Bazı duyguların üzerine gideceğiz, başka yolu yok. Her şeye meydan okurken iyi hoş güzel de insan kendine de meydan okuyunca azıcık kalpler kırılıyor. Tamam, bugün bir şeyleri çözeceğiz. Öyle görünüyor.
Bi' süredir iliklerime kadar hissettiğim mani atağın içerisindeyim. Her şeyin kontrol altında olduğundan çoğunlukla eminim. Çıkar gibi olduğunda da ambulansı aramak gibi bir evhamım doğuyor ki tansiyonum da fırlamış olduğu için çeşitli tatsız beyin kanamalarına davetiye çıkardığım için bu da olağan bence.
Dün gece yazdığım bi' tweeti ararken mani atağın adım adım gelişini gördüm. Hayat geriye doğru anlaşılıyor diye boşuna demiyorlar. Köpeğim Siyah'ı sahiplendirdikten sonra mani atağına girmişim. Dördüncü gecesinde 'tamam bu bir mani ve benim hastaneye gitmem gerekli' dedim ve irademle kendimi yine bilimin kollarına attım. Doktor konuyu anladıktan sonra "Hastaneye yatmak ister misin?" diye sordu, ama yüzünde yatma gerekliliği de yoktu çünkü tüm sürece hakim olduğumu da az önce söylemişti. Usülden soruya net ve panikli cevap verdim. "Hayır, hayır, hayır." İnsan mecbur kalınca ne güzel ne seri hayır diyor.
Enerjimin bitmeyişi bi' yana, kendimi sakinleştirmek için ne yapsam olmadı. Beni ilk defa bu halde gören hastane eşlikçim mani atağın ne acayip bişi olduğunu anlamaya çalışıyordu. Hastanede o yüce sakinleştirici iğneyi vurulduktan yarım saat sonra bi' durulmuştum. Eşlikçim hâlâ anlamaya çalışıyordu. Nezaketli bi' çabayla.
Tüm bunlar olurken saçma sapan şeylerden seri biçimde hiç susmadan konuşuyorum tabii. Coşkun biçimde kahkahalarla ehliyet için heyete girmeye hazırlanırken gelen bu mani atağın işi zorlayacağını, bu atak sicilini azıcık düzeltmek için de en az 1 yıl stabil kalmam gerektiğini falan anlattım. Halbuki o kadar da eğlenceli bişi değil bu, ama o an öyle.
Şirazemin tam olarak birbirine düğümlenişi 19 Aralık'ta Siyah'ı sahiplendirdiğim güne denk geliyor. 22 Aralık'ta da kendimi hastaneye atmışım. Bu dört gün ne dramlar, ne yükselişler yaşadım tam hatırlamıyorum ama kalbimi şimdi bile sıkıştıran bi' fotoğraf var. Siyah'ı yeni ailesiyle birlikte yazlıktan alıp dönerken arka koltukta, ikimiz de gülümsüyoruz. Onun öncesinde bahçede oynamışız bir sürü, yanımda olduğu için her saniye şefkatini ve minnetini anlatıyor kendi diliyle; ben anlıyorum o dili. Bi' tek ben anlıyorum. Siyah'ın bu dünyadaki kimsesizliği ve sahipsizliğine çok ağlıyorum. Şimdi bile. Hayatımız bi' şekilde kesişti, hepsi iradem dışında. Sonra bu dünyada tahammül edemediğim şeylere Siyah'ın kimsesizliği de eklendi. Kısırlaştırma sonrası benim evimde yaşadığımız o zor 20 gün ve iyileşme döneminde bağımız derinleşti. Ama bu bağ maalesef Siyah'ın şehirdeki eve alışmasına yetmedi. O da haklıydı yazlıkta özgür bir köpekti ve şehre alışmamakta direniyordu. Artık üst komşudan havlamasıyla alakalı şikayet gelince mecburen gidip yazlığa geri bıraktım. Aynı günlerde oyuncu değişikliği ile Gece benimle yaşamaya başladı. (Bunu yazdıktan sonra yanıma çağırıp sevdim biraz. Uyukluyordu üşenmedi geldi valla adam)
Siyah'ı yazlığa bıraktıktan iki gün sonra Gece'yi dışarı çıkardığımda hava aşırı soğuktu. Aklım hep Siyah'ta kaldı. Bırakırken de içim sökülmüştü, ağlaya ağlaya dönmüştüm eve. Kamerayı kurup bırakacaktım, üşendiğim için kendime kızdım. Ertesi gün yazlığa gittim. Balkondaki masada oturmuş-evet bildiğin masanın sandalyesinde insan gibi oturuyordu şapşik- takılıyordu gittiğimde. Üç dört noktaya mama odağı yapmıştım, onları yeniledim. Bahçede müthiş koşturarak oyun oynadık. Kafam sürekli Siyah'ta kaldığı için daha önce konuşulan sahiplendirme meselesini gündeme aldım. Siyah'la derin bağ kuran veteriner hekimi Can Hoca'nın vesilesiyle de güzel bi' aileye sahiplendirdik. Ama tüm o hafif kaos içerisinde ne hissedeceğimi tahmin bile etmemişim. Son yıllarımın en dramatik günlerinden birisi oldu Siyah'ın gittiği gün. Yazlıktan dönerken Cumhuriyet Meydanı'nda inip Siyah'ı yeni sahipleriyle arabada bıraktım. Dört beş adım atmıştım ki bir ağlama geldi. Hem de çat diye, en ufak bi' emaresi olmadan, ne bileyim bi' dudak titremeden derin nefes çekmeden hüngür hüngür ağlamaya devam ettim. Güneş gözlüklerine sığınarak meydan ışıklardan Mecidiye'ye oradan da Subaşı'na aynı ritimde ağlaya ağlaya yürüdüm. Kuaföre gittim, orada da ağladım. Tanımadığım bi' kadın ağlıyorum diye bana çikolatalı kek verdi, "mutlu eder umarım" dedi, ona da ağladım. Bu ağlama hâli tam dört gün sürdü.
* * *
6 gün sonra...
Hâlâ mani atağın içinden selamlar. Uyku düzenim alt üst. Artık tansiyonumu etkiliyor. Bitmeyen bi' enerjiyle gece üç saat uyumam yeterli oluyor. Sabaha karşı 4'te uyandım bu sabah da. Salonu toparla, bulaşık yıka, duş al derken saat 07:18 oldu. Uykum yok ama bedenim yorgun biraz. Diğer yandan da gün doğumuna bisikletle sahile çıkmak istiyorum. Geçen sabah da saat 06.30'da Usluoğlu'na gidip börek aldım. Tekrar ne zaman uyurum bilmiyorum. Böyle ne kadar sürecek onu da bilmiyorum. Maniden çıktığımı düşünen doktor abizol muadili iğne ve lithurili yeniden vermişti. Birkaç gün önce lityum testim ideal çıktı, ama halsizlik ve depresifliğe neden olan başka bi' hormon da düşük çıktı. Ay ızdırabını ya. Şimdi doktorun bıraktırdığı yeşil reçeteli mani dönemi ilaçlarına yeniden başlamam gerekecek. Midem bulandı artık ilaç içmekten....
Ertesi gün...
Uyku düzenim hâlâ evlere şenlik. Sabaha karşı 5'te uykumu almış biçimde uyandım, sadece üç saat uyku yine. Uykum bitmiş olduğu için yeniden uyuyamıyorum böyle sabahlarda. Bulaşık yıkayıp dün yazlıktan gelen eşyaları yerleştirdim. Duş alıp bisikletle kendimi sahile vurup gün batımını izledim. Bedenim inanılmaz yorgun ama duramıyorum. Sabit duramıyorum resmen. İnsan bazen sadece durabilmek istiyor. Mani dönem ilaçlarıma yeniden başladım.
Burası da iyice sağlık köşesi oldu. Hımpfs.