şaka gibi, tutmadılar. Bu aynı anda "SORUN YOK BEN İYİYİM" diye bağırırken kollarımı delicesine sallamamla alakalı olabilir bence. Bir polis önde diğeri arkada geldiler ama çok da yaklaşmadılar. Bağırmadan anlaşamayacak seviye işte, az uzak. Benimle konuşan memur beyin yaklaşımı çok tatlıydı, "Abla iyi akşamlar, gördük de geldik iyi misin?" dedi. Yani şimdi ne denir ki bu soruya? Kafamda bir sürü akıp giden olay sen bana diyorsun ki "İyi misin?, "Ayıpsın, fevkaladeyim!" demek isterdim Farazi V Kayra'nın o şarkısında dediği gibi.  

Memur beylere iyi olduğumu ve sadece uzandığım için ceset paniği yapmamaları konusunda inandırdıktan ve memurun bana en az 12 kere abla demesinden sonra iyi geceler deyip ayrıldılar. Zaten tabii ki öyle olacaktı. Çünkü benim sahilde güvenle uzanabilmem için siz varsınız gibi çirkefliklere girebilmem de çok mümkündü ama kendi keyfimi kaçırmaya niyetim olmadığı için piremses iletişimi kurdum. Sonra orada yatmaya devam ettim. Birçok şeyi çözemedim yine belki ama kendime yeterince sarılarak çözebileceğim umudunu bıraktım kollarıma. 

Uzaktan polis telsizi sesi geliyordu bazen biraz biraz. Muhtemelen onlar için sık sık kontrol edilmesi gereken şahıs olmuştum. Battaniye yastık falan getirmiş, uzanıyor gökyüzünü izliyor öyle kumsalda. Acaba telsizde anons geçerken benim için "sahilde yatan bayan" tanımlaması yapmışlar mıdır? "4442 sahilde yatan bayan gitti. Tamam" gibi anonslaşmalar olmuş mudur? Ayrıca gittim evet. Çünkü artık izlendiğimi biliyordum.

Kendime kastım mı var?

Aslında bu konuya gelmeyeyim diyorum ama hep geliyorum. Aklıma gelir gibi olduğunda hemen kendi içimde konuyu değişiyorum. Az önce hiç gereği yokken birden kalkıp cilt bakımı yapmaya başladım. Önce bi mükemmel temizledim. Tonik sürdüm hemen bebek gibi oldu. Üstüne serum sürdüm, ipeksi oldu. Nemlendirici sürmedim çünkü o kremi tam olarak sevemedim. Böyle sever gibi olduğum bi tatlı heyecanlandığım anlar oluyor ama sonra mutlaka yine bi şey oluyor ve içimden bir ses bana bu nemlendiriciye bir daha dokunmamamı söylüyor. Ve ben kararsızım. Bazen çok üzülecekmişim çok pişman olacakmışım gibi geliyor, moralim bozuluyor. Hayatımın birdahakalbimikıramayacaksınız döneminde olduğum için, beni azıcık üzecek gibi olan her şeyden kaçıyorum. O duyguya feda edilecek bir saatim bile yok benim. Bakalım nemlendirici cephesinde bir şeyler olacak mı?

Yakınımdaki herkese bir şekilde kızgınım, öfkeliyim, gerginim. Aramıyorum, cevap da vermiyorum. Ben bu raddeye kolay gelmedim. Sadece benim de kalbimin kırılabileceğini düşünseniz keşke. Beni düşünmediğinizi, beni anlamadığınızı ve en önemlisi kendimi değersiz gibi hissettirdiğiniz için öfkeliyim size. Elbette kendimi değersiz hissettiğim yerde durmayacağım. Çünkü zaten değerliyim. Kendime kastım mı var?



06 Mayıs 2023

Balistik rapor.

Sabrınız zorlanıyorken neler oluyor sizde? Benim içimden dünyanın bütün büyülerini yapabilen kadın ışıltısı geçiyor. Geçip gidiyor, sırttan sıplanan ama üst karından çıkan mermi balistik rapor gibi. Hayır aslında balistik sadece silahları araştırıyor. Cesetle ilgili kısımlar bence otopsi raporuyla oluyor. Emin olmak için balistik raporundaki bilgilerimi güncelledim. Meğersem daha güzeli neler olmuş olabileceğini tekrar yaşayarak raporluyorlarmış. (Aaaa böyle çok güzel bi film vardı ama adını assla hatırlayamam şu an hatırlamaya da çalışmam) Olay örgüsü çıkartan ekipte olsam ne güzel olmaz mı? Hayatım zaten anksiyetelerim yüzünden adım başı 17 farklı senaryo uydurmak. Hatta bu blog da benim balistik raporum. gibi işte. Her birinde çok fena şeyler geliyor başıma. Balisti raporunun ne olduğunu okurken başım döndü. Bu zamana dek yazılmaması gereken bir şekilde yazılmış hiç dosya olmuş mudur ya? Sadece soruyorum. Evet gazetecilik. 

En azından sinirimden dişlerimi ve komple kendimi sıkmadığım tatlı anlar olmuş ne yazmaya geldik neler yazdık.

21 Nisan 2023

O gün bitmiş bayramlar.

Bir süredir bayramları yaşlı duygusallığıyla geçiriyorum. Ailemizin bir arada olduğu bayramlar bayrammış gibi geliyor sadece. Annemin dünyadaki tüm pidecilerden daha güzel yaptığı kıyma içiyle evin çaprazındaki Derya Pide'de çıtır çıtır pişmiş, üstünde ideal oranda tereyağ gezdirilmiş kıymalı pidenin ardından abimlerle ya benim odamda ya da onların odasında ayarsız enerjili geyik yaptığımız o sabahlar bayrammış bence zaten. Geyiğin ardından alınan ortak kararla tatlı bi' telaşla bayramlıklar giyilir, saçlar yapılır, parfümler sıkılır... Sonra her şey tamken, annem ve babam karşılama komitesi gibi salonda bekler biz de sırayla ellerini öpüp bayramlaşırız. Birkaç saniye durup babamın elini cebine atmasını bekleriz. Üçümüze eşit olmayan bayram harçlıklarını verir, "Hadi çıkalım o zaman" der... Tüm ailenin bayram kahvaltısı sonrası toplanma alanı olan dedemin evine gideriz sonra. Babannemin müthiş yaprak sarmaları, su böreği... Kimse o kadar kıymalı yememiş gibi yeriz hepsini. Amcalar, halalar, enişteler, kuzenler, kuzen eşleri, çocuklar derken evin her odasına yayılır o bayram sevinci. Sonra dedem mutfaktaki koltuğunda oturup sigarasına sigara ekleyerek içer. Biz kuzenlerle koltuğu dibine yere sıkışırız. Dedem bi' şeyler anlatır; bazen güleriz, bazen şaşırırız, bazen de korkarız ama dedemizle hep gurur duyarız.  

Dede evinde tamamlanan kafile azıcık yürüme mesafesindeki dedemin kardeşi olan, ama bizim de dedemiz gibi büyütüldüğümüz ikinci dedemizin evine gideriz. Ayrıtten ikinci dedemizin mizah yönü aşırı kuvvetli olduğu için onu da çok başka severiz. Diğer dedenin evinden kahkahalarımızı bu dede evine taşırız. Sonra biz kuzen kafilesinden akşam tekrar buluşup oturmak üzere randevulaşarak ayrılırız, ananeme doğru yola çıkarız. Eğer yazsa çocukluğumun geçtiği bahçeden incir veya dut toplarız. Büyük demir ve gıcırtılı mavi salıncakta yarın yokmuş gibi sallanırız. Kışsa salondaki kuzinanın yanında oturup kestane yeriz. Bir sürü tanımadığım teyze gelir, ananemin arkadaşları. Hepsi bana sen Fatoş'un torunu musun der, "Evet" derim, "Ayy kocaman kız olmuşsun" şaşkınlığı yaşarlar hep. Bence konunun benimle ilgisi pek yok, kendi geçip giden yıllarını fark ederler sadece.

Bu rutinde yaşadığım en son bayram hangisiydi bilmiyorum. Bilseydim ne yapardım onu da bilmiyorum. O kadar eminim ki o evlerde buluştuğum, sarıldığım, gülüştüğüm herkesin son gün olduğunu bilmeden yaşadığı bir bayramı vardır. O günü bilip her şeyi kabullenen o vakur halimle "O gün bitmiş bayramlar" derdim belki.

Yukarıdaki paragrafın sonlarındayken daha önce o evlerde kaç kere sarıldığımı bilmediğim kuzenim Bahadır aradı. Üzgün olduğumu sesimden anladığı için önce "Uyuyor musun?" sonra "Neden üzgünsün?" kült sorularını sordu. Ardından ona ağlamaklı halde eski bayramlarımızı hatırlattım, sesi güldü. "Oyy oyy kıyamam" diyerek avutmaya çalıştı. Dedemin sürekli balıkçı anılarını anlattığını, balık dünyası sayesinde bizimle uzaktan yakından alakası olmayan konuları dedemizden hayranlıkla dinlememiz hakkında kısa bir gülüştük. Sonra ben ağlamaya başladım. "Yine kuzenler falan bir araya geliriz" diye avutmaya başladı. Sonra ben keşke dedem ölmeseydi deyip ağlamanın şiddetini ikiye katladım. Azıcık sakinleştiğim bir noktada Bahadır, büyük laf eden bürokrat duruşuyla "Büğüyümüz kalmadı kuzen, çünkü biz büyüdük" dedi. Patlamalı güldüm.

08 Nisan 2023

Sana içinden taşmayı anlatacağım.

Sana uzun uzun bi' şeyler anlatacağım. Yıllardır yaptığım gibi içimden taşıra taşıra . Yine okunması pek de önemli olmayan ama yazılarak çok anlamlı olacak birtakım yıllar, hadiseler, çöküşler, kalkışlar, koşuşlar, virajlar, hızlar, uçurumlar ve güzel bi' manzarada gün batımı izlemeler...

"Hâlâ ölmek istiyor musun?"

Aslında birkaç gündür bu yazı kafamda yazılıyordu. Girişin biraz yumuşak olması gerektiğine inanıp olabilecek cümleleri kafamda yazıp yazıp siliyordum bir yandan. Başlıktan emindim ama. Çünkü anlatmak istediğim tam da bu halimdi. Ya mutluluktan ya da mutsuzluktan içimden taşmak. Her ikisinde de aynı hadiseler. Oysa ben hep böyleydim, bunun bir "hastalık" olduğunu da bilmiyordum 2017'de bipolar bozukluk teşhis konulana dek. Sinyalini daha 16 yaşındayken intihar teşebbüsünde bulunarak vermişim ama daha sonra kimse benim intihar teşebbüsümle ilgilenmemiş. Olaydan birkaç gün sonra beni oturttukları masada polisin birkaç soru sorması dışında. O da yasal prosedür tabii. Bir kağıttan okunan bir sürü soru sordu ama en net tek bi' sorusunu hatırlıyorum: "Hâlâ ölmek istiyor musun?" Şimdi istemiyorum ama belki daha sonra isteyeceğim? Bilemeyiz memur bey.

Yıllaaar sonra ben bi' gün çocuk şubeye girdim iş için. O anda kafamda çaktı o sabah, her şey aynı yerinde. Masalar, duvarda asılı solgun çerçeveli bayrak, koridordaki anlamsız ayna ve ana odadanın köşesindeki plastik çiçekler. Kokusu bile aynıydı hatta, tıkır tıkır çalışan koku hafızamdan vurulmuştum bir kez daha. Sanki o kadar yıl sonra beni yine intihar ettim diye ifadeye alıyorlardı. Artık ölmek istemediğimi söyleyerek çıkıveriyordum oradan gayet kolay. Ne ucube sistem. 

"Hayallerle yaşayanları..."

Üniversitedeyken zaman zaman gelen manik veya depresif atakları hatırlıyorum ve neden olduklarını şimdi anlıyorum. Ancak gariptir ki okul ve dersler aşırı yoğunken, tam da çok uzun saatler film çektiğimiz, montaj yaptığımız veya ders çalıştığımız döneme denk geldiği için sanırım arada kaynayıp gitmişti bipolar. Sevdiğim bir işi, sevdiğim insanlarla yapmanın ve sürekli meşgul/yoğun olmanın getirdiği bir iyilik hâli olduğuna inanıyorum şimdi buradan bakınca. Üniversite güzel, bölüm şahane, iyi giden ve üzerime titrenilen bir ilişki, güzel arkadaşlar, bonus olarak heyecanlanarak yaptığım sinema. Doğru denklem o günlerde tam da buymuş belki de. O zaman elimi tutan, sımsıkı sarılan, arkamda dimdik duran herkese bir minnet dolu teşekkür kalmalı burada. İyi ki sarıp sarmaladınız. Güzel hatıranız hep hayatımda olacak. Bi' şekilde birbirimizden uzak düşmüş olsak bile kalbinizdeki iyilik ve güzellik hep yaşamınızda olsun.

Üniversiteyi bitirip iş yaşamına kadar sanki hiç yokmuş gibi her şey gayet seyrinde gidiyordu. Galiba işin içine büyümek, bir sürü dönüm noktasında zor kararlar vermek, bu kararlar sebebiyle sevdiklerini kaybetmek, o kararlardan bağımsız sevdiklerini kaybetmek, sorumluluk ve gazetecilik stresi de girince süreç daha çetrefilli bir hale geldi. Henüz anlatmadığım ilk teşhisten sonraki yıl acil servis, tekrar acil servis, hastane günleri ve değişim şeklinde işin seyri değişti. Çünkü bilirsin, hayallerle yaşayanları gerçeklerle sikerler. 

"Nur topu gibi teşhisim: Bipolar"

20'li yaşlarımın sonları. 20'ler komple bi' ışıldayarak geçti. 2015 ve sonrası akıp gitti adeta. Tüm enerjimi, yaşadığım tüm o sıkıntılı hallere rağmen işe verdim. Gazeteci inadı diye bir şey var. O inada kapıldım. İdealist, kuyruğu her zaman dik. Hep bi' şeyler okur, hep bi' şeyler yazar; bunları yapmadığı anlarda da tartışır. Filmlerde, romanlarda abartıldığına inanırdım ama işin içi gerçekten öyle. Ama aynı zamanda büyük de bir psikolojik savaş. Tanık oldukların, sorumlulukların, yazdıkların, yazamadıklarınla... Hırs da geliyor peşine üstelik. Sonra başardığını gördükçe, insanlara yazdıklarınla yardım edebildiğini gördükçe, tüm dünyayı olmasa da başka insanların dünyalarına dokunabildikçe, yaptığın işin bir imzası ve kitlesi olduysa, ne bileyim ödüller falan gelince daha da bir hırslanıyorsun. Çünkü yapabiliyorsun.

Buradan bakınca, 2015-2017 yılları arasında bir insanın psikolojisine ne yapmaması gerekiyorsa hepsini yapmışım. Bu liste uzun, not düşmek istemem. 2017'de de her zamanki depresyon dönemlerimden birisi olduğunu düşündüm. Böyle durumlarda bir süre izin alıp kendime dönerdim. Çözüp kaldığım yerden devam ederdim. Kendimi bildim bileli bu böyle, ne bileyim depresif atak geçirdiğimi... Anksiyete, uyku düzensizliği ve majör depresyon konularında destek aldığım bir psikiyatrım vardı. Canım Mehmet hocam. Ama bu destekler sık sık olmazdı. Sadece kötüysem ağlaya ağlaya giderdim. Korkutuğumda giderdim bi' de en çok, yine intihar etme ihtimalimden korkardım çünkü. Bi' gün yine gittiğimde görüşme periyotlarımızı takip ettiğini tüm bu yaşadıklarımın başka bi' şey olabileceğini söyledi. Sonrası birtakım sayfa sayfa testler, sorular, ilk lityum testim ve nur topu gibi teşhisim: bipolar bozukluk. Mehmet hoca bana o gün artık bipolar teşhisiyle sürdüreceğim hayatımın sonraki evresiyle ilgili çok kaliteli bir konuşma yaptı. Aradan geçen onca yıla rağmen bugün bile o konuşma bana rehber oluyor. 

"Bipolarımla barıştım..." 

"Şimdiki aklım olsaydı" keşkesi tam da burada. O günlerde Mehmet hocanın söylediklerini, bipoları, yaşadıklarımı, yaşamamın muhtemel olduğu her şeyi öyle umursamamışım ki... Her zamanki gibi geçti sandığım majör depresyonumdan sonra kendi maceralı hayatıma geri döndüm çünkü. Teşhisle birlikte lityum ilaçlarına başlamıştım, bir süre sonra tüm ilaçlar gibi onu da bıraktım. Testlerimi vermedim. Yani o teşhis hiç konulmamış, o ciddi ve hayati konuşma bana hiç yapılmamış gibi devam ettim. Taaa ki yeni bir depresif atağa dek, takribi 1 yıldan az sürede. Şimdiye kadar yaşadığım en şiddetli ataktı. Tüm hissettiklerimin yanında intihar yekpare bi' düşünce gibi parlıyordu aklımın dev köşesinde. Buzdolabından domates alırken intiharı düşünüyordum. Günlük hayatıma yayılmıştı artık. Tramvaya kart basarken kafamda intihar tekniği tartışıyordum. Eve kapandım yine. Oysa o zaman bilmiyordum ki asıl çöküş eve kapanmaktı. O çöküş beni ruh sağlığı hastanesinin aciline sürükledi, "Hastanede yatman lazım" dediler, yatmam dedim. Ama ertesi gün nasıl olduysa bir anlığına sağduyulu ve mantıklı düşündüm. Anneme hastaneye yatmaya karar verdiğimi söyledim. Birlikte minik bir bavul hazırladık. Bunun bir dönüm noktası olduğunu bilmiyordum. 

Genelde gülerek anlatıyorum, sanırım bu zor durumla öyle mücadele ediyorum ama hastane çok zordu. Başka detay yazılı kalsın istemiyorum. Unutmam lazım. Hatta genelde de unutan bi' insanım ama hiçbir ayrıntısını unutmadım o günlerin. Belki de onca zor hadiseden sonra bipolarımla barıştım, onu anlamaya çalıştım. Bipolarımla barıştığımı da içini çiçeklerle doldurduğum lityum şişemin fotoğrafını çekerek ilan ettim kendime. Taşlar yerine oturmaya başladı. 

 

Bipolarımla barıştım!
 
Bipolar hakkında hiç konuşmazdım. Kimseye de bipolar olduğumu söylemedim geçmiş yıllar boyunca. Sadece çok yakınlarım bildi. Gazete yönetimini bilgilendirdim sorumluluğum olduğunu düşünerek, hepsinin yaklaşımı çok duygu yüklüydü. "Nasıl istersen, ne zaman iyi oluyorsan o zaman gel" dediler. Raporsuz da işe devam edemediğim oldu ve bir kere olsun maaşımı eksik yatırmadılar. Çünkü işimi büyük bir aşkla yaptığımı, gazeteye karşı duygusal bağım ve sonsuz aidiyet duygum olduğunu biliyorlardı. Hâlâ gazetenin logosunu gördüğümde heyecanlanmamdan belli o duygusal bağı koparamadığım. Ancak gazetenin yönetim kadrosunda yapılan değişiklikler ve benim yeni gelen yöneticilerle çalışmayı kabul etmemem sonucunda onurlu duruşumla istifa etmek zorunda kaldım. İstifamdan 6 ay sonra çok ani biçimde gazete kapandı. Zerre sevinmedim çünkü bir sürü arkadaşım işsiz kaldı; ama işlerinde öyle başarılıydı ki her biri, şu an hepsi daha iyi yerlerdeler gururla takip ediyorum. 
 
"Hoş geldin psikoterapi fobisi bebek"
 
Bipolar için ani kayıplar büyük tetikleyici. Gazeteyle ben iki kez kayıp yaşadım. Ancak istifadan sonra dinlenme fırsatım bile olmadan şimdiki işime başladım ve yapılacak çok şey vardı. Yeni işin sistemini oluşturduk, yavaş yavaş ekip de kurulmaya başladı. İlk yıl bunun heyecanıyla ve telaşıyla geçti. Ama sonraki yıllar gazeteden bile yüksek stres oluşturmaya başladı. Sorumluluğum arttıkça arttı, iş yüküm boyumu aştı, siyaset içimi sıktı ve büyük bir depresif döneme girdim. Çalışmaktan hiç kaçmadım, aksine pert olana dek çalışmayı sevdim ama bipoların depresif dönemi başka bir şey. Her şeye karşı olan ilgini yitiriyorsun. Onca yıl onca mutlu şeyi yapmamış, o haberleri yazmamış, onca insana sarılıp onlardan güç almamış, o kadar şey başarmamış, hiç o güzel aşkları yaşamamış gibi kapanıyorsun dört duvarına. Hatta dört duvar fazla, sadece ve yalnızca yatağına. 

Mehmet hoca ben istifa etmeden evvel özel bir hastaneye geçmişti. Sosyal çevremiz de birbirine yakındı, en yakın arkadaşımla radyo programı yapıyordu. Sık sık karşılaşıp sohbet ediyorduk, bir keresinde kahve içmeye çıktık. Bana o gün bipolarımla olan ilişkimde aslında çok başarılı olduğumu anlattı. İçgörü sahibi olduğumu, kendimi ve duygularımı doğru takip edebildiğimi, ne zaman yardım istemem gerektiğini çok iyi bildiğimi söyledi. Ve sonra ekledi, "Zaten teşhisin var, ilaçlar belli. Özel hastaneye o kadar para verme.." Tüm bunları gerçekten değer verdiğim bir doktorun söylemesi sevindiriciydi. Yol aldığımı bilmekse rahatlatıcı. Bütçemi düşünmesi de bir hayli dokunaklı. :) Mehmet hocayla olan bu konuşmadan bir süre sonra aşırı nazik sesli son derece kibar biri aradı. Bana hızlıca Toplum Ruh Sağlığı Merkezlerini anlattı. Bipolar hastalarının tedavilerini takip ettiklerini, kendisinin de eğer istersem danışmanım olabileceğini ve bu süreçte destek verebileceklerini söyledi. Kısa bir araştırma yapıp kendisini geri arayacağımı söyledim. Okudum baktım, vallahi güzel sistem. Tebrik de ettim. Artık her yerde de anlatıp övüyorum. Öyle çok emekleri var ki, desteklerini ve ilgilerini anlatmak görevim gibi geliyor. Aynı zamanda hemşire de olan danışmanımla uzun bir süre telefonda konuştuk sadece. Düzenli olarak arayıp iyi miyim, her şey yolunda mı bi' sıkıntım var mı diye sordu, lityum testlerimi hatırlattı, beni hiç hastanede süründürmeden test sonuçlarımı telefonda anlattı, ilaçlarım yazılacaksa onları düzenledi, ana hastanede randevu ve tahlil kaydı gibi sorunlarımı anında çözdü. Bir gün beni ziyaret etmek istediğini ancak gazetede sorun olabileceğinden (belki bipoları saklıyorumdur diye) çekindiğini söyledi. Tanışmaktan mutlu olacağımı söyleyerek davet ettim. Ofiste çok güzel sohbet edip kahve içtik. Onlar için işime devam edebilmem, normal hayatımı sürdürmem çok önemliydi çünkü. Sonrasında benim için ana hastaneden daha yakın olan merkezde psikiyatr ve psikologla da tanışmamın iyi olacağını bundan sonra üçünün beni takip edeceklerini söyledi. Bu ilgi ve destek o kadar iyi gelmişti ki, yalnız olmadığımı ve acil bir durumda ne yapacağımı bilmek beni çok rahatlatmıştı. Aynı sevinç merkeze gidince de oldu. Daha sonra tayini çıkan ama güzel diyalog kurduğumuz psikiyatr ve halen işinin başında olan psikologla da tanıştım. Hepsi pırıl pırıl insanlar. Neye ihtiyaç duyacağımı neyden rahatsız olabileceğimi çok iyi biliyorlar. Lityum testlerim garip biçimde düşük çıkıyordu. Doz artırdık, çok oldu düşürdük. İlave ilaç denedik beni dengede tutmak için. Ve psikiyatrımın da önerisiyle psikoterapiye başladım. Psikoterapi aynı zamanda benim büyük depresif dönemimin de başlarına denk geliyordu. Ne yazık ki o dönemi daha da derinleştiren psikoterapi oldu. Çünkü psikoloğun beni tanıma aşamasında unuttuğumu sandığım şeyler anlatırken buldum kendimi. İnsan bazen geriye dönüp bakınca "Buraya kadar iyi gelmişim be..." diyor. Ama ben o zaman "Buraya kadar nasıl geldim?" deyip deyip ağlıyordum. Sonra aldığımız ortak kararla psikoterapiye ara verdik. Doktor hiç istemedi gerçi onu bu kararı onaylaması için maniple etmek zorunda kaldım. Depresif dönemi atlattım ama hoş geldin psikoterapi fobisi bebek. 

"Hep depresif atak geçirmiş ne bilsin maniği..." 
 
Dengede kalmak. Aslında tüm olay burada. Dengeli ilişkiler, dengeli uyku, dengeli beslenme, dengeli ilaç dozu vs vs vs... Bende ilaç takibi hariç hiçbirisi yoktu o ayrı. Üstelik iş stresi x4, x6 şeklinde katlanıyordu. Minik depresif dönemleri kendimce atlatmayı öğrendim. Neyin bana iyi veya kötü geldiğini anladım artık çünkü. Yolumu da öyle şekillendirmeye karar verdim. Sevgilimi terk ettim, kendi içime geri dönüp meditasyona ağırlık verdim, yeniden kendim için yazmaya başladım, aileme sığındım, yüzümün şeklinden ruh halimi bilen dostlarıma sarıldım, sahip olduğum imkanlara daha fazla şükür ettim, daha fazla bisiklet sürdüm, fotoğraf çektim, daha çok doğaya kaçtım, bu noktaya gelene dek alkolü neredeyse bıraktım... Yani hayatı asla geri itmedim. İtemezdim çünkü yaşam böyle bir şey değil. Aksine var gücümle ve coşkumla yaşama atıldım. Bu coşku son 1.5 aydır doruğa çıkmış durumdaydı, meğer manik atak geçiriyormuşum. Hep depresif ataklarla hayatı zindan olmuş nereden bilsin ki...

Yaşam coşkusu acayip bir şey. Ben kendimi bildim bileli hep neşeliyim, enerjiğim ve kimse yoksa bile kendimle de aşırı eğlenirim. Yakın veya uzak insani ilişkilerimde de hep bu enerji ve neşeyle akılda kalırım. Bence beni tarif edecekleri üç kelimeden birisi mutlaka yaşam coşkumla alakalı olabilir. Bipolar teşhisinden sonra, "E bu benim normal halim?" demiştim hocaya da gülmüştük. Kim bilir kaç hipomani ve manik atak geçirdim, ben de kendimi eğleniyo sanıyorum... Ancak bu işin sevimli kısmı. Çünkü manik atak hiç de öyle "Ohh eğleniyorsun ne güzel" değil. İçin fokurduyor, içinden taşıyorsun. Ocağa taşan süt gibi. Ama tehlikeli yanı da var, süt ateşi söndürüyor evine gaz doluyor; her an her şey olabilir. Düşünmek dahi istemiyorum ama her an her şey olabilirdi. Her zamanki enerjim sanıp yoluma devam edebilirdim ama bir şeylerin ters gittiğini hissetim. Enerjimi atmak için çılgınlar gibi pedal çevirerek, delicesine yokuş aşağı hız yaparak bisiklet sürdüm. Bir yerlere çarpabileceğim, dengemi kaybedebileceğim, düşebileceğim, trafiğe o serseri modda girdiğimde kazaya karışabileceğim ihtimali aklımda hep vardı ama tehlikeli olan bu ihtimal bana içten içe zevk verdi. Deli gibi alışverişe saldırdığım için ortalama 2 hafta içinde bütün paramı bitirdim. Bir gece hiç gereği yokken alkole düştüm ve asla yalnız başıma o durumda gitmeyeceğim bi' mekana gittim. Neymiş dans edecekmiş.... Normal halimden kat kat çok ve hızlı konuşarak insanları yordum. Odak diye bi' şey kalmadı, yaklaşık bir hafta boyunca ofiste sadece geyik yaptım, anlamlı tek bir cümle yazmadım. Uyuyamadığım ve sonra da uyanamadığım için işe hep geç gittim, bir de ekibe karşı bu mahcubiyeti yaşadım. Sonra o da olmadı belki yazmayı başarırım diye çalışma saatlerimi değiştirdim. Herkes ofisten gidince ofise gittim, gece yarısına kadar zorlaya zorlaya yazdım. O sistem dengemi daha da bozdu. Sadece benim değil, ofistekilerin de dengesi bozuldu. Bir Perşembe günü danışmanımı arayıp haber verdim, doktorumun şehir dışında olduğunu hafta başında mutlaka görüşmeye gelmem gerektiğini söyledi. O anda biraz daha sakin ve dengede olduğum için telaş yapmadım ve yaptırmadım, tamam dedim kapattım. Ama ertesi gün benim için çok zordu. Çünkü o enerji ara ara depresifliğe ve öfkeye dönüşüyordu. Ofisten biraz geç çıktım, ne tam bilmiyorum ama iyi değilim. İçimden bu defa birden çok duyguyla taşıyordum, gaz tüm eve yayılmaya başladı. Ofisten çıkarken iki seçenekle çıktım. Ya sahilde bir yerde kahve içip sakin sakin düşünüp her şeyi kafada bitirmiş, sıraya koymuş ve anlamış bir kadın olarak o masadan kalkacaktım ya da ruh sağlığını aciline atacaktım kendimi. Bilim kazandı neticesinde. Acile gitmenin daha acil bi' ihtiyaç olduğuna hızlıca karar verip otobüse bindim. Yol boyunca ağladım. Otobüsten indim, mezarlığın yanından yürüdüm; yaşayanları bıraktım bir de ölülere ağladım. İki gün önce Yunus'un ölüm yıldönümüydü. Bağırarak ağladım. 

"Seni hastaneye yatıralım mı?"
 
Hiç sakinleşme ihtiyacı duymadan acile daldım. Kimliğimi verirken ağlamayı da asla bırakmadım. Her şeyi çok hızlı yapıp beni doktorla kavuşturdular. Arada bi' "Ben bunları yaşamak istemiyorum" diye sayıkladım ağlaya ağlaya. Hemşire gelip dil altı vereceğini söyledi. "Ativan mı?" diye sordum hıçkırık ve burun çekme arasında bir yerlerde. Gülümseyip başıyla onayladı. Sonra doktor, hemşire, kapının dışında ayakta duran, yerimde duramadığım için her ayağa kalkıp odayı turlayışımda panik olan güvenlik görevlisi ve ben durup sakinleşmemi bekledik. Odayı inceleyip dikkatimi dağıtmaya çalıştım. Canım ativan öyle mucize bir şey ki, kendisine bağımlı olmamak için kendimi zor tutuyorum. İlaçtan sonra kısa sürede sakinleştim, artık ağlamadan derdimi anlatabilir seviyedeydim. Güzel güzel anlattım, güzel güzel dinledi doktor. Anlatırken bazen yine ağlamaya başlar gibi oldum. Sustum, nefes aldım devam ettim. Doktor, "Seni hastaneye yatıralım mı?" dedi. Bunu duyduğum anda ense kökümden karnıma kadar bir titreme dalgası başladı. "Olmaz" dedim çok net. "Ama ihtiyacın var, böyle yardımcı olamayız" diye netliğime rest çekti. "Daha önce yattığımda kötü bir deneyimdi ve yarardan çok zarar verdi" dedim. O zaman ikna olur gibi oldu. Sonra ilk hastaneye yatış sürecimi anlattım. Yine ilk defasında kabul etmediğimi, ertesi gün kendi rızamla bavulumu bile hazırlayıp geldiğimi söyledim. Zorla yatıramazdı biliyorum ama birden kendimi yine bir doktoru maniple ederken buldum. Ama aslında şu an anlıyorum, bu defa kendimi maniple ettiğimi...
 
Doktor yazdığı ilaçların reçetesini numarasını uzatırken "Ayaktan ancak bu kadar yardımcı olabiliyoruz" diyerek tatlı tatlı ayarını verdi. Ben çıkarken hâlâ "Keşke yatsaydın" diyordu. Acil servis sonrası bana iyi geleceğini düşündüğüm bi' yere götürdü ayaklarım beni. Ama sonra yine üzüldüm, yine kalbim kırıldı ve sevinçle gittiğim yolu ağlayarak geri teptim. Doktor ağlama ve öfke ataklarım olduğu için karma dönem geçirdiğimi söyledi. Gerçi karma dönem geçirmeseydim de o gece aynı şekilde çok üzülürdüm. Neyse. 
 
Bu dönemde işe sık sık gitmedim. Kendi doktorumla görüşmeye gittiğimde de işe gitmediğim dönemdi. İnatla işe dönmemi istedi. Zaten içten içe iş hayatım boyunca ilk defa yetiştiremediğim projeyi gururuma yediremiyordum. İlaçlarım düzenlendi, işe geri döndüm. Manik enerjimi işe verdim ve tempolu çalıştım. Bu sürede yine çok konuştum, çok güldüm, kıpır kıpır ayarsız enerjimle zaman zaman sinir bozdum. Aslında bana da çok yabancıydı. Tamam enerjimin zaten normal bir seyri var da bunu asla kontrol edemiyordum. Bipolar hakkında önceleri bir şeyler okumak istemiyordum, ne kadar bilirsem o kadar kötü olur gibi hissettim. Yıllarca okumadım. Ama manik atakla ilk defa yaşadığım hisler beni araştırmaya itti. Çünkü gün içinde şöyle bi' sakinleşmeyi başarıp kendime dışarıdan bakınca sorduğum tek soru "Ben ne yaşıyorum böyle?" oldu. Sonra birden okumaya başladım. Her şey çok tanıdık geldi. Makaleler, videolar, deneyimler derken yalnız olmadığımı bilmek bazı şeyleri anlamamda çok fayda sağladı. Bu yazıyı uzun uzun yazmamın bir sebebi kendime notsa, diğer sebebi bir gün bipoları araştıran birisine katkı sunmak. 
 
"Anlamlı dokunuşlar, pencereler ve kozmik tesadüfler"

Aslında bipolara ilgim (heheh 6 yıldır bipolar değilmiş gibi, ancak ilgi duyuyo) abimin sevgilisi Ecemle evin tek sigara içilebilir alanında olan odamda yatağın üzerinde oturup küçük bipolar sohbetlerimizle başladı. Öncesinde de telefonda birkaç ilaçla ve benim depresif dönemimle ilgili konuşmuştuk. Ecem'in de gazeteci ve bipolar olduğunu öğrendiğimde abime yaptığım ilk şaka "Eheheh beni çok sevdiğini biliyordum, aynımdan he?" demiştim. Ecem'i cidden uzun uzun yazmak ve bana aslında ne kadar anlamlı bi' dokunuş yaptığını anlatmak isterdim. (Tam bunu yazarken Ecem yazdı: Kozmik tesadüfler) Ama yılbaşında ve sonraki birkaç geçirdiğimiz günde aslında ne kadar kendi dilimden birisiyle konuşma ihtiyacım olduğunu anladım. Çünkü daha önce hiç bi' bipolarla sohbet etmedim. Bipolar olan başka bir kız arkadaşım var ancak çok bu konuya girmek istemedim onunla. Aslında kimseyle istemezdim. Çok nadir Nevin'e anlatırdım, o da bir şey olursa bilgisi olsun diye. Bir nevi kara kutu. 
 
Ecem'in açtığı pencereden biraz nefes aldım önce. Kısa bir süre sonra da manik atak başlayınca o pencerenin önünde daha çok vakit geçirdim. Önce arkadaşlarımla sonra da iş arkadaşlarımla daha çok bipolar konuşmaya başladım. Çünkü ben sanırım o zamana dek bu konudan içten içe uzak durduğumu ve hakkında doktorlar hariç kimseyle konuşmak istemediğimi fark ettim. Ecem'in üzerimdeki muazzam etkisi tam da buydu. Birisiyle konuşmuştum. Benim gibi biri. Üstelik meslektaş olmamız da birçok atağı hemen hemen aynı şartlarda göğüslememize neden olmuştu. O yüzden bizi en iyi biz anlardık... Bu arada abim ve Ecem ayrıldı; ama ben bir Ecem kazandım. Ehehe.

"Bipolarımla tanıştım..." 

Kaç gündür içimden taşa taşa, bazen ağlayarak bazen gülerek bazen minnet duyarak yazıyorum bilmiyorum. İlk defa bu konu hakkında detaylı ve olduğu haliyle (aralarda zaman kaymaları olmuş olabilir) yazmanın bana iyi geldiğini düşünüyorum. Bu zamana dek, her şeyi araştıran ve işi de bu olan birisinin bipolarla ilgili detaylı okuma yapmaması ayrı bir konu olsa da, ben hayatım boyunca benimle birlik olacak olan bipolarla bir eşik atladığımıza inanıyorum. Sancılıydı mıydı, evet. Panik yaptırdı mı, bir an korkuttu mu, "Şimdi sıçtım galiba" dedirtti mi, evet! Ama ben bu ataklarda alabora olmayı kabul etmiyorum. Bunu hem kendimi hem de benim iyi olmam için her an emek veren/verebilecek insanları düşünerek yapıyorum. Konunun en şanslı yerindeyim biliyorum. Yakın çevrem bu konuda pamuklara sarıp sarmalıyor, tedavimi iyi doktorlar takip ediyor, benim iyi olmam için gerekirse tüm bürokrasiyi yıkıp geçen bir danışmanım var. Bipolar beni yaşamımdan, işimden, sevdiğim insanlardan tamamen koparmıyor. Aksine sinema, fotoğraf, yazmak, bisiklet, meditasyon, dans gibi güzel alanlarda vakit geçirmek ve yeni alanlarda yeni bi' şeyler öğrenmeye her zaman ilgili olmam da avantaj. Doktorum da sosyal hayatımın önemini anlatıp yeni bir şeye başladığımı söylediğimde çok seviniyor. Müthiş pozitif haliyle tam destek veriyor. 

Benimle aynı şartlara sahip olmayıp bipolarla mücadele eden insanları düşünüyorum sık sık. Şükür etmek için değil, onlar için kaygılanıyorum. Tıpkı benim 16 yaşımda ilk oku attığım andan başlayıp (ki daha öncesi de vardır) 28 yaşına geldiğimde konulan teşhis gibi hayatı boyunca bipolar tedavisi göremeyen ve tüm bu taşan duygularla savaşan insanların varlığından emin olmak beni üzüyor. 

Bir üst paragrafta "bipolarla mücadele" sözcüklerine takıldım birden. Biraz düşündüm. Mücadele sert bi' ifade gibi geldi. Mücadele içerisinde kaybetme ihtimali, yara almak ve düşmanlık var. Oysa benim bipolar karşısında böyle bi' bilenme ve hırslanma halim yok. Tam olarak henüz bi' tanım üzerine de düşünmedim ama bu benim içimin ara ara taşan parçası. Bazen tükürme dedikçe tüküren haylaz bi' çocuk, bazen günlerce yatağına sığınıp yorganı kafasına geçirir halde dünyanın bütün acılarını içinden dünyaya taşıran kadın, bazen keyifle uçan uçurtma, bazen fokur fokur kaynayıp taşan demlik, bazen gökkuşağını ilk gördüğünde bazen de elektrikler gittiğinde verilen ilk tepki. Ama hepsini topladığında ben ediyor işte. Her halimle, taşan halimle, durgun halimle.. Bu yüzden ben bipolarla mücadele etmeyeceğim, insan kendisiyle mücadele etmemeli çünkü. Kendine sarılmalı en çok, kendinin derdini dinlemeli, sevincine ortak olmalı. O yüzden ben bipolarıma sarılacağım, iyi olsun diye. Derdini dinleyeceğim depresif ataklarında, manik ataklarında da "Ay boş ver ne güzel bedavadan mutluluk" deyip güleceğim.

Hastaneye yattıktan sonra gazete bahçesinde çektiğim o fotoğrafa "Bipolarımla barıştım" diyerek yeni bi' gözle bakmaya başlamıştım. Şimdi yatağımda çektiğim fotoğrafın adını "Bipolarımla tanıştım" koydum. :)
 
 

04 Nisan 2023

Uykulu şiir.

Öğrencilerin teneffüsü bitti, 

Bakkal Bülent abinin açılan kepenk sesi. 

Bir çiçek baharı reddetti, 

Ben dönüp yanımdakilere fısıldadım:

"Papatyaları 

ezmeden 

geçin" 

Tramvayın zili aheste çaldı,

Kırmızı ışık yandı. 

Üç el korna sesi.

 

Bi' bisiklet kendini yokuş aşağı bıraktı,

Zincir sesi.

"Bu 

mahallenin 

bütün 

kasislerini 

ezberledim" dedim, rüzgara.

En afili kasise doğru yavaşlarken,

Fren sesi.


Bulutların yası var,

Ya da biz yağmur alacaklıyız.

Sıradan bi' Londra Salısı gibi.

At arabası sesleri biraz uzak,

Gözler derin uykulu. 

"Günaydın 

ama

yeniden

uyanalım

bu

olmadı" dedim, tüm insanlığa. 

İçimin uykulu sesi. 

16 Mart 2023

"Deli Kızım Uyan"

Bazı şarkılar dank ediyor. Şimdi etti bi' tane. Ofiste hızlı hızlı metin yazarken arkadan çalmaya başladı rastgele listeden. Şarkıyı iki kere başa alıp karşı binanın çatısındaki kuşları izledim. Hava fena sisli. Gittikçe artıyor... 

Şebnem Ferah en sevdiğim tonuyla söylüyor: "Deli Kızım Uyan" 

Ben o zaman üniversitedeyim. Abim de okulunu bitirmiş İstanbul'da yaşıyor. Yakın zamanda da tatil için baba evinde buluşmuşuz ama her zamanki gibi kavga etmişiz. Birbirimize de ağır şeyler söylemişiz. Yaş farkı az olunca hem oyun arkadaşı hem de en çok didiştiğin insan da oluyor aynı zamanda. Ergenliğin ağır etkisi olan yıllar bence. Erkekler zaten geç çıkıyor o kafadan. Birbirimize çok kızdığımızı hatırlıyorum o kavgada. Hani bazı zamanlarda bir kopuş olur, hissedersin ya... 

İlkgençliğimizde belki de anne ve babadan gelen bir müzik sevgisi vardı bizde. Kasetli yılları hatırlıyorum. Şebnem Ferah'ın kasetlerini. Sonra CD'ler. Sonra mp3'ler. Değişmeyen birkaç sanatçı ve grup var ortak dinlediğimiz. Şebnem Ferah da bunlardan birisi. Abim Şebnem Ferah'ın fan forumlarında falan yazıyor hatta. İstanbul'da o fan forumunun bir buluşmasına da beraber gitmiştik, arkadaşlarıyla tanıştırmıştı. Halen o dönemden görüştüğümüz arkadaşımız var mesela. Şahane yıllar. Fan tayfayla habire konserlere gidiyorlar. Şebnem Ferah nerede bunlar orada... 

Şimdi neden bilmem bir ofis öğleden sonrasında o akşama gittim yine. Oysa bu şarkıyı belki de bunca yıldır defalarca dinledim ve bağıra bağıra söyledim. Belki güzel bi' şeyleri hatırlamaya ihtiyacım vardı bilmiyorum. 

Yine böyle bi' konsere gitmiş. O son tartışmadan sonra da aramız açık. Telefonda adını görünce sinirlendiğimi hatırlıyorum. Gecenin biraz geç bi' vakti...Sonra biraz da telaşlanmıştım sanırım kötü bi' şey oldu diye. Açıp "Efendim" dedim en soğuk sesimle. Boğuk boğuk sesler, tam da seçemiyorum. Sonra Şebnem Ferah'ın sesini algıladım: 

"Hem yakın hem uzakmış,

Yanakları al almış.

Deli kızım uyan,

Söylenenler yalan.

Bir tek sensin duyan" 

Gözlerim doldu. Gözlerim boşaldı. O gün gibi, şimdi de.

Şimdi aradan geçmiş bilmem kaç yıl, şarkı yeniden anlamını buldu. Taşlar yerine oturdu. Olduğum yerden geriye, durduğum yerden şimdiye ve geleceğe bakınca geriye kalan en önemli şey böyle güzel sevilmek kaldı. Aranda böylesine sevgi bağı olan birinin aklına bir şarkıda gelmek. Telefonu cebinden çıkardığı, rehberde adımı bulduğu ve o tartışmadan sonra beni kalbinde belki de acıyla taşıdığı her an geçti gözümün önünden. İyi ki dün gece uzun uzun geyik yaptığımız telefon konuşmasını "Seni seviyorum" diye kapatabiliyorum, iyi ki "Canım kardeşim" diyor hep,  iyi ki ergenliğimiz bitmiş ve birlikte büyümüşüz. 

"Yeniden doğup gelsem,

Yine seni severdim"

03 Mart 2023

"Abla yolun olduğu her yere gelirim"

Çekmek istediğim fotoğrafların olması heyecan verici. Geçen Cumartesi kalkıp saathane bölgesini dolaştım. Gazetedeyken diğer ajanslarda veya gazetelerde çalışan hepsi erkek gazeteci arkadaşlarımla oralarda çok vakit geçirmeye başlamıştım. Çünkü o bölgede bir basın açıklamasına gideceksek öncesinde veya sonrasına bir çay ocağında oturulup çay içilirdi. Ben de onlarla birlikte çay ocağında oturup dedesiyle camiye gelmiş çocuk gibi oralet içerdim. 

Oraya gide gele o bölgenin telaşının kendine has tadını yakaladım. Buna "Pürtelaş" dedim, tam o kelimeydi. Bu telaşa kapılmak hoşuma gidiyordu. Bazen saat kulesinin altınaki havuzun hemen önündeki banka otururdum. Kalabileceğim en sabit halde kalıp çevremdeki koşuşturmacayı izlerdim. Bazen önümden içinde toplu iğneden televizyon kumandasına don lastiğinden random numaralı gözlüklerin olduğu tezgah geçerdi, bazen yan masadaki adam gazeteden benim haberimi okuyor olurdu, çaycı Şaban abi ara sıra gelip siyaset konuşurdu, içeriden sağlam kaynaklardan aldığı bilgileri bir çırpıda anlatıp görevini ifa ederdi. Bütün sahada olan gazeteciler Şaban abiyi tanırdı. Çay, şeker zam haberi yapan Şaban abiyi kullanırdı haber fotoğraflarında. Fotoğraflarda Şaban abi kavanoza çay paketini döküyor, çay kazanının önünde çay dolduruyor, çay tepsinini elinde tutuyor. Böyle bir sürü fotoğrafı vardı elimizde. O fotoğrafları çekerken de aşırı eğlenmiştik. Bir sürü fotoğraf makinası karşısında Şaban abi şakalar komiklikler yaparak cıvımıştı. 

Böyle güzel anlar yaşadığım bölgeye daha çok hakim oldum zamanla. En çok Büyük Cami ilgimi çekiyordu. İnsanların belli bir nizam içerisinde bir şey yapıyor olması çok büyüleyiciydi. Cuma günleri caminin içi, avlusu dolduğu için çevresindeki sokaklarda da küçük topluluklar namaz kılardı. Saat Kulesi-Subaşı arası Cuma saatlerinde yürüyüp fotoğraf çekmeye ve cenaze namazlarına katılmaya alıştım. Herhangi bir siyasiyi izlerken gitmek zorunda olduğum cezane törenlerinde de gözlem yaptım. Sözlükte mi yoksa burada mı yazdım bilmiyorum ama çektiğim halde filmin yanmasıyla göremediğim bir cenaze sırasında çektiğim o fotoğraf içimde hep yara kaldı. Ben de yeni bulduğum or-wo pan 400 black&white filmiyle ve cananavar f301'imle ikindi namazına denk gelecek halde camiye gittim geçen hafta işte. 

Ama cenaze yoktu. Biraz buna üzülmeli miyim sevinmeli miyim onu tartıştım içimde. Ama işte neticesinde zaten ölecekmişse de Cumartesi günü ölseymiş, gibi şeyler söyledim kendime kendime. Tövbeler olsun neler diyorum böyle. Caminin içine ilk girdiğimde gözüm o gün cenazesi olan merhumun/merhumenin adı ve hangi vakit namaz kılınacağının yazıldığı cenaze panosuna takıldı. Böyle bir şeyin olduğunu ilk gördüğümde çok mantıklı gelmişti. Düğünlerde de böyle bir sistem var ama o neden şaşırtmıyor da bu şaşırtıyor anlamıyordum. Tablonun birkaç fotoğrafını çektim. Çekerken de "Acaba benim adımı yazarlarken yanlış mı yazarlar?" gibi yine ultra saçma şeyler düşündükten sonra da "Öeaah yeter artık kızım çık şuradan dışarı artık" deyip caminin arka kapısından kendimi atınca zaten Şaban abinin çay ocağının olduğu sokağa düştüm. Hadi gideyim bi oralet içeyim eski günlerdeki gibi diye o kalabalık caddeye attım kendimi. 

Şaban abi beni görünce şaşırdı, sevindi, kızdı...."Abi bana bi' oralet verir misin?" deyince coşa gelip "Oralet değil sana dükkan feda" diyiverdi oraletimi yaparken. Şaban abi her yönüyle bildiğimiz gibi. Yine siyasetle ilgili çok değişik kulis bilgilerine ulaştım sayesinde. Sonra biz depremden konuşurken, yan tarafta oturan beyaz saçlı aşırı gergin bi' amca "Yarın Tokat'ta deprem olacak" dedi. Şaban abiyle patlamalı güldük. Ya nasıl bilicen, öyle bir şey yok derken adam "Ben her gece 12-2 arasında bilim çalışıyorum, fizik çalışıyorum" deyince anladım amca bambaşka bir manyak. Sonra konuşunca mizah gücü aşırı yüksek, mizahı da ciddiyetle yapan bir amca gördüm. İnanılmaz komik, son zamanlarda en çok güldüğüm sohbetlerden birini ettik. Yanında bir arkadaşı daha vardı, bizim bu mizahşör amca kalkıp bi' yere gidince konuşmayı devraldı. Yine depremle ilgili bir şeyler anlattı. "Ben inşaatçıyım" dedi, söylediği her şeyin altının destekli olduğuna imza attı. Sonra bana kartını verdi. "40 yıllık tecrübeyle" sloganıyla zaten kalbimden vurdu. Elektrikçi, inşaatçı, su tesisatçısı, badanacı, kalorifer peteği temizleyicisi ve böyle iki sıra daha var. Ustaya şunu yapıyor musun? Bunu tamir ediyor musun? gibi mini bir sınav yaptıktan sonra "Atakum'a da geliyor musunuz?" diye soruverdim. "Abla yolun olduğu her yere gelirim" dedi.

Işık.

Muhteşem bir ana tanık oldum az önce. Tam karşıma ışıklı bir şeyler düştü. Ne oluyor ki diye bakarken güneş odama süzülmüş bile. Of nasıl saf enerji. Şu an azıcık ışıklar kaldı ama yansıdıkları yerden ışık görmek halen mutlu ediyor. Üniversitedeyken Sinemada Işık derslerini ben pek ciddiye almamıştım. İlle de doğal ışıkta çekeceğim filmimi devrim grubunun başkanıydım çünkü. Bu yüzden okulda bana çoğunlukla "Başkan", sinirli olduğum dönemlerde de "Karadeniz Fırtınası" derlerdi. Bak konu konuyu yine açtı. 

Işığın önemini son yıllarda biraz da hislerimle anlıyorum. Çok güzel bir ışık vuruyorsa onu hemen takip etmeye başlıyorum. Az önce bi' klipte dikkatimi çekti. Tam da emin olamadım. Öyle mi değil mi? Kız karanlık bir yerde ters ışıkta dans ediyor. Işık yüksekten geldiğine göre bu ay falan olabilir mi? Derken aklıma bu sahneyi yaşadığım aklıma geldi. Yazlıktaydık ve muazzam bir ay vardı. Ay ışığı direkt bahçeye düşüyordu. Çok tatlı bir yaz akşamıydı, biraz çıplak ayaklarla bahçede dans ettim. Gündüz sulanmış toprak ve yeni biçtiğimiz çimenler hafif soğuk. O serinlik hissi de aşırı ferah. Yaşadığım hazzı bugün bile çok net hatırlıyorum. Ay ışığı tenime düşüyordu, ellerim ve ojelerim parlıyordu. Yüzüme çarpan hafif rüzgarlar mest oluyor ay ışığının yanaklarımı kızarttığını hissediyordum. Mahallenin sokak köpeklerinden en sevdiğim kirli beyaz patili de geldi bahçeye sonra. Oturdu beni izledi. Gülümsediğine yemin edebilirim, bu hiç beni utandırmaz. 

Tek seyircili bol danslı konser şovumdan sonra dedim ki kendi kendime "Ben bu gece bahçede uyuyacağım." Sonra gittim aynı şeyi Bahadır'a söyledim. Bahadır'ın gözleri yukarı bakıp boşluğa düştü. Düşünme şekli böyle adamın. "En azından düşünüyor olması da güzel" dedim. Sonra aklıma süperkulade bi' fikir geldiği için heyecanlandım. Gözlerimi parlatarak belertip "Bahçeye yatak taşıyalım!" diye bağırdım. Birkaç saniye durup olabilirliğini düşündü. Gerçekten birkaç saniye ama, aniden kalkıp "Hadi taşıyalım!" dedi. Doğru enerji transferiyle onu da heyecanlandırdım. Hiç üşenmeden, sağa sola çarpa çarpa ama çarptıkça kahkaha ata ata çift kişilik yatağı üstelik ahşap altıyla birlikte bahçenin ortasına yerleştirdik. 

Ertesi günlerde ben bu yazıya devam etmeden önce, yazarken tam karşımda duran led ışığına taktım. Çünkü yanmıyordu. Yanmadığı için de benim alışkın olduğum ışığın dışında bi' ışığa alışmaya çalışıyordum. O ışığın yeniden yanması için pil arayışına girdim. O sıra bir pile bu kadar muhtaç olacağım aklıma zor gelirdi. Neyse sonucunda bir arkadaşımın "Bu ne lan pavyon gibi olmuş, her yerde bi' ışık var" dediği odada yapılan görüşmeler neticesinde şu anki şartlara gelmemize karar verdik. Zaten o ışığa pil buldum ben. Yanıyor şimdi güzel güzel. Tam istediğim gibi. 

Bahçede yatak müthiş bi' his. Hem çok rahat yatıyorsun, her zaman yattığın gibi hem de tertemiz hava yüzüne çarpıyor. Arada bir sertleşiyor, soğuyor ama keyif de veriyor. Ay ışığı az sonra bahçeye düşecek biliyorsun, o yüzden o ana hazırlık yapıyorsun heyecanla. Bahadır tutup iki sehpa getiriyor, komidin gibi iki başa yerleştirip üstlerine de bira koyuyor. Özenle sardığı sigarayı reveransla bana uzatıyor. Sonra kendime daha da yaklaşıyorum ay ışığında. Anlıyorum. Yarasına bakıyorum. Suçlamıyorum. Yüzüne baka baka yalan da söylemiyorum. 
 
Mahallenin en kirli beyaz köpeği de olay mahallinde tabii. Bunun gibi bize zimmetli bi' de tombiks ve güzel kedi var. Neyse bahçeye bazen bi köpek arkadaş daha geliyor ama gidişi hızlı oluyor. Bizim kirli ve beyaz arkadaş da ben yatağa uzanınca kalkıp benim uzanabileceğim yere yattı. Ben onu sevdim, o da kuyruğunu salladı. Ay ışığıyla kavuştuk yeniden. Ruhen şifalandık. Çam ağaçlarının, denizin ve toprağın kokusu burnumdaydı. Hepsi birbirine muazzam bir ahenkle bağlıydı. Bir daha asla böyle bir an yaşayamayacağımın bilincinde olarak yine de kendimi anın büyüsüne kaptırdım.

19 Şubat 2023

İdame çantası, pembe şarap ve bazı yollar üzerine.

 
Sinop'un bir yerlerindeyiz ve haritada konumumu bilmiyorum şu an. Ama bu umurumda değil pek açıkçası. Bunları sonra düşünürüz çünkü. Fena güzel şarkılar, güzel yeşillik derken çıldırıyorum burada. Bir şubat cumartesisinde nefis bir yerdeyim bence. Tam da ihtiyacım olan buymuş, dedim az önce. Sonra da minnoş minnoş sarıldım kendime. Pembe şarap hediye ettim bana. Çok sevdiğim bir isim olan Leyla şarabı üstelik. Böyle denk gelişleri bayılıyorum. 
 
 
Hala uygun şarkıyı bulamadım. Evet buranın hakkı bu şarkıydı bence dediğim bir şarkı olamıyor. Şimdi onu aramaya gideceğim. Bulduğumu sanarak birkaç kere daha dinleye dinleye. 
 
 
Ama o esnada epeydir aklıma yer etmiş bir kitap girişi var. Birkaç gündür tekrar okumak istiyorum deli gibi. Pasajlar geliyor aklıma kitaptan ama flu hep cümleler. Hissini hatırlıyorum, bu çok hoş. Fakat bir türlü fırsat ve doğru anı bulamamıştım ki ufuk çizgisini ve bir sürü ağacı gören bir pencere kenarında bu girişi yeniden okumanın tam zamanıymış. Belki de tüm o zaman bulamamalarımın bir anlamı varmış, bu pencere kenarında okuyabilmem içinmiş. Ay resmen pansuman. 

"Şuraya bir cümle koydum. Bırak, acımızı birileri duysun. Hem zaten şiir niye var? Dünyanın acısını başkaları da duysun!

Buraya tabiatı koydum. Ağaçları, suyu, ovayı, dağı. Onlar bizim kardeşimiz, çok canın sıkılırsa arada onlarla konuşursun." 

*Birhan Keskin-Kargo 

 
Eve giden yol çökmüş, her yer aşırı çamurlu. Arazi şartları çetin. Alternatif yoldan gittikçe daha da zorlaşan parkurlardan geçtik. Evine misafir olduğumuz arkadaşımız daha yeni Kilimanjaro dağına tırmandığı için pıtı pıtı geçti her yerden. Rehberimiz oldu, çok yokuşlardan elimizden tutup kurtardı bizi. Dikenli yollar, ıslak ve kaygan toprak, dalgaların ayağımıza gelme tehlikesiyle taşları köpürtmesi, o esnada koşa koşa kaçmamız ve nice badireyle bizim de Kilimanjaromuz burası oldu. Geri dönüşte dağcı arkadaşımıza iple bağlanmamız gerektiğini söyledim. Bence harika fikirdi. 

Akşam oldu şimdi. Odada flaşsız fotoğrafını çekebileceğim tek şey bu mum şu anda. Aynı pencereden bakıyorum. Çok uzakta şehrin ışıkları. Bu uzaklık iyi geliyor. Yıllar önce çok fena sardığım bir şarkıya yeniden sardığım için biraz tehlikeliyim bence. 

İdame çantamla geldim. Böyle bir şey varmış ama bilmiyormuşum ben hiç. En son sadece 2 gün evden uzaklaşırken hazırladığım çantayla kendi kendime bir şeyler öğrenmişim herhalde. Gıda ihtiyacım karşılanması halinde ben bu çantayla 2 hafta yaşarım, dedim aşırı ciddi. 
 
 
Sobanın önünde kedi gibi kıvrıldım. Keçi derisi bir post üzerinde. Ne ilkel aslında. Hayvanın üstüne yatılıyor. Öyle yerde halı niyetine insan bedeni düşünsene bir, çıldırırsın. Galiba burada uyuyakalacağım. Kaldım da. Uyanıp biraz sohbet ettim yerde uzanırken. Bi' şeylere güldüm sürekli. Sonra üstüme başıma soba ışığı vurunca fark ettiler. Her yerim keçi yünü. Başarılı bir çalışma oldu cidden. O tatlı tatlı yatışların bir bedeli olmalıydı tabii. Biraz daha pembe şarap. 
 
 
O zorlu parkuru geçebilmek için kendimle gece boyunca motivasyon konuşmaları yaptım. Bu sıkıntılı yolun belki bir anlamı olacaktı. Oldu da sanırım. Kendimle bağımı yeterince sıkı tuttuğumda yapamayacağım bir şey yok. Canım kendim. Sabahın cidden çok erken saatlerinde şehre döndük. Çünkü arkadaşımız acil servisteki nöbetine gidecekti. Arabadan inerken "Bize bişi olursa zaten direkt acil serviste sana getirirler ehehe" diye az komikli şakalar yaptım. Sahil kenarında sabahçı kahvesi gibi bir yer varmış, orada kahvaltıya bırakıp hastaneye geçti. Martılar, bir teknenin kaptan köşkünü zapt etmiş kedi, sosis köpek, çok acı çay, ıspanaklı börek, uzaktaki balıkçıların telaşı derken "an" birkaç şarkı ve fotoğrafla günün puanını yükseltti. 
 
 
Martılarla ilgili bir şarkı dolandı dilime yürürken. Nevin'e mırıldandım, hatırladın mı bu şarkıyı diye sordum. Birlikte mırıldandık biraz. Elimizde çok fazla simit vardı. Biraz yüksek bir yer görünce simitleri martılara atalım buradan dedim. 
 
 
Denize kayıklardan dolayı mesafe olsa da geliştirdiğim taktiklerle neredeyse denizde sekecek simit parçaları attım martılara. Onlar da alıp alıp yediler. Ama bir noktadan sonra sürekli simit atma haline farklı bir yaklaşımda bulunayım, bir sosyal deney yapayım diye bütün bir simidi frizbi atar gibi attım. Bir videoda martı verandada duran masadaki kocaman pizzayı alıp uçuyordu. Ona aşırı gülmüştüm. Ben bizim martılardan böyle bir performans bekledim açıkçası. Ama bir iki martı denedi, alamadı. Üzüntü ve hayal kırıklığı yaşadığım için dikkatimi fotoğraf çekmeye verdim. O esnada kendi başına çaresizce suyun üstünde yüzen simide zoom yapmıştım. Amacım çaresiz simit fotoğrafıydı ve onca beklemeden sonra tam martı simidi alıp giderken tamamen büyük bir tesadüfle fotoğrafını çektim. Sonra martıların sesine karışan çok kahkaha. Zoom yaptığım için çözünürlük aşırı dandik olsa da sanırım bu çözünürlüksüzlüğü de sevdim. İnsan bi' şeyleri sevmek isteyince mutlaka seviyor.