08 Nisan 2023

Sana içinden taşmayı anlatacağım.

Sana uzun uzun bi' şeyler anlatacağım. Yıllardır yaptığım gibi içimden taşıra taşıra . Yine okunması pek de önemli olmayan ama yazılarak çok anlamlı olacak birtakım yıllar, hadiseler, çöküşler, kalkışlar, koşuşlar, virajlar, hızlar, uçurumlar ve güzel bi' manzarada gün batımı izlemeler...

"Hâlâ ölmek istiyor musun?"

Aslında birkaç gündür bu yazı kafamda yazılıyordu. Girişin biraz yumuşak olması gerektiğine inanıp olabilecek cümleleri kafamda yazıp yazıp siliyordum bir yandan. Başlıktan emindim ama. Çünkü anlatmak istediğim tam da bu halimdi. Ya mutluluktan ya da mutsuzluktan içimden taşmak. Her ikisinde de aynı hadiseler. Oysa ben hep böyleydim, bunun bir "hastalık" olduğunu da bilmiyordum 2017'de bipolar bozukluk teşhis konulana dek. Sinyalini daha 16 yaşındayken intihar teşebbüsünde bulunarak vermişim ama daha sonra kimse benim intihar teşebbüsümle ilgilenmemiş. Olaydan birkaç gün sonra beni oturttukları masada polisin birkaç soru sorması dışında. O da yasal prosedür tabii. Bir kağıttan okunan bir sürü soru sordu ama en net tek bi' sorusunu hatırlıyorum: "Hâlâ ölmek istiyor musun?" Şimdi istemiyorum ama belki daha sonra isteyeceğim? Bilemeyiz memur bey.

Yıllaaar sonra ben bi' gün çocuk şubeye girdim iş için. O anda kafamda çaktı o sabah, her şey aynı yerinde. Masalar, duvarda asılı solgun çerçeveli bayrak, koridordaki anlamsız ayna ve ana odadanın köşesindeki plastik çiçekler. Kokusu bile aynıydı hatta, tıkır tıkır çalışan koku hafızamdan vurulmuştum bir kez daha. Sanki o kadar yıl sonra beni yine intihar ettim diye ifadeye alıyorlardı. Artık ölmek istemediğimi söyleyerek çıkıveriyordum oradan gayet kolay. Ne ucube sistem. 

"Hayallerle yaşayanları..."

Üniversitedeyken zaman zaman gelen manik veya depresif atakları hatırlıyorum ve neden olduklarını şimdi anlıyorum. Ancak gariptir ki okul ve dersler aşırı yoğunken, tam da çok uzun saatler film çektiğimiz, montaj yaptığımız veya ders çalıştığımız döneme denk geldiği için sanırım arada kaynayıp gitmişti bipolar. Sevdiğim bir işi, sevdiğim insanlarla yapmanın ve sürekli meşgul/yoğun olmanın getirdiği bir iyilik hâli olduğuna inanıyorum şimdi buradan bakınca. Üniversite güzel, bölüm şahane, iyi giden ve üzerime titrenilen bir ilişki, güzel arkadaşlar, bonus olarak heyecanlanarak yaptığım sinema. Doğru denklem o günlerde tam da buymuş belki de. O zaman elimi tutan, sımsıkı sarılan, arkamda dimdik duran herkese bir minnet dolu teşekkür kalmalı burada. İyi ki sarıp sarmaladınız. Güzel hatıranız hep hayatımda olacak. Bi' şekilde birbirimizden uzak düşmüş olsak bile kalbinizdeki iyilik ve güzellik hep yaşamınızda olsun.

Üniversiteyi bitirip iş yaşamına kadar sanki hiç yokmuş gibi her şey gayet seyrinde gidiyordu. Galiba işin içine büyümek, bir sürü dönüm noktasında zor kararlar vermek, bu kararlar sebebiyle sevdiklerini kaybetmek, o kararlardan bağımsız sevdiklerini kaybetmek, sorumluluk ve gazetecilik stresi de girince süreç daha çetrefilli bir hale geldi. Henüz anlatmadığım ilk teşhisten sonraki yıl acil servis, tekrar acil servis, hastane günleri ve değişim şeklinde işin seyri değişti. Çünkü bilirsin, hayallerle yaşayanları gerçeklerle sikerler. 

"Nur topu gibi teşhisim: Bipolar"

20'li yaşlarımın sonları. 20'ler komple bi' ışıldayarak geçti. 2015 ve sonrası akıp gitti adeta. Tüm enerjimi, yaşadığım tüm o sıkıntılı hallere rağmen işe verdim. Gazeteci inadı diye bir şey var. O inada kapıldım. İdealist, kuyruğu her zaman dik. Hep bi' şeyler okur, hep bi' şeyler yazar; bunları yapmadığı anlarda da tartışır. Filmlerde, romanlarda abartıldığına inanırdım ama işin içi gerçekten öyle. Ama aynı zamanda büyük de bir psikolojik savaş. Tanık oldukların, sorumlulukların, yazdıkların, yazamadıklarınla... Hırs da geliyor peşine üstelik. Sonra başardığını gördükçe, insanlara yazdıklarınla yardım edebildiğini gördükçe, tüm dünyayı olmasa da başka insanların dünyalarına dokunabildikçe, yaptığın işin bir imzası ve kitlesi olduysa, ne bileyim ödüller falan gelince daha da bir hırslanıyorsun. Çünkü yapabiliyorsun.

Buradan bakınca, 2015-2017 yılları arasında bir insanın psikolojisine ne yapmaması gerekiyorsa hepsini yapmışım. Bu liste uzun, not düşmek istemem. 2017'de de her zamanki depresyon dönemlerimden birisi olduğunu düşündüm. Böyle durumlarda bir süre izin alıp kendime dönerdim. Çözüp kaldığım yerden devam ederdim. Kendimi bildim bileli bu böyle, ne bileyim depresif atak geçirdiğimi... Anksiyete, uyku düzensizliği ve majör depresyon konularında destek aldığım bir psikiyatrım vardı. Canım Mehmet hocam. Ama bu destekler sık sık olmazdı. Sadece kötüysem ağlaya ağlaya giderdim. Korkutuğumda giderdim bi' de en çok, yine intihar etme ihtimalimden korkardım çünkü. Bi' gün yine gittiğimde görüşme periyotlarımızı takip ettiğini tüm bu yaşadıklarımın başka bi' şey olabileceğini söyledi. Sonrası birtakım sayfa sayfa testler, sorular, ilk lityum testim ve nur topu gibi teşhisim: bipolar bozukluk. Mehmet hoca bana o gün artık bipolar teşhisiyle sürdüreceğim hayatımın sonraki evresiyle ilgili çok kaliteli bir konuşma yaptı. Aradan geçen onca yıla rağmen bugün bile o konuşma bana rehber oluyor. 

"Bipolarımla barıştım..." 

"Şimdiki aklım olsaydı" keşkesi tam da burada. O günlerde Mehmet hocanın söylediklerini, bipoları, yaşadıklarımı, yaşamamın muhtemel olduğu her şeyi öyle umursamamışım ki... Her zamanki gibi geçti sandığım majör depresyonumdan sonra kendi maceralı hayatıma geri döndüm çünkü. Teşhisle birlikte lityum ilaçlarına başlamıştım, bir süre sonra tüm ilaçlar gibi onu da bıraktım. Testlerimi vermedim. Yani o teşhis hiç konulmamış, o ciddi ve hayati konuşma bana hiç yapılmamış gibi devam ettim. Taaa ki yeni bir depresif atağa dek, takribi 1 yıldan az sürede. Şimdiye kadar yaşadığım en şiddetli ataktı. Tüm hissettiklerimin yanında intihar yekpare bi' düşünce gibi parlıyordu aklımın dev köşesinde. Buzdolabından domates alırken intiharı düşünüyordum. Günlük hayatıma yayılmıştı artık. Tramvaya kart basarken kafamda intihar tekniği tartışıyordum. Eve kapandım yine. Oysa o zaman bilmiyordum ki asıl çöküş eve kapanmaktı. O çöküş beni ruh sağlığı hastanesinin aciline sürükledi, "Hastanede yatman lazım" dediler, yatmam dedim. Ama ertesi gün nasıl olduysa bir anlığına sağduyulu ve mantıklı düşündüm. Anneme hastaneye yatmaya karar verdiğimi söyledim. Birlikte minik bir bavul hazırladık. Bunun bir dönüm noktası olduğunu bilmiyordum. 

Genelde gülerek anlatıyorum, sanırım bu zor durumla öyle mücadele ediyorum ama hastane çok zordu. Başka detay yazılı kalsın istemiyorum. Unutmam lazım. Hatta genelde de unutan bi' insanım ama hiçbir ayrıntısını unutmadım o günlerin. Belki de onca zor hadiseden sonra bipolarımla barıştım, onu anlamaya çalıştım. Bipolarımla barıştığımı da içini çiçeklerle doldurduğum lityum şişemin fotoğrafını çekerek ilan ettim kendime. Taşlar yerine oturmaya başladı. 

 

Bipolarımla barıştım!
 
Bipolar hakkında hiç konuşmazdım. Kimseye de bipolar olduğumu söylemedim geçmiş yıllar boyunca. Sadece çok yakınlarım bildi. Gazete yönetimini bilgilendirdim sorumluluğum olduğunu düşünerek, hepsinin yaklaşımı çok duygu yüklüydü. "Nasıl istersen, ne zaman iyi oluyorsan o zaman gel" dediler. Raporsuz da işe devam edemediğim oldu ve bir kere olsun maaşımı eksik yatırmadılar. Çünkü işimi büyük bir aşkla yaptığımı, gazeteye karşı duygusal bağım ve sonsuz aidiyet duygum olduğunu biliyorlardı. Hâlâ gazetenin logosunu gördüğümde heyecanlanmamdan belli o duygusal bağı koparamadığım. Ancak gazetenin yönetim kadrosunda yapılan değişiklikler ve benim yeni gelen yöneticilerle çalışmayı kabul etmemem sonucunda onurlu duruşumla istifa etmek zorunda kaldım. İstifamdan 6 ay sonra çok ani biçimde gazete kapandı. Zerre sevinmedim çünkü bir sürü arkadaşım işsiz kaldı; ama işlerinde öyle başarılıydı ki her biri, şu an hepsi daha iyi yerlerdeler gururla takip ediyorum. 
 
"Hoş geldin psikoterapi fobisi bebek"
 
Bipolar için ani kayıplar büyük tetikleyici. Gazeteyle ben iki kez kayıp yaşadım. Ancak istifadan sonra dinlenme fırsatım bile olmadan şimdiki işime başladım ve yapılacak çok şey vardı. Yeni işin sistemini oluşturduk, yavaş yavaş ekip de kurulmaya başladı. İlk yıl bunun heyecanıyla ve telaşıyla geçti. Ama sonraki yıllar gazeteden bile yüksek stres oluşturmaya başladı. Sorumluluğum arttıkça arttı, iş yüküm boyumu aştı, siyaset içimi sıktı ve büyük bir depresif döneme girdim. Çalışmaktan hiç kaçmadım, aksine pert olana dek çalışmayı sevdim ama bipoların depresif dönemi başka bir şey. Her şeye karşı olan ilgini yitiriyorsun. Onca yıl onca mutlu şeyi yapmamış, o haberleri yazmamış, onca insana sarılıp onlardan güç almamış, o kadar şey başarmamış, hiç o güzel aşkları yaşamamış gibi kapanıyorsun dört duvarına. Hatta dört duvar fazla, sadece ve yalnızca yatağına. 

Mehmet hoca ben istifa etmeden evvel özel bir hastaneye geçmişti. Sosyal çevremiz de birbirine yakındı, en yakın arkadaşımla radyo programı yapıyordu. Sık sık karşılaşıp sohbet ediyorduk, bir keresinde kahve içmeye çıktık. Bana o gün bipolarımla olan ilişkimde aslında çok başarılı olduğumu anlattı. İçgörü sahibi olduğumu, kendimi ve duygularımı doğru takip edebildiğimi, ne zaman yardım istemem gerektiğini çok iyi bildiğimi söyledi. Ve sonra ekledi, "Zaten teşhisin var, ilaçlar belli. Özel hastaneye o kadar para verme.." Tüm bunları gerçekten değer verdiğim bir doktorun söylemesi sevindiriciydi. Yol aldığımı bilmekse rahatlatıcı. Bütçemi düşünmesi de bir hayli dokunaklı. :) Mehmet hocayla olan bu konuşmadan bir süre sonra aşırı nazik sesli son derece kibar biri aradı. Bana hızlıca Toplum Ruh Sağlığı Merkezlerini anlattı. Bipolar hastalarının tedavilerini takip ettiklerini, kendisinin de eğer istersem danışmanım olabileceğini ve bu süreçte destek verebileceklerini söyledi. Kısa bir araştırma yapıp kendisini geri arayacağımı söyledim. Okudum baktım, vallahi güzel sistem. Tebrik de ettim. Artık her yerde de anlatıp övüyorum. Öyle çok emekleri var ki, desteklerini ve ilgilerini anlatmak görevim gibi geliyor. Aynı zamanda hemşire de olan danışmanımla uzun bir süre telefonda konuştuk sadece. Düzenli olarak arayıp iyi miyim, her şey yolunda mı bi' sıkıntım var mı diye sordu, lityum testlerimi hatırlattı, beni hiç hastanede süründürmeden test sonuçlarımı telefonda anlattı, ilaçlarım yazılacaksa onları düzenledi, ana hastanede randevu ve tahlil kaydı gibi sorunlarımı anında çözdü. Bir gün beni ziyaret etmek istediğini ancak gazetede sorun olabileceğinden (belki bipoları saklıyorumdur diye) çekindiğini söyledi. Tanışmaktan mutlu olacağımı söyleyerek davet ettim. Ofiste çok güzel sohbet edip kahve içtik. Onlar için işime devam edebilmem, normal hayatımı sürdürmem çok önemliydi çünkü. Sonrasında benim için ana hastaneden daha yakın olan merkezde psikiyatr ve psikologla da tanışmamın iyi olacağını bundan sonra üçünün beni takip edeceklerini söyledi. Bu ilgi ve destek o kadar iyi gelmişti ki, yalnız olmadığımı ve acil bir durumda ne yapacağımı bilmek beni çok rahatlatmıştı. Aynı sevinç merkeze gidince de oldu. Daha sonra tayini çıkan ama güzel diyalog kurduğumuz psikiyatr ve halen işinin başında olan psikologla da tanıştım. Hepsi pırıl pırıl insanlar. Neye ihtiyaç duyacağımı neyden rahatsız olabileceğimi çok iyi biliyorlar. Lityum testlerim garip biçimde düşük çıkıyordu. Doz artırdık, çok oldu düşürdük. İlave ilaç denedik beni dengede tutmak için. Ve psikiyatrımın da önerisiyle psikoterapiye başladım. Psikoterapi aynı zamanda benim büyük depresif dönemimin de başlarına denk geliyordu. Ne yazık ki o dönemi daha da derinleştiren psikoterapi oldu. Çünkü psikoloğun beni tanıma aşamasında unuttuğumu sandığım şeyler anlatırken buldum kendimi. İnsan bazen geriye dönüp bakınca "Buraya kadar iyi gelmişim be..." diyor. Ama ben o zaman "Buraya kadar nasıl geldim?" deyip deyip ağlıyordum. Sonra aldığımız ortak kararla psikoterapiye ara verdik. Doktor hiç istemedi gerçi onu bu kararı onaylaması için maniple etmek zorunda kaldım. Depresif dönemi atlattım ama hoş geldin psikoterapi fobisi bebek. 

"Hep depresif atak geçirmiş ne bilsin maniği..." 
 
Dengede kalmak. Aslında tüm olay burada. Dengeli ilişkiler, dengeli uyku, dengeli beslenme, dengeli ilaç dozu vs vs vs... Bende ilaç takibi hariç hiçbirisi yoktu o ayrı. Üstelik iş stresi x4, x6 şeklinde katlanıyordu. Minik depresif dönemleri kendimce atlatmayı öğrendim. Neyin bana iyi veya kötü geldiğini anladım artık çünkü. Yolumu da öyle şekillendirmeye karar verdim. Sevgilimi terk ettim, kendi içime geri dönüp meditasyona ağırlık verdim, yeniden kendim için yazmaya başladım, aileme sığındım, yüzümün şeklinden ruh halimi bilen dostlarıma sarıldım, sahip olduğum imkanlara daha fazla şükür ettim, daha fazla bisiklet sürdüm, fotoğraf çektim, daha çok doğaya kaçtım, bu noktaya gelene dek alkolü neredeyse bıraktım... Yani hayatı asla geri itmedim. İtemezdim çünkü yaşam böyle bir şey değil. Aksine var gücümle ve coşkumla yaşama atıldım. Bu coşku son 1.5 aydır doruğa çıkmış durumdaydı, meğer manik atak geçiriyormuşum. Hep depresif ataklarla hayatı zindan olmuş nereden bilsin ki...

Yaşam coşkusu acayip bir şey. Ben kendimi bildim bileli hep neşeliyim, enerjiğim ve kimse yoksa bile kendimle de aşırı eğlenirim. Yakın veya uzak insani ilişkilerimde de hep bu enerji ve neşeyle akılda kalırım. Bence beni tarif edecekleri üç kelimeden birisi mutlaka yaşam coşkumla alakalı olabilir. Bipolar teşhisinden sonra, "E bu benim normal halim?" demiştim hocaya da gülmüştük. Kim bilir kaç hipomani ve manik atak geçirdim, ben de kendimi eğleniyo sanıyorum... Ancak bu işin sevimli kısmı. Çünkü manik atak hiç de öyle "Ohh eğleniyorsun ne güzel" değil. İçin fokurduyor, içinden taşıyorsun. Ocağa taşan süt gibi. Ama tehlikeli yanı da var, süt ateşi söndürüyor evine gaz doluyor; her an her şey olabilir. Düşünmek dahi istemiyorum ama her an her şey olabilirdi. Her zamanki enerjim sanıp yoluma devam edebilirdim ama bir şeylerin ters gittiğini hissetim. Enerjimi atmak için çılgınlar gibi pedal çevirerek, delicesine yokuş aşağı hız yaparak bisiklet sürdüm. Bir yerlere çarpabileceğim, dengemi kaybedebileceğim, düşebileceğim, trafiğe o serseri modda girdiğimde kazaya karışabileceğim ihtimali aklımda hep vardı ama tehlikeli olan bu ihtimal bana içten içe zevk verdi. Deli gibi alışverişe saldırdığım için ortalama 2 hafta içinde bütün paramı bitirdim. Bir gece hiç gereği yokken alkole düştüm ve asla yalnız başıma o durumda gitmeyeceğim bi' mekana gittim. Neymiş dans edecekmiş.... Normal halimden kat kat çok ve hızlı konuşarak insanları yordum. Odak diye bi' şey kalmadı, yaklaşık bir hafta boyunca ofiste sadece geyik yaptım, anlamlı tek bir cümle yazmadım. Uyuyamadığım ve sonra da uyanamadığım için işe hep geç gittim, bir de ekibe karşı bu mahcubiyeti yaşadım. Sonra o da olmadı belki yazmayı başarırım diye çalışma saatlerimi değiştirdim. Herkes ofisten gidince ofise gittim, gece yarısına kadar zorlaya zorlaya yazdım. O sistem dengemi daha da bozdu. Sadece benim değil, ofistekilerin de dengesi bozuldu. Bir Perşembe günü danışmanımı arayıp haber verdim, doktorumun şehir dışında olduğunu hafta başında mutlaka görüşmeye gelmem gerektiğini söyledi. O anda biraz daha sakin ve dengede olduğum için telaş yapmadım ve yaptırmadım, tamam dedim kapattım. Ama ertesi gün benim için çok zordu. Çünkü o enerji ara ara depresifliğe ve öfkeye dönüşüyordu. Ofisten biraz geç çıktım, ne tam bilmiyorum ama iyi değilim. İçimden bu defa birden çok duyguyla taşıyordum, gaz tüm eve yayılmaya başladı. Ofisten çıkarken iki seçenekle çıktım. Ya sahilde bir yerde kahve içip sakin sakin düşünüp her şeyi kafada bitirmiş, sıraya koymuş ve anlamış bir kadın olarak o masadan kalkacaktım ya da ruh sağlığını aciline atacaktım kendimi. Bilim kazandı neticesinde. Acile gitmenin daha acil bi' ihtiyaç olduğuna hızlıca karar verip otobüse bindim. Yol boyunca ağladım. Otobüsten indim, mezarlığın yanından yürüdüm; yaşayanları bıraktım bir de ölülere ağladım. İki gün önce Yunus'un ölüm yıldönümüydü. Bağırarak ağladım. 

"Seni hastaneye yatıralım mı?"
 
Hiç sakinleşme ihtiyacı duymadan acile daldım. Kimliğimi verirken ağlamayı da asla bırakmadım. Her şeyi çok hızlı yapıp beni doktorla kavuşturdular. Arada bi' "Ben bunları yaşamak istemiyorum" diye sayıkladım ağlaya ağlaya. Hemşire gelip dil altı vereceğini söyledi. "Ativan mı?" diye sordum hıçkırık ve burun çekme arasında bir yerlerde. Gülümseyip başıyla onayladı. Sonra doktor, hemşire, kapının dışında ayakta duran, yerimde duramadığım için her ayağa kalkıp odayı turlayışımda panik olan güvenlik görevlisi ve ben durup sakinleşmemi bekledik. Odayı inceleyip dikkatimi dağıtmaya çalıştım. Canım ativan öyle mucize bir şey ki, kendisine bağımlı olmamak için kendimi zor tutuyorum. İlaçtan sonra kısa sürede sakinleştim, artık ağlamadan derdimi anlatabilir seviyedeydim. Güzel güzel anlattım, güzel güzel dinledi doktor. Anlatırken bazen yine ağlamaya başlar gibi oldum. Sustum, nefes aldım devam ettim. Doktor, "Seni hastaneye yatıralım mı?" dedi. Bunu duyduğum anda ense kökümden karnıma kadar bir titreme dalgası başladı. "Olmaz" dedim çok net. "Ama ihtiyacın var, böyle yardımcı olamayız" diye netliğime rest çekti. "Daha önce yattığımda kötü bir deneyimdi ve yarardan çok zarar verdi" dedim. O zaman ikna olur gibi oldu. Sonra ilk hastaneye yatış sürecimi anlattım. Yine ilk defasında kabul etmediğimi, ertesi gün kendi rızamla bavulumu bile hazırlayıp geldiğimi söyledim. Zorla yatıramazdı biliyorum ama birden kendimi yine bir doktoru maniple ederken buldum. Ama aslında şu an anlıyorum, bu defa kendimi maniple ettiğimi...
 
Doktor yazdığı ilaçların reçetesini numarasını uzatırken "Ayaktan ancak bu kadar yardımcı olabiliyoruz" diyerek tatlı tatlı ayarını verdi. Ben çıkarken hâlâ "Keşke yatsaydın" diyordu. Acil servis sonrası bana iyi geleceğini düşündüğüm bi' yere götürdü ayaklarım beni. Ama sonra yine üzüldüm, yine kalbim kırıldı ve sevinçle gittiğim yolu ağlayarak geri teptim. Doktor ağlama ve öfke ataklarım olduğu için karma dönem geçirdiğimi söyledi. Gerçi karma dönem geçirmeseydim de o gece aynı şekilde çok üzülürdüm. Neyse. 
 
Bu dönemde işe sık sık gitmedim. Kendi doktorumla görüşmeye gittiğimde de işe gitmediğim dönemdi. İnatla işe dönmemi istedi. Zaten içten içe iş hayatım boyunca ilk defa yetiştiremediğim projeyi gururuma yediremiyordum. İlaçlarım düzenlendi, işe geri döndüm. Manik enerjimi işe verdim ve tempolu çalıştım. Bu sürede yine çok konuştum, çok güldüm, kıpır kıpır ayarsız enerjimle zaman zaman sinir bozdum. Aslında bana da çok yabancıydı. Tamam enerjimin zaten normal bir seyri var da bunu asla kontrol edemiyordum. Bipolar hakkında önceleri bir şeyler okumak istemiyordum, ne kadar bilirsem o kadar kötü olur gibi hissettim. Yıllarca okumadım. Ama manik atakla ilk defa yaşadığım hisler beni araştırmaya itti. Çünkü gün içinde şöyle bi' sakinleşmeyi başarıp kendime dışarıdan bakınca sorduğum tek soru "Ben ne yaşıyorum böyle?" oldu. Sonra birden okumaya başladım. Her şey çok tanıdık geldi. Makaleler, videolar, deneyimler derken yalnız olmadığımı bilmek bazı şeyleri anlamamda çok fayda sağladı. Bu yazıyı uzun uzun yazmamın bir sebebi kendime notsa, diğer sebebi bir gün bipoları araştıran birisine katkı sunmak. 
 
"Anlamlı dokunuşlar, pencereler ve kozmik tesadüfler"

Aslında bipolara ilgim (heheh 6 yıldır bipolar değilmiş gibi, ancak ilgi duyuyo) abimin sevgilisi Ecemle evin tek sigara içilebilir alanında olan odamda yatağın üzerinde oturup küçük bipolar sohbetlerimizle başladı. Öncesinde de telefonda birkaç ilaçla ve benim depresif dönemimle ilgili konuşmuştuk. Ecem'in de gazeteci ve bipolar olduğunu öğrendiğimde abime yaptığım ilk şaka "Eheheh beni çok sevdiğini biliyordum, aynımdan he?" demiştim. Ecem'i cidden uzun uzun yazmak ve bana aslında ne kadar anlamlı bi' dokunuş yaptığını anlatmak isterdim. (Tam bunu yazarken Ecem yazdı: Kozmik tesadüfler) Ama yılbaşında ve sonraki birkaç geçirdiğimiz günde aslında ne kadar kendi dilimden birisiyle konuşma ihtiyacım olduğunu anladım. Çünkü daha önce hiç bi' bipolarla sohbet etmedim. Bipolar olan başka bir kız arkadaşım var ancak çok bu konuya girmek istemedim onunla. Aslında kimseyle istemezdim. Çok nadir Nevin'e anlatırdım, o da bir şey olursa bilgisi olsun diye. Bir nevi kara kutu. 
 
Ecem'in açtığı pencereden biraz nefes aldım önce. Kısa bir süre sonra da manik atak başlayınca o pencerenin önünde daha çok vakit geçirdim. Önce arkadaşlarımla sonra da iş arkadaşlarımla daha çok bipolar konuşmaya başladım. Çünkü ben sanırım o zamana dek bu konudan içten içe uzak durduğumu ve hakkında doktorlar hariç kimseyle konuşmak istemediğimi fark ettim. Ecem'in üzerimdeki muazzam etkisi tam da buydu. Birisiyle konuşmuştum. Benim gibi biri. Üstelik meslektaş olmamız da birçok atağı hemen hemen aynı şartlarda göğüslememize neden olmuştu. O yüzden bizi en iyi biz anlardık... Bu arada abim ve Ecem ayrıldı; ama ben bir Ecem kazandım. Ehehe.

"Bipolarımla tanıştım..." 

Kaç gündür içimden taşa taşa, bazen ağlayarak bazen gülerek bazen minnet duyarak yazıyorum bilmiyorum. İlk defa bu konu hakkında detaylı ve olduğu haliyle (aralarda zaman kaymaları olmuş olabilir) yazmanın bana iyi geldiğini düşünüyorum. Bu zamana dek, her şeyi araştıran ve işi de bu olan birisinin bipolarla ilgili detaylı okuma yapmaması ayrı bir konu olsa da, ben hayatım boyunca benimle birlik olacak olan bipolarla bir eşik atladığımıza inanıyorum. Sancılıydı mıydı, evet. Panik yaptırdı mı, bir an korkuttu mu, "Şimdi sıçtım galiba" dedirtti mi, evet! Ama ben bu ataklarda alabora olmayı kabul etmiyorum. Bunu hem kendimi hem de benim iyi olmam için her an emek veren/verebilecek insanları düşünerek yapıyorum. Konunun en şanslı yerindeyim biliyorum. Yakın çevrem bu konuda pamuklara sarıp sarmalıyor, tedavimi iyi doktorlar takip ediyor, benim iyi olmam için gerekirse tüm bürokrasiyi yıkıp geçen bir danışmanım var. Bipolar beni yaşamımdan, işimden, sevdiğim insanlardan tamamen koparmıyor. Aksine sinema, fotoğraf, yazmak, bisiklet, meditasyon, dans gibi güzel alanlarda vakit geçirmek ve yeni alanlarda yeni bi' şeyler öğrenmeye her zaman ilgili olmam da avantaj. Doktorum da sosyal hayatımın önemini anlatıp yeni bir şeye başladığımı söylediğimde çok seviniyor. Müthiş pozitif haliyle tam destek veriyor. 

Benimle aynı şartlara sahip olmayıp bipolarla mücadele eden insanları düşünüyorum sık sık. Şükür etmek için değil, onlar için kaygılanıyorum. Tıpkı benim 16 yaşımda ilk oku attığım andan başlayıp (ki daha öncesi de vardır) 28 yaşına geldiğimde konulan teşhis gibi hayatı boyunca bipolar tedavisi göremeyen ve tüm bu taşan duygularla savaşan insanların varlığından emin olmak beni üzüyor. 

Bir üst paragrafta "bipolarla mücadele" sözcüklerine takıldım birden. Biraz düşündüm. Mücadele sert bi' ifade gibi geldi. Mücadele içerisinde kaybetme ihtimali, yara almak ve düşmanlık var. Oysa benim bipolar karşısında böyle bi' bilenme ve hırslanma halim yok. Tam olarak henüz bi' tanım üzerine de düşünmedim ama bu benim içimin ara ara taşan parçası. Bazen tükürme dedikçe tüküren haylaz bi' çocuk, bazen günlerce yatağına sığınıp yorganı kafasına geçirir halde dünyanın bütün acılarını içinden dünyaya taşıran kadın, bazen keyifle uçan uçurtma, bazen fokur fokur kaynayıp taşan demlik, bazen gökkuşağını ilk gördüğünde bazen de elektrikler gittiğinde verilen ilk tepki. Ama hepsini topladığında ben ediyor işte. Her halimle, taşan halimle, durgun halimle.. Bu yüzden ben bipolarla mücadele etmeyeceğim, insan kendisiyle mücadele etmemeli çünkü. Kendine sarılmalı en çok, kendinin derdini dinlemeli, sevincine ortak olmalı. O yüzden ben bipolarıma sarılacağım, iyi olsun diye. Derdini dinleyeceğim depresif ataklarında, manik ataklarında da "Ay boş ver ne güzel bedavadan mutluluk" deyip güleceğim.

Hastaneye yattıktan sonra gazete bahçesinde çektiğim o fotoğrafa "Bipolarımla barıştım" diyerek yeni bi' gözle bakmaya başlamıştım. Şimdi yatağımda çektiğim fotoğrafın adını "Bipolarımla tanıştım" koydum. :)