Kendime 18 dikişli bi' yara gibi davranıyorum. Hiçbir yere çarpmamaya çalışıp, en iyi tentürdiyotları sürüp, en iyi gazlı bezlerle ve bantlarla pansuman yapıyorum. Kimsenin göremediği bi' yerde dikişlerim, o yüzden kimse de sormuyor "Ne oldu?" diye. Ağzımı açıp konuyla ilgili iki kelam etmek istemem zaten. Özenle diktiğim 18 dikişten 7'si falan düşmüş. Hepsi düşecek biliyorum. Bana olanları hatırlatmak için yara izim kalacak içimde. O izi de sarıp sarmalayacağım.
Bir eşiğin önünde olduğumu hissediyorum bir süredir. Bir adım sonrasında farklı bi' bilinçle yaşayacağımı sanmıyorum elbette, böyle şeyler süreçle olur elbet. İşin heyecanlı yanı, bir sürecin sonundaymışım gibi sanki şimdi. Yaşadığım her hissin, öğrendiğim her şeyin beni getirdiği bu kapının önünde sigara içip volta atıyorum birkaç aydır. Böyle söyleyince stresli bi' anmış gibi canlanıyor; ama değil.
Yengeçler büyüyüp kabuklarına sığamadıklarında, daha fazla büyüyebilmek için kabuklarını kırar. Biz insanlara ibretlik hayat dersi. O yengeçlerden birisi de benmişim gibi bir süredir. Kabuğumu inatla ve inatla kırmak için baskı yapıyorum. Çok yorulunca duruyorum, bazen kıramayacağım endişesi yaşıyorum; kalbimin, içimin fena acıdığı anlarda kendime daha sıkı sarılmaktan başka hiçbir şey bilmiyorum. Sonra birden o küçük kabuğa meydan okuyarak ayaklanıyorum. Şairin dediği gibi, içimden bir 'yaşam ordusu' çıkıyor.
Bütün o düzen takıntıma rağmen evren bana bu defa "Bi' sal artık kendini" diyor. Fena da yapmıyor. "Kötü bir duyguya feda edecek tek bir saatim yok benim" diye büyük büyük konuşurken, tüm o yaşama coşkumla birlikte içimin bi' köşesinde sabit acıyı taşıyorum. Dengede olmayı bu denli gözardı etmeseydim belki bu konuda kendime mahcup olmazdım. O yüzden şimdi o sızıyı her duyduğumda bi' köşede sessizce oturup geçmesini bekliyorum. O sızının daha az sıklıkta gelmesi için de elimden gelen her şeyi yapıyorum. Kendime sımsıkı sarılışım da aslında burada başlıyor. İnan, insan kendisine hiç ama hiç kıyamıyor. (Kendini zerre sevememiş insanlar hariç)
Hayata karışışımın 35. yıldönümüne birkaç ay kala, farklı bi' frekanstan gelen bu bilinci ne zaman tam anlamıyla anlayıp içselleştiririm bilmiyorum ama; sanırım ilk defa bunca koşuşturma, karmaşa ve her şeyin bu denli ayaklanması içten içe hoşuma da gidiyor. Yaşamın bazen tökezlenebilen bir yol, benimse bazen mızıkçı bir yolcu olduğum kabulüyle şöyle bi' bakınca yaşadığım bu harika hayat için şükürler olsun.
Şimdi, hayatın nasıl akıp gittiğini sakince izlediğim bi' pencere kenarındayım. Onca insan, onca hikaye, onca yol. Geldiğim tüm bu yola bakınca paniğimi, hoyratlığımı, toyluğumu, kendime yetemediğim anları görüyorum; ama asla kızmıyorum. Çünkü şimdi dudağımda yarım bi' gülümsemeyle bu pencere kenarında sakince oturabiliyorsam o anlar sayesinde. O anların her birine şükürler olsun.
Hayatın olağan akışına direndiğim o günlerden sıyrılıp buraya gelmek elbet kolay olmadı. Ama şu tatlı canımın en güzel yerinde taşıdığım insanlar; ailem, dostlarım, birlikte çalıştığım insanlar, kalbimi şöyle bi' gelip yoklayanlar, kıranlar, kalanlar, gidenler, dönenler... Sevdiğim onca şey; ay doğumu, kumsalda dans, bisikletim, ağaçlı yolum, ojelerim, kırmızı rujlarım, beyaz kelebekler, uçurtmalar, sabah yüzüme çarpan tertemiz hava, cici bebe, spotfy hesabım, çiçekli elbiseler ve ışıl ışıl parladığım her ana da şükürler olsun.
Ay resmen şükran günü oldu buralar. Kulaklığın da şarjı bitti. Hesabı istedim. Bi' tek yaban mersinli pasta ve kahvenin değil başka bi' hesabı da kapatmaya yürekten karar verdim. :)